Aile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2025 Pazar

Bu hükümet aileyi kurtarabilir mi?

Geçenlerde, AK Partili bir kadın milletvekilinin eğitimli(!) köpeklerle kanser hastalarını ziyaret ettiği kareler düştü önüme. Hastanelere normalde de köpek sokmaya karşıyım ya, bir de bağışıklıkları (ağır tedavi süreçleri nedeniyle) zaten zayıf düşmüş kanser hastalarının yanına-yatağına kadar köpek sokmak, el-amân, hepten midemi kaldırdı. "Allahım sonumuzu hayreyle!" diye dua ettim. Evet. Çünkü bu geminin ne yöne gittiğini artık ben de tayin-tahmin edemiyorum. Kendilerinden ikbalimizi ümid ettiklerimizin etvarı pek de ümid verici görünmüyor. 20 yıl evvelinde gencecik siyasete bakışımla bugünkü hissim arasında dağlar kadar fark var. Artık Bediüzzaman Hazretlerine daha yakınım. Yine AK Parti'ye oy versem de ancak 'daha az kötü' görerek veririm. Büyük beklentilere girmem. Gazze soykırımını öylece izledikten sonra zaten ağzımızın tadı kalmadı. Kendimize inancımız da öyle...

TV111'in youtube kanalında rastladığım bir kısa video var. Çantacı Necmi abi merhuma ait. Viyana'da misafirken yaşadığı bir hâdiseyi anlatıyor. Orada derlermiş ki: "Mevcut durum devam ederse, Avrupa'da, müslümanların nüfûsu gayrimüslimlerin nüfûsunu geçecek." Kendisi de taaccüb edermiş. Fakat birgün sokakta görmüş ki: Avusturyalı bir çift iki köpekle geziyorlar. Sonra müslüman bir çift görmüş. (Kadın tesettürlü. Erkek sakallı. Müslüman oldukları belli yani.) Tam dört tane çocukla geziyorlarmış. O zaman bu tesbite kendisi de tam hakvermiş. Videonun sonunda diyor ki merhum: "Onlar köpek üretiyor, bizse çocuk, elbette onları geçeceğiz..."

Benzerini Constantin Von Barloewen'ın 'Bilgiler Kitabı' isimli eserinde de okumuştum. Kitabın altbaşlığı şöyle: 'Çağımızın Önemli Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler.' Sohbet edilenlerden birisi de, Vatikan'ın eski kültür bakanlarından, 'Kardinal Paul Paupard'dı. İşte, orada, Paupard da, Çantacı Necmi abinin okumasına benzer şeyler söylüyordu Avrupa hakkında: "Parisli dostlarım, ben Bangkok'tan, Bangalor'dan, Marakeş'ten ya da Salvador de Bahia'dan döndüğümde 'beni etkileyenin ne olduğunu' sorduklarında, orada olağanüstü gözlerle bakan birçok güzel çocuğa rastladığımı söylüyorum. Medicis sokağında, Luxembourg parkındaysa, köpeklerini gezdiren hanımlar görüyorum. O zaman dünyanın geleceğinin, gezdirilen köpeklerden ziyade, gördüğüm bu çocuklarda olduğunu düşünüyorum. (...) Ve erkekle kadının evlilik ilişkileri kısırlaştığında bir uygarlık kısırlaşıp tükeniyor."

Tam bu makamda, Kenya'nın ilk devlet başkanı Jomo Kenyatta'nın, Batı'nın yüzüne haykırdığı hakikati hatırlamadan edemiyor insan. Hani mahkemede sonsöz olarak demiş: "Avrupalılar geldiklerinde, onların elinde İncil, bizim elimizdeyse topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki, İncil bizim, topraklarımızsa beyazların elindeydi." Afrika'nın hristiyanlık üzerinden yaşadığı şeyi bugün Türkiye de (hem de daha sinsi bir zeminde) yaşıyor gibidir. Bir göstergesi de köpeklerdir. Evet. Biz de, Avrupalılarla karşılaştığımızda, onların ellerinde köpek, elimizdeyse çocuk görüyorduk. Fakat şimdi işler değişti. Artık köpek bizim de elimizde. Feminizm bizim de elimizde. Çalışan kadın bizim de elimizde. Sefahet bizim de elimizde. Batı hukuku bizim de elimizde. Peki çocuk? Çocuk yok-hiç. Çocuk kimsenin elinde değil. Pek umursayan da yok zaten.

Türkiye büyük bir nüfûs krizinin kenarında. Boşanma oranları tavan yapmış durumda. Doğum oranları dibe vurmuş biçimde. Siyaset de bunu kabul ediyor artık. Çözüm? Çözüm de ortalarda gözükmüyor. Zira Batı'ya hâlâ meydan okuyamıyoruz. Ha, yanlış anlaşılmasın, kastettiğim savunma sanayi değil. S-400, F-35, SİHA-İHA vs. da değil. O konularda gidişatımızı kötü görmüyorum. Güzel haberler var. Fakat, eyvah, Batı'ya İslamlığımız-şeriatımız üzerinden bir meydan okuyamıyoruz. Didişmelerimizse sevdiğinden karşılık bulmamış âşığın kırgınlığına benziyor.

Senelere isim vermekle krizler çözülmüyor. Diyanet hutbesine konu edilmekle krizler çözülmüyor. Krizlerin çözülebilmesi için büyük meydan okumalara hazır olmak gerekiyor. Mesela: Hükümetin de 'kadınları iş hayatına itme' hususunda kendisine bir özeleştiri vermesi gerekiyor. Dahası, KADEM gibi kuruluşlar eliyle 'müslüman hanımların feministleştirilmesi' sürecine bir 'Dur!' söylemesi iktiza ediyor. Üstelik, belli ki, zina kapısı kapatılmadığı sürece evlilik kapısı açılmıyor. Açıklık-saçıklık kapısı kapatılmadığı sürece de zina kapısı kapanmıyor. Bunlar hep birbirleriyle ilgili şeyler. Hükümetimiz birşeylere serzenişte bulunuyor amma gerekeni yapmakta da mütereddit. LGBT'den sürekli şikayet ediyor. Biz de şikayet ediyoruz. Fakat gereken yasayı çıkarmakta Rusya kadar olamadık.

Ekonomi? Hayır. Eğer sırf parayla çözülseydi Avrupa nüfûs meselesini çözmüş olurdu. Halbuki para rahatı arttırdığı gibi bencilliği-bireyselliği de arttırıyor. Fıskı da arttırıyor. Yalnızlığı da arttırıyor. Kimse zahmet çekmek istemiyor. Çocukla uğraşmak arzu etmiyor. Metropollerde çocuk sahibi olmak zaten pek meşakkatli bir mesele. Evlerin küçüklüğünden tutun eğitimin masraflı oluşuna kadar birçok neden çocuksuzluğu teşvik ediyor. Dahası derdimiz bunlarla da bitiyor değil. Şurası kesin ki: Kadın kadar erkeğin de evliliğe ikna edilmesi lazım. Ve herşey kadından yana okunduğunda erkeğin de evlenmeye gözü korkuyor. Sürecin eninde-sonunda kendisini mağdur edeceğini düşünen erkeğin evlilikten kaçması doğal. Üstelik zinanın bu derece serbest olduğu bir toplumda zaten evliliğe ihtiyaç duymuyor fâsık olanlar. Veya fıskın yoluna koyulmak üzere olanlar... Neden bir değil bin. Hepsinin başında da şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam üzere şekillenmemiş Avrupa fıtratlı hukukumuz geliyor. 'Çokluğumuzla övünen' Resul-i Kibriya'nın yolu üzere değiliz. Şartları oluşmadığından bereketini de göremiyoruz.

Kabul edelim. Bu süreci tersine çevirmek kolay olmayacak. Belki de hiç başarılamayacak. Hatırlayalım: Kur'an'da, birçok ayette, muhataplar 'yerlerine başka kavimlerin getirileceği' ile tehdit ediliyorlar. Mesela şöyle buyruluyor: “Eğer topyekün seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de, siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah herşeye kâdirdir.” (Tevbe, 9/39) Bir başkasında da deniliyor: "Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim. Rabbim dilerse, sizi gönderip, yerinize başka bir topluluk getirir. Ama siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim herşeyi denetlemektedir.” (Hud, 11/57) Belki de biz bu süreci yaşamaya başladık. Şahitliğimiz buna dair de olabilir. Nüfûsumuzun artış hızı durdu. Çünkü omuzlarımızdaki emanete layık taşıyıcılar olamadık. Yerlerimize başkaları getirilecek. Ellerinde köpek gezdirmeyen hanımların-beylerin çocuklarıyla dolacak mübarek toprağımız. Öyle ya. Yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulmuyor mu şöyle: "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız Senin elindedir. Şüphesiz Sen herşeye kâdirsin..." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinden bir iktibasla bitirmek istiyorum yazıyı: "Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede. Temizlik ziynetleri. Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları. Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı..." Devlet, dinine dayanıp böyle bir meydan okumayamadığı sürece, aynı çamurda debeleneceğiz belli ki...

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Deccal'in de sapı bizden...

Zaman ahirzamandır. Belli ki kıyamete gidiyoruz. Bazı bozulmaların önü alınamayacak. Çünkü kendi toplumsallıklarını da inşa ettiler. Fıtrata benzer alışkanlıklara dönüştüler. Tevillerini ürettiler. Bunları yenemeyebiliriz. Yani bu kavgayı tastamam kazanamayabiliriz. Pes etmemiz mi lazım peki? Hayır. Asla. Pes etmek kitabımızda yazmıyor. Edemeyiz. Ölünceye kadar cihada mecburuz çünkü. Vazifeliyiz. Maddi olmazsa manevi. Kılıçla olmazsa yazmakla. Hakikati savunmaya devam edeceğiz. Bunu yapacağız, çünkü hakikati savunmak sadece dünya ile, dünyadaki muvaffakiyet ile ilgili birşey değil, işin ahirete bakan boyutu da var. Ahirette selamet bulmamız da bu dünyada doğru yerde durmamıza bağlı. 'Vazifemizi yapıp vazife-i ilahîyeye karışmamak' tam da böylesi zamanlarda lazım bir düstur. Bir denge.

Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı tefsirlere/tevillere bakarken de yine bunlar geliyor aklıma. Mesela: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' söyleyen rivayetleri ele alırken dedikleri. Evet. Kadın toplumsallığının öncesindeki hiçbir zamana benzemediği bir devirde yaşıyoruz. Araba lastiği reklamında bile kadın görüyoruz. Başımızı çevirdiğimiz her yerde canlı-cansız kadınlar var. Ve bu kadınların görünürlükleri de geçmiştekine benzemiyor. Albenili. Kurgulu. Vurgulu. Çeşitli. İmalı. Edalı. İşveli. Manipülatif. En yalın ifadesiyle 'daha çok' görünüyor artık kadınlar.

Sistem de onları daha çok görünmeye teşvik ediyor. Alkışlıyor. Ödüllendiriyor. Gösterdikçe yükselecekleri seküler cennetler vaadediyor onlara. Kafasının içiyle, emeğiyle, ürettikleriyle değil; balık suratıyla, makyajıyla, dekoltesiyle veya objektife şöyle bir döndüğü kıçının kenarıyla milyon dolarlar kaldıran fenomenlerle dolu piyasa. Dolmaya da devam ediyor üstelik. Erkeğin kendisini tutması zor. Tamam. Ama kadınınki daha da zor. Erkek bakmakla günaha giriyor. Kadınsa olmakla. Ahirzamandır. Herkesin kendisini bile-isteye içine atabileceği cennet görünümlü cehennemleri vardır elbette. İmtihan bu. Nefisle konuşanların tesirsiz kalması mümkün değil üstelik.

Mevzuun başı 5. Şua'daki hadis-i şerif tevilleriyle de alakalı. Ahirzamanda kadınlar çoğalacak. Erkekler azalacak. Bunu tastamam sayı ile de anlayabiliriz görünürlükteki şiddet üzerinden de. Zira Dünya Savaşları'nda ölenlerin çoğu erkek. Erkeklerin bu kadar büyük sayılarla sosyal hayattan çekilmesi, kadınları, onların bıraktığı alanları, önceleri mecburen, doldurmaya itiyor. İşler bir şekilde dönmeli. Ekmek bir şekilde kazanılmalı. Evet. Kadın toplumsallaşması en külliyetli boyutlarıyla Dünya Savaşları'nda başlıyor. Hatta Bediüzzaman'ın da üzerine konuştuğu, yani 'kadınlar yuvalarına dönmeli' dediği mesele, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından aydınlar-âlimler arasında vukû bulan meşhur bir tartışmanın parçasıdır. Şükûfe Nihal 'yuvalarına dönmek istemeyen kadınlar' penceresinden durumu şöyle izah eder:

"Uzun süren harp kadını kolundan tutarak zorla sokağa fırlattı. Erkeksiz ve aç kalan kadın, taş taşıdı, sokak süpürdü. Okuyan, şuuru işleyen, insanlığını idrak eden kadın da hayatında tek bir kıymet tanıdı: Şeref ve hürriyet. (...) Dışarıda çalışmak, kadın için belki daha yorucu, daha yıpratıcı, daha mütevazı bir hayat temin eden, lakin şerefli ve sigortalı bir şeydi. Bugün kâşanelerin sultanı iken yarın erkeğin bir kaprisi yüzünden kırılmak, ortada kalmak tehlikesi yoktu. İşte bir yandan iktisadî, bir yandan içtimaî sebepler yüzünden, kadın evinden çıktı, bir daha dönmeyecek."

Döner mi, dönmez mi, doğrusu kesin bir yargım yok. Ancak işin aldığı hal 'dönmeme' ihtimalinin giderek arttığını gösteriyor. Tamam. Bu kadınlar içinde 'fıtratının iktizasının evde yaşamak olduğunu' kabullenip bile-isteye, takliden değil tahkiken, hatta tecrübeyle evine dönmek isteyenler çıkıyor. Hatta bunu savunarak da dile getirebiliyorlar. Fakat toplumsal algı, biraz da Batının yıllardır sürdürdüğü endoktrinasyonun sonucu olarak, evde olan kadını küçük görüyor. Hanımlar dahi evhanımını 'olan' değil 'ne yazık ki kalan' olarak görüyorlar. Eğitimli kadınlarsa evhanımı olduklarında yarım kalmışlık hissediyorlar. Neden? Çünkü alışkanlıklar da ikinci bir fıtrattır. Günümüz kadını iki fıtrat içine sıkışmış bir haldedir. Hem evhanımı olup hem de toplumun 'maşaallah'ını aldığı devirleri görmediğinden 'Çocuk da yaparım kariyer de!' telaşını gütmektedir. Büyük resimde görünense yıkıntıdır. Çelişkilerden/çatışmalardan zaferler çıkmaz çünkü.

Bu konuda 'muhafazakâr siyaset'in temsilcilerinin de pek muhafazakâr davrandığı söylenemez. Zira kadın kolları faaliyetinin etkisi onları da epeydir baştan çıkarmıştır. Sahada kazanılan gücü dinî veya henüz sonuçları net seçilemeyen toplumsal endişelerle reddetmek kolay imtihan değildir. Zaten AB süreci epeyden beri tam bir kafa karışıklığıdır. AB salt ekonomik bir birlik değildir. AB, ekonomi süslü toplumsal nötralizasyon, daha doğrusu kitlesel homojenleşmeyi savunan bir ideolojidir. Evet. Öncelikle ideolojidir AB. Liberalizmdir. İslamcılığın, beka sorununu siyasi düzeyde bir "Bu toprağı kim yönetecek aga?" mevzusuna indirgemesi, toprağı yönetenlerin isimleri aynı ama içleri başka başka olmasını engelleyememesini netice vermiştir. Bugünün mü'mine hanımları, elbette genellemeler hatalıdır, eskisinden daha okumuş ancak daha esnektir. Hem de hiç esnememesi murad edilen konularda.

5. Şua bize 'hürriyet-i nisvan' meselesinin Deccal'in güç kaynaklarından birisi olacağını da söylüyor. Doğrusu bunu beklemiyor değildik. Asıl şaşırdığımız ise hürriyet-i nisvan başlığının zahir-i şeriata muhalefet etmeden açılan yeni cephesidir. Bir kadın "İstediğim yerimi açarım. Din bana karışamaz. Dininiz sizin olsun!" dese, müslümanlar buna bir çerçeve çizer, "Bu zaten dışarıdaymış!" deyu rahatlarlar. Hatta mü'mine kadınlar adına da endişelenmezler. Zira mü'mine kadınlar böylesi bed bir telkinden etkilenmezler. Fakat bugünlerde iş fenalaştı. Görece dindar hanımlar, yani görünüş itibariyle dindarlığı temsil edenler, eliyle savunulan bir hürriyet-i nisvan var.

En yakın misali: Tesettüründen taviz vermeyen ama erkeklerle aynı safta namaz kılabilmeleri gerektiğini savunan bir genç mü'mine grubuyla karşı karşıyayız. Grup diyorum. Zira az değiller. Hepsi bu açıklıkta/cür'ette olmasa da fıkıhtan müsaade istemeden 'gidebilecekleri yere kadar gitmeyi' düşünüyorlar. Şimdiye kadar gidememelerini ise 'gelenek' diye 'nerede dinden ayrıldığı belli olmayan' birşeye yüklüyorlar. İşin bu kısmı çok düşündürüyor. Çünkü bu grup ayetlerden/hadislerden kendilerine göre teviller de üretiyorlar. Sürekli dinî referanslı fakat meşru usûllere sahip olmayan bir argümantasyon peşindeler. Giderek de ustalaşıyorlar. Bu da sapmalarını kitleselleştiriyor. Çevrelerindeki gençler onlardan etkileniyor. İş büyüyor. Birkaç kişilik sapmalar bid'a fırkalara dönüşüyor. Allah sonumuzu hayretsin.

İstanbul Sözleşmesi eşliğinde başlayan ve çeşitli derneklerin kadın faaliyetlerine kadar uzanan yakın zamanlı tartışmalarda da ben bu meselenin izlerini görüyorum. Şu anda "Bu işte Allah'ın razı olduğu ne?" diye sorana rastlamadım. Sorduğunuzda 'Kadının toplumdaki yeri...' falan filan bir sürü şey söyleniyor. Kardeşim, onu sormuyoruz, sen bu mevzuda 'rıza' arıyor musun? Yoksa faaliyetin tastamam seküler faaliyet mi? Eğer öyleyse, tamam, fakat sen dindar görünüyorsun. Yaptıkların dinden sanılıyor. Görece dindar saydığımız bir iktidarın kanatları altında çalışıyorsun. Eylemlerinin o iktidarın tasarruflarına etkisi var. Veya 'var gibi' görünüyor.

Hoş, onlar da artık böylesi şeyleri ne kadar önemsiyorlar, bilemiyoruz. Ancak iş kem bir yere doğru gidiyor. Çünkü dindarlık S-400 füze sistemi, ihracaatta yükselen rakamlar, büyüyen ekonomi, siyasi nüfûz gibi şeyler cinsinden değildir. Dindarlık öncelikle 'itikad' sonrasında 'amel'dir. Doğru bir itikadı inşa edemediğimiz sürece, gelecek nesillere taşıyamadığımız sürece, sandıktaki zaferler ancak 'kemiyet zaferleri'leridir. Keyfiyete dönüşmezler. Kemiyetin zaferleri ise geçicidir. Ki geçiyor da. Gördünüz. Eğer bu işi büsbütün hürriyet meselesi sanırsanız, haberiniz olsun, siz hiçbir seküler fırka kadar hürriyet veremezsiniz. Onlar kadar dünyayı boyayamazsınız. Gençler de oylarını artık size vermezler. Şu işin bir tedbirini almak, düşünmek, kafa yormak gerekmez mi? Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bizi istikamete uyandırsın. Âmin.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Çocukların 'gör' dediği

Hamza Enes'in çok güldüren bir huyu var: Kendince olağanüstü birşey yapacağında veya anlatacağında aile bireylerinin tamamının kendisine bakmasını istiyor. Hasbelkader birimizin yüzü ona değil de başka tarafa dönükse, önce ismini bağırarak, dikkatle alınmazsa da gidip eliyle yüzünü kendinden tarafa çevirerek yapacağını yapıyor veya anlatacağı anlatıyor. Birimizin nazarının eksik kalışı, ona göre, yapacağının veya anlatacağının yeterli takdiri görmeyişi anlamına geliyor. Dikkatlerin üzerinde olması lazım. Hepimizin şahit olması lazım. Eğer farklı farklı odalardaysak, o zaman da hepimizin önünde ayrı ayrı anlatıyor. Üşenmeden dolaşıyor bütün evi. 'Çocukluk işte' deyip geçmeyin. Daha evvel bir yazıda[1] üzerinde durduğum gibi; aslında bu tür şeyler onların şımarıklığından falan değil, fıtratlarının saflığından ileri geliyor. Eğer bir insanda 'fıtrat saflığında' (yani ikincil kurgu/niyetlerle bozulmamış) bir ahlak seyretmek isterseniz, çocuklara bakmalısınız. Ben de yeğenimi bu anlamda Allah'la ahdi yeni bir kitap olarak görüyorum. Fikrim yettiğince okumaya çalışıyorum.

Benden on yaş kadar küçük (belki daha fazla) amcaoğlum Salih'in de küçüklüğünde böyle yaptığını hatırlıyorum hayal meyal. Kucağımda birşey anlattığı zamanlarda, ki kendisi şu an beni kucağında gezdirebilecek bir fiziğe erişti, eğer televizyon vs. birşey dikkatimi dağıtırsa veya kendisini dinlemediğimi hissederse, çenemi tutup kendisine çevirmeye çalışırdı. "Amet abi, Amet abi, Amet abi..." Gerçi o kibardı. Fakat Hamza Enes o kadar da kibar değil. Bazen saçımı çekerek aynı şeyi yapmaya çalışıyor. (Amca/dayı adaylarına bir not: Yeğenlerinizle oynamayı seven türdenseniz saçlarınızı kısa kestirmek iyi bir fikirdir.)

Mad Max: Fury Road filmini izleyenler hatırlarlar: Ölümsüz Joe'nun Savaş Çocukları ismi verilen saçları kazınmış, benizleri soluk askerleri arkadaşlarına şöyle bağırıyorlardı: "Şahid olun!" Sonra da arkadaşlarının "Ben şahidim!" bağırışları içinde bir intihar eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu, her ne kadar, Hollywood kurgusallığı içinde fıtratın saflığını ifade etmeye yeterli olmasa da, içimizdeki bir arzuya tevafuk ediyor: Şahid olunma arzusu. Bediüzzaman'ın, İşaratü'l-İ'caz'da, Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde söylediği; "Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." tesbiti, aslında hepimiz adına bir fıtrat okuması. İki şekilde açıklayabiliriz bunu: 1) Varlığımızı arttırmak istiyoruz. 2) Varlığımızı devam ettirmek istiyoruz. Peki, ne demek bu? İzah edeyim:

Varolan herşeyin sahip olduğu en temel iki güdü/kuvve var. Diğer bütün hisler belki de bu iki ana damarın farklı renklerde tereşşuhundan ibaret: Varolan hep varolmak ister. Ve varolan varlığını daha da arttırmak ister. "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Aslında hepimiz sezgi mesabesinde de olsa vücudumuzun zayıf olduğunu ve sürekli yeniden vücutlandırılmaya muhtaç olduğumuzu biliyoruz. Bu, son mertebede, ism-i Kayyum gölgesinde her an yeniden varedilen ve ayakta tutulan arızî bir varoluşa işaret ediyor. Kuvve-i şeheviyemiz ve gadabiyemiz ise işte bu arızî ve zayıf olan varlığımızın zayıflığından kaçma gayretimizi ifade ediyorlar. Vücudumuzun devam etmesini istiyoruz: Kuvve-i gadabiye. Vücudumuzu arttırmak istiyoruz: Kuvve-i şeheviye. Şehvet burada 'daha fazlasına sahip olmayı' ifade ederken, gadap veya gazap ise o mülkün bizde devamlı olarak kalmasını temsil ediyor.

Şehvetle ilişkilendirilen fiilleri bir düşünün. Bir de gazapla ilişkilendirilen fiilleri. Ben şehvetle ilgili fiilerin insanın varlığını arttırmaya dönük fiiler olduğu kanaatine eriştim. Yüzü tüketime bakan şeyler. Başkasını tükettikçe varolduğumuzu, varlığımızı (onu da varlığımıza katmakla) daha fazlalaştırdığımızı sanıyoruz böylece. "Onda da varolayım. O da benim olsun. Onu da yemiş, şunu da giymiş, bunu da tüketmiş olayım. Şu da benden bahsetsin. Şurada da ben görüneyim. Burada da benden konuşulsun. Şunlar da beni ansınlar. Ben, ben, ben..." Bütün bunları bize söylettiren kuvve-i şeheviye.

Çünkü bu kuvve, daha çok varolmanın (ki varolmak en büyük nimettir) yolunu ötekini tüketmekte veya en azından ötekini kendiyle meşgul etmekte arıyor. Merkezde olmayı daha çok olmakla iltibas ediyor. Zevk dediğimiz herşey aslında bize varlık katıldığını sezdiğimiz an yaşadığımız aşinalık. Allah, varlığımızın devamını bir ölçüde böylesi bir varlık tüketimine (istifade daha doğru bir tabir) bağladığı için onlara bizi koşturacak/çalıştıracak bir lezzet asmış. "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur."

Biz bu lezzetlere dokundukça onun varlığımıza hizmet ettiğini hissediyoruz. Peki, günahlardaki lezzet? Bence şirk haricindeki her günah, çünkü onun bir lezzeti yoktur, aslında helalin israfıdır. Helali için takılmış/asılmış lezzetin, lezzetin asl-ı hedef olmasıyla israfa müncer olmasıdır. Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek kitabında çok dikkatimi çeken bir saptamaydı bu: Eskiden yapmaya mecbur olduğumuz birşeyi yaparken ondan aldığımız lezzetler vardı. Şimdi lezzeti ziyadeleştirmek için mecbur olmadığımız birşeyler yaşıyoruz.

Merkez değişti. Helal ile haram arasındaki nüans da bu. "Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur..." cümlesini böyle de anlayabiliriz. Ve yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulan; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" ayeti de bu bakışaçısıyla daha zengin bir yüzünü bize sunar. Özetle: Günah da, özünde varlıksal olan bir fiilin (şeriat dairesinde kalınmadığı için) israfına düşülmesidir. Ve israf, varlıksal olanı yokluksal kılar. Tıpkı, az yemekle deva olan birşeyi, çok yemekle hasta olmak gibi.

Evvel dediğim gibi: Varlığımızı arttırma isteğinin, hem varolmanın en büyük nimet ve lezzet oluşuyla, hem de her an fenaya doğru kaydığımızı hissetmemizden gelen korkuyla bir ilgisi var. Gazap/gadap zaten korku ehlinin davranış şeklidir. Korkan insan gazaplanır. Çünkü korunma güdüsü tahrik edilmiş, vücudu tehlikeye düşürülmüştür. Varlığının tehlikede olduğunu hisseden canlı önce korkar, sonra saldırganlaşır. Bir keresinde dört köpeğin arasından kurtardığımız bir kedinin, bizimle beraber onu kurtaran bir yabancının suratına saldırdığına şahit olmuştum. Normalde bir kedinin, hele bir sokak kedisinin, insana saldırdığı görülmez. Fakat korku, gazabı beraberinde getiriyor. Varlığımızın tehlikeye düştüğü an, onu korumak için herşeyi yapmayı göze aldığımız an. Aczimiz, cesaretimizin membaı haline geliyor böylece. Kuvve-i gadabiye de varolma arzumuzun bu yüzüne bakıyor biraz. Varolan, beka istiyor, yani hep varolmak istiyor. Varlığını korumak istiyor. Tehlikeye düşürene saldırmak istiyor.

Şimdi baştaki konuya geri dönelim. Şahid olunmak istiyoruz. Bu bizim her iki güdümüzle de/kuvvemizle de ilintili birşey. Birinin size şahid olması, onun dünyasında da varolmaktır. Bu yönüyle bir varlık arttırımıdır. Şöhret, varlıkta böyle bir artış hissi verdiği için insanca arzu edilir. Şehvetle ilintilidir. Ve yine şahid olunmayı istiyoruz. Çünkü aynı zamanda bu bir unutulmama ihtimali taşıyor. Sen ölüyorsun. Ama gözünde varolduğun seni hatırlayacak. Beka, tekrar-ı vücuttur. Onda tekrar varolacaksın. Reenkarnasyona iman etmek, ehl-i dalalet açısından, şaşırtıcı değil. Ahirete imanmamalarından gelen iki kuvve baskısını böylesi bir ihtimal-i tekrar-ı vücut ile bastırmayı başarabilirler(!). Bu noktada Eşkıya filminin o meşhur repliğini de hatırlayalım: "Korkma sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin.. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki... Belki o arı ben olacağım."

Buradan, Bediüzzaman'ın duaya dair şöylediği şu güzel sözlere dönelim: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir." Belki dua edeni de rahatlatan, hatta varolanı rahatlatan, birisinin şahit olduğunu bilme hissidir. Hem sana birşey daha diyeyim mi? Kainat, içerdiği sonsuz delille yok olsa, ben yine de Allah'a inanırdım. Çünkü Allah iyi gelir. Çünkü kimse yokolacağına inanmak istemez. Kimse unutulmamasını istediği anlar yaşarken, o anların kaydedilmediğini tasavvur etmek istemez. Hiç olması fikrine dayanamaz. Güzellik eleme dönüşür öyle. İman, sadece karşıkonulmaz delilleriyle mecbur olduğumuz değil, canımıza da iyi geldiği için seçtiğimiz birşeydir. Onunla ancak en güzel anlarını Allah'a emanet edersin. Hem Kur'an bizi teselli eder gibi demez mi: "Şahid olarak Allah yetmez mi?"



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/09/cocuklar-adam-olmasn-yalnz-adamlar-da.html

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....