Nüfus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nüfus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2025 Pazar

Bu hükümet aileyi kurtarabilir mi?

Geçenlerde, AK Partili bir kadın milletvekilinin eğitimli(!) köpeklerle kanser hastalarını ziyaret ettiği kareler düştü önüme. Hastanelere normalde de köpek sokmaya karşıyım ya, bir de bağışıklıkları (ağır tedavi süreçleri nedeniyle) zaten zayıf düşmüş kanser hastalarının yanına-yatağına kadar köpek sokmak, el-amân, hepten midemi kaldırdı. "Allahım sonumuzu hayreyle!" diye dua ettim. Evet. Çünkü bu geminin ne yöne gittiğini artık ben de tayin-tahmin edemiyorum. Kendilerinden ikbalimizi ümid ettiklerimizin etvarı pek de ümid verici görünmüyor. 20 yıl evvelinde gencecik siyasete bakışımla bugünkü hissim arasında dağlar kadar fark var. Artık Bediüzzaman Hazretlerine daha yakınım. Yine AK Parti'ye oy versem de ancak 'daha az kötü' görerek veririm. Büyük beklentilere girmem. Gazze soykırımını öylece izledikten sonra zaten ağzımızın tadı kalmadı. Kendimize inancımız da öyle...

TV111'in youtube kanalında rastladığım bir kısa video var. Çantacı Necmi abi merhuma ait. Viyana'da misafirken yaşadığı bir hâdiseyi anlatıyor. Orada derlermiş ki: "Mevcut durum devam ederse, Avrupa'da, müslümanların nüfûsu gayrimüslimlerin nüfûsunu geçecek." Kendisi de taaccüb edermiş. Fakat birgün sokakta görmüş ki: Avusturyalı bir çift iki köpekle geziyorlar. Sonra müslüman bir çift görmüş. (Kadın tesettürlü. Erkek sakallı. Müslüman oldukları belli yani.) Tam dört tane çocukla geziyorlarmış. O zaman bu tesbite kendisi de tam hakvermiş. Videonun sonunda diyor ki merhum: "Onlar köpek üretiyor, bizse çocuk, elbette onları geçeceğiz..."

Benzerini Constantin Von Barloewen'ın 'Bilgiler Kitabı' isimli eserinde de okumuştum. Kitabın altbaşlığı şöyle: 'Çağımızın Önemli Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler.' Sohbet edilenlerden birisi de, Vatikan'ın eski kültür bakanlarından, 'Kardinal Paul Paupard'dı. İşte, orada, Paupard da, Çantacı Necmi abinin okumasına benzer şeyler söylüyordu Avrupa hakkında: "Parisli dostlarım, ben Bangkok'tan, Bangalor'dan, Marakeş'ten ya da Salvador de Bahia'dan döndüğümde 'beni etkileyenin ne olduğunu' sorduklarında, orada olağanüstü gözlerle bakan birçok güzel çocuğa rastladığımı söylüyorum. Medicis sokağında, Luxembourg parkındaysa, köpeklerini gezdiren hanımlar görüyorum. O zaman dünyanın geleceğinin, gezdirilen köpeklerden ziyade, gördüğüm bu çocuklarda olduğunu düşünüyorum. (...) Ve erkekle kadının evlilik ilişkileri kısırlaştığında bir uygarlık kısırlaşıp tükeniyor."

Tam bu makamda, Kenya'nın ilk devlet başkanı Jomo Kenyatta'nın, Batı'nın yüzüne haykırdığı hakikati hatırlamadan edemiyor insan. Hani mahkemede sonsöz olarak demiş: "Avrupalılar geldiklerinde, onların elinde İncil, bizim elimizdeyse topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki, İncil bizim, topraklarımızsa beyazların elindeydi." Afrika'nın hristiyanlık üzerinden yaşadığı şeyi bugün Türkiye de (hem de daha sinsi bir zeminde) yaşıyor gibidir. Bir göstergesi de köpeklerdir. Evet. Biz de, Avrupalılarla karşılaştığımızda, onların ellerinde köpek, elimizdeyse çocuk görüyorduk. Fakat şimdi işler değişti. Artık köpek bizim de elimizde. Feminizm bizim de elimizde. Çalışan kadın bizim de elimizde. Sefahet bizim de elimizde. Batı hukuku bizim de elimizde. Peki çocuk? Çocuk yok-hiç. Çocuk kimsenin elinde değil. Pek umursayan da yok zaten.

Türkiye büyük bir nüfûs krizinin kenarında. Boşanma oranları tavan yapmış durumda. Doğum oranları dibe vurmuş biçimde. Siyaset de bunu kabul ediyor artık. Çözüm? Çözüm de ortalarda gözükmüyor. Zira Batı'ya hâlâ meydan okuyamıyoruz. Ha, yanlış anlaşılmasın, kastettiğim savunma sanayi değil. S-400, F-35, SİHA-İHA vs. da değil. O konularda gidişatımızı kötü görmüyorum. Güzel haberler var. Fakat, eyvah, Batı'ya İslamlığımız-şeriatımız üzerinden bir meydan okuyamıyoruz. Didişmelerimizse sevdiğinden karşılık bulmamış âşığın kırgınlığına benziyor.

Senelere isim vermekle krizler çözülmüyor. Diyanet hutbesine konu edilmekle krizler çözülmüyor. Krizlerin çözülebilmesi için büyük meydan okumalara hazır olmak gerekiyor. Mesela: Hükümetin de 'kadınları iş hayatına itme' hususunda kendisine bir özeleştiri vermesi gerekiyor. Dahası, KADEM gibi kuruluşlar eliyle 'müslüman hanımların feministleştirilmesi' sürecine bir 'Dur!' söylemesi iktiza ediyor. Üstelik, belli ki, zina kapısı kapatılmadığı sürece evlilik kapısı açılmıyor. Açıklık-saçıklık kapısı kapatılmadığı sürece de zina kapısı kapanmıyor. Bunlar hep birbirleriyle ilgili şeyler. Hükümetimiz birşeylere serzenişte bulunuyor amma gerekeni yapmakta da mütereddit. LGBT'den sürekli şikayet ediyor. Biz de şikayet ediyoruz. Fakat gereken yasayı çıkarmakta Rusya kadar olamadık.

Ekonomi? Hayır. Eğer sırf parayla çözülseydi Avrupa nüfûs meselesini çözmüş olurdu. Halbuki para rahatı arttırdığı gibi bencilliği-bireyselliği de arttırıyor. Fıskı da arttırıyor. Yalnızlığı da arttırıyor. Kimse zahmet çekmek istemiyor. Çocukla uğraşmak arzu etmiyor. Metropollerde çocuk sahibi olmak zaten pek meşakkatli bir mesele. Evlerin küçüklüğünden tutun eğitimin masraflı oluşuna kadar birçok neden çocuksuzluğu teşvik ediyor. Dahası derdimiz bunlarla da bitiyor değil. Şurası kesin ki: Kadın kadar erkeğin de evliliğe ikna edilmesi lazım. Ve herşey kadından yana okunduğunda erkeğin de evlenmeye gözü korkuyor. Sürecin eninde-sonunda kendisini mağdur edeceğini düşünen erkeğin evlilikten kaçması doğal. Üstelik zinanın bu derece serbest olduğu bir toplumda zaten evliliğe ihtiyaç duymuyor fâsık olanlar. Veya fıskın yoluna koyulmak üzere olanlar... Neden bir değil bin. Hepsinin başında da şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam üzere şekillenmemiş Avrupa fıtratlı hukukumuz geliyor. 'Çokluğumuzla övünen' Resul-i Kibriya'nın yolu üzere değiliz. Şartları oluşmadığından bereketini de göremiyoruz.

Kabul edelim. Bu süreci tersine çevirmek kolay olmayacak. Belki de hiç başarılamayacak. Hatırlayalım: Kur'an'da, birçok ayette, muhataplar 'yerlerine başka kavimlerin getirileceği' ile tehdit ediliyorlar. Mesela şöyle buyruluyor: “Eğer topyekün seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de, siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah herşeye kâdirdir.” (Tevbe, 9/39) Bir başkasında da deniliyor: "Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim. Rabbim dilerse, sizi gönderip, yerinize başka bir topluluk getirir. Ama siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim herşeyi denetlemektedir.” (Hud, 11/57) Belki de biz bu süreci yaşamaya başladık. Şahitliğimiz buna dair de olabilir. Nüfûsumuzun artış hızı durdu. Çünkü omuzlarımızdaki emanete layık taşıyıcılar olamadık. Yerlerimize başkaları getirilecek. Ellerinde köpek gezdirmeyen hanımların-beylerin çocuklarıyla dolacak mübarek toprağımız. Öyle ya. Yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulmuyor mu şöyle: "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız Senin elindedir. Şüphesiz Sen herşeye kâdirsin..." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinden bir iktibasla bitirmek istiyorum yazıyı: "Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede. Temizlik ziynetleri. Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbab-ı ifsat, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, haset ile hodgâmlık depretir damarları. Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı..." Devlet, dinine dayanıp böyle bir meydan okumayamadığı sürece, aynı çamurda debeleneceğiz belli ki...

30 Aralık 2021 Perşembe

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....