Gayrimüslim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gayrimüslim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2021 Perşembe

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

10 Haziran 2014 Salı

Bir tahrik aracı olarak: bayrak

Bediüzzaman Hazretleri, Yasin sûresinde geçen "Biz peygambere şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da!" ayetini, 13. Söz'de tefsir ederken şöyle der: "Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir." 25. Söz'de, aynı ayetin izahına bir ilave yapar: "Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnîdir." Külliyatın içinde başka bölümlerde de, bu ayetin penceresinden, şiir ve Kur'an ayetlerinin kıyaslandığı yerler bulunmaktadır:

"Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vasi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de ayetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzuli olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle adi şeylerden bahsi harikuladedir. Şiirin harikuladelerden bahsi, alel-ekser adidir."

Nereden alıntı yaparsak yapalım, hakikat mesleğince sınandığında, şiirde birçok nakiseler bulunabildiği muhakkaktır. Belki de bu yüzden Fuzulî, meşhur gazellerinden birisini şu mısra ile bitirmiştir: "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır."

Ben, şiir konusunda tereddütle hareket etmeyi ise Arif Nihat Asya'dan öğrendim. Onun öğretmesiyle değil ama, ondan ibret alarak. Hem de meşhur Bayrak şiirinden. Gerçi ona varmadan evvel, sabık düzende, Atatürk'e yazılmış pekçok mizanı şaşmış metin bulunabilir. Fakat ben, Arif Nihat Asya'nın, biraz da muhafazakâr kesime tatlı gelen bir isim olduğu için, bu yazıda dikkat çekilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum. Şiirinde takıldığım bölüme gelirsem: "Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım." Görüldüğü üzere Arif Nihat Asya, bayrağına duyduğu şiddet-i muhabbetten, ağyara dönük şiddet-i husumete varmıştır bu mısralarda. Hatta öyle bir husumet büyümüştür ki içinde; bayrak için, günahsız kuşlara bile saldırmayı düşünmektedir artık.

İş şiirde kalsa iyi. Bu Bayrak şiirinin başka bir fonksiyonu daha var. Ne vakit bu ülkede bayrak eksenli bir gerilim yaşansa, hemen paylaşım sitelerinde, duvarlarda, okullarda, her yerlerde bu şiiri görmeye başlarsınız. Herkes bayrağına kendi gözüyle bakmayanın mezarını kazmaya, selam çakmayan kuşun dahi yuvasını bozmaya azmetmiş halde Asya virdini tekrar etmeye başlar. İyi de, bir mümin olarak sormak gerekir, acaba bu şiddetli bayrak muhabbetinin Kur'an'da yeri var mıdır? Hem de âlem-i İslam'ın dahi parça parça olduğu, ulus-devletlere döndüğü bir çağda? Bir bayrağın bin bayrak olduğu zamanlarda? "Vatan sevgisi imandandır" hadisi(!) gibi bu da mı şimdiki ulus-devlet/milliyetçi algılar ekseninde okunmalıdır? 14 asır evvel olmayan şeyler ekseninde yani?

Neyse, İslamî sorgulamayı şimdilik bir kenara bırakalım. Bu bayrak olayının enteresan başka yanları da var. Bizde bayrak, bir huzur vesilesinden ziyade, bir baskılama aracı olarak kullanılır. Örneğin; resmi bayram günlerinde (halk otobüslerinde bile) bayrak takma mecburiyeti vardır. Daha gergin zamanlarda, eğer takmazsanız, size cezayı halk bile uygulayabilir. Bunun bir benzerini, Clint Easwood'un yönetmenliği yaptığı Iwo Jima’dan Mektuplar filminde görmüştüm. Orada da, II. Dünya Savaşı sırasında, Japon komutanlarının, bayrak konusunda halka uyguladıkları baskıyı anlatan sahneler vardı. Demek bu ağır bayrak sembolizmi, daha doğrusu bayrağın bu denli kutsallaştırılması, biraz da asker kökenli rejim sahibi olmak ile ilgili. Ki, eğer ilgili yasa değişmediyse, Türk bayrağı yapma yetkisi bile askerî kurumlardan alınacak izne tâbiydi. Lisedeki Milli Güvenlik derslerimden böyle birşey öğrendiğimi hayal meyal hatırlıyorum.

Markar Esayan'ın Şimdinin Dar Odası isimli roman çalışmasını okuyanlar, 6-7 Eylül olayları sırasında elleri bayraklı eşkıyaların nasıl Ermenilerin/Rumların evlerini, dükkanları basıp oraları yağmaladıklarını anımsarlar. O günlerde herkes evinin penceresine bayrak asmak zorundadır. Hatta gayrimüslim komşularını korumaya çalışan müslümanlar da ellerine birer bayrak alıp onların evlerinin kapısında beklerler. Demek isterler ki: "Burası bir müslüman evi, burayı basmayın." Bundan yıllar önce, Eskişehir Hapsindeyken, Bediüzzaman Said Nursî de böylesi bir bayrak tahrikine maruz kalır. Cezaevi müdürü, onun Kürt kimliği ve rejimle sorunlu duruşu nedeniyle, izzetini tahrik edebilmek için koğuşunun penceresine kocaman bir bayrak astırır. Bediüzzaman'ın bu olaya tepkisi, hiç beklediği gibi çıkmaz:

"Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti: 'Bu kahraman hoca bize lâzımdır.' Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır."

Zaman geçer, bayrağın fonksiyonu değişmez. Bazen Ermeni okullarının üzerinde, normalde diğer okullarda rastlanmayan bir vurguyla önplana çıkarılmış görürsünüz onu. Bazen de devlete yönelik eleştirisi olduğu düşünülen toplulukların mümkün mertebe gözlerine batacak yerlere asılıyken. (Dindar, Kürt, gayrimüslim veya Liberal.) Hatta, sosyalmedyayı kullananlar hatırlayacaktır, Van'a gönderilen yardımların içine bile bayrak konması mevzubahis olmuştur. Maksatsa, Kürtlere, deprem vesilesiyle vatan sevgisini öğretmek gibidir. Fakat asıl maksat, geçmişte Kürt kimliğine sahip bazı kesimlerin bayrağa karşı gösterdikleri edepsizliğin hesabının sorulması, en azından buna bir gönderme yapılmasıdır.

Aslında PKK/BDP/KCK çizgisinde, yıllardır çeşitli vesilelerle bayrağa karşı gösterilen saygısızlık (yere düşürülmesi, Nevruz'da çocukların çiğnemesi, yakılması veya en son olayda olduğu gibi gönderden indirilmesi) çok kötü bir milliyetçilik taklididir. Arkasındaki kafa aynıdır: Türk milliyetçileri bunu her yere bayrak asarak yaparlar, Kürt milliyetçileri de bayrağı indirerek. Aslında her iki davranış şekli de birbirinin amacını doğrular şekilde gelişmiştir. (Hatta bir kısım İslamcı eylemlerinde Amerika veya İsrail bayrağı yakılması da buna dahil edilebilir.)

Sanıyorum bu noktada Kürtlerin de, bu kısırdöngüden kurtulmak için, Bediüzzaman'ın yolunu izlemeleri gerekiyor. Onun rejime uymak veya herşeyini reddetmek arasında bırakıldığı seçimde, bu seçime razı olmayıp üçüncü bir yol bulması; yani bayrağı sahiplenip kusurlarıyla rejimi reddetmesi, bence Kürtler için de genel bir davranış modeli olabilir. Ancak bu noktada Türklerin de artık bayrağı karşı tarafın damarına basma aracı olarak kullanmaması lazım. Bu vatanı hep beraber kurduysak bayrak hepimizin. Fakat şu da var: Hangi bayrak bir insan hayatından daha kıymetli olabilir? Devletler, sistemler, bayraklar insan içindir. İnsanlar onlar için değil. Eşref-i mahluk olan insandır, bayrak değil. Fabrika ayarlarımıza dönmek için meselelere daha sık Kur'an ekseninde bakmamız gerek.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...