Pyromanen/Kundakçı filmiyle dikkatimi çeken birşey: İnsan bazı şeylerin sonsuza dek sürmeyeceğini kavrayamadığında veya 'fanilikle barışamadığında' diyelim, çevresi için yıkıcı bir hale gelebiliyor. Çocukken herkesin gözdesi olmuş bir kişi, eğer ergenlik sonrasında herşey aynı şekilde gitmemişse, öncenin özlemiyle bugünden intikam almaya çalışabiliyor. Tıpkı esas oğlan Dag'ın, itfaiye şefi babasına yardım ettiği mutlu çocukluğuna ve halkın kendisini takdir ettiği kahramanlıklarına dönmek için yangınlar çıkarması gibi. Sonra onları söndürmede en büyük gayreti kendisi gösterse de bu onu zararsız kılmıyordu.
Çocukların da bir aklı var. Bir 'doğru-yanlış' değerlendirmeleri var. Fakat bu onların teklifle mükellef olmalarına yetmiyor. Teklif, yani imtihan, onların bulûğa ermeleriyle başlayan birşey. Ondan evvel sorumlulukları yok. Bu geçiş dönemi halk arasında 'aklı ermek' olarak da isimlendiriliyor. Peki, bu yaştan sonra, kararlarını akıllıca mı veriyor gençler? Hayır. Aksine, en aptal, hatta çocukluğumuzdan çok daha aptal zamanlarımızı yaşadığımız oluyor bu yaşlarda. En feci hatalara düşme tehlikesini bu çağda atlatıyoruz. Demek: 'Aklı ermek'le kastedilen birkaç senede aptaldan dehaya dönüşmek veya gelecek için en doğru kararları verme yetisini kazanmak değil. Ya? Farklı kıstaslar olduğunu meselenin bu yanı bize hissettiriyor. Çünkü, yine aynı ebeveynler, 'aklı ermiş' bu gençlerden bahsederken, akıl yürütmelerindeki veya hareketlerindeki öngörüsüzlükten dolayı onlara 'cahil' demeyi de seviyorlar.
O halde nedir bu 'tekliften sorumlu tutulmamızı sağlayan' ama 'kararlarımızın yüzdeyüz doğru olmasını sağlamayan' akıl erişi? Kendi ergenlik dönemime de bakarak bu konuda şöyle bir kanaate vardım: Çocuğun sahip olamadığı ancak ergenin sahip olduğu 'eriş' ancak zamana dair bir kavrayış farklılığı. Nasıl söylesem? "Zamanın farkına varıyor gençler." Fizyolojilerinde meydana gelen değişimleri bir kenara ayırarak düşündüğümde aklıma başka birşey gelmiyor. Ergenlik, aynı zamanda, bizim birşeylerin gidiyor olduğunu net biçimde farketmeye başladığımız süreçtir. Bu açıdan atlanan bir eşiktir. Mürşidimin 6. Söz'deki hikaye-i temsiliyesi üzerinden konuşursam: Muharebe meydanının fırtınalı olduğunu ancak ergenlik döneminde farkediyoruz biz. Belki biraz da bu farkındalığın aşırı stresi o dönemde hayatlara yansıyan.
"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın."
Fırtınayı farkettiğin zaman sorular önüne gelmeye başlıyor. Cevaplardan sorumlu tutuyorsun. Çünkü artık soruların sakınılmazlığını/önemini hisseder durumdasın. Hem de bu kaçınılmaz birşey. Zira, kendindeki değişim, seni eşyadaki değişime karşı uyanıklaştırıyor. Arkada bıraktığın çocukluk, o çocuk bedeni, o çocuk hissedişleri, o çocuk mutluluğu... vs. 'arkada bırakma' hakikatiyle yüzleşmeni mecburî kılıyor. Kendilik rasathanesinde değişimi tadıyorsun. 'Dönülmez akşamın ufku'nu görüyorsun. Geri döndürülemeyen süreçlere uyanıyorsun. Bu uyanış seni sevdiklerine karşı "Acaba onlar da mı?" endişesiyle dolduruyor. Geleceğe dair sorularını arttırıyor. Gerilmeye başlıyorsun. Çünkü tutman gereken çok şey var ve ellerin küçük.
Kanadalı yazar Fred Reed, Bir Zamanlar Biz Birdik'te, kendi çocukluğunu anlatırken diyor ki: "Dünyamız iyiliksever ve düzenli bir yerdi. Sofrada yemek beklenirdi. Masada yerlerimizi alır ve patlamaya hazır şekilde büyüyen ergenlik öncesi erkek çocuklarına has bir şekilde yemeğimizi alelacele yer, kesin bir şekilde şimdiki zamanın hiç bitmeyeceğine inanarak onu yoğun bir biçimde yaşardık." 'Zaman ve çocuk' ilişkisine dair buna benzer bir tesbiti de, İngiliz yazar Ian Mcewan, Zamanın İzlerinde'de yapıyor: "Çocuklar için çocukluk sonsuza dek sürer. Her zaman şimdiki zamanda yaşarlar. Etraflarındaki herşey şimdiki zamanda olup biter. Onların da anıları vardır elbette. Zaman elbette onlar için de biraz değişir. Ama zamanın geçip gittiğini hissetmezler. Hissettikleri tek şey bugündür. 'Ben büyüyünce...' diye başlayan cümleler kurduklarında, söylediklerine hiçbir zaman tam olarak inanmazlar."
Benim de en nihayet vardığım kanaat bu oldu: Bulûğa ermekle ulaşılan şey salt bir zeka değil. Bir farkındalık. Kendinin, başkalarının ve zamanın geri döndürülemez bir şekilde değiştiğinin farkındalığı. Bu farkındalık aynı zamanda kendisiyle ilgili soruların ve yanıtların da annesi. Bu halet-i ruhiye içinde tutmaya ve tutunmaya çalışmak kaçınılmaz. Peki nasıl tutmaya/tutunmaya çalışacaksın? Yanında başkalarını da denizin dibine çekecek misin? Ellerini dikenlere kestirecek misin? Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve kereminden, Yaver-i Ekrem aleyhissalatuvesselamı gönderiyor, doğru yerden tutmayı da öğretiyor.
"Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"
Bazıları imanı 'edinilmesi âdetten' bilgiler seviyesine indirebilir. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel...' sanabilir. Fakat iman, insanın 'eşyayı algılayış' ve 'onunla ilgili sorularla yüzleşme' şeklidir. Ve zamanla ilgili bu ilk çetin yüzleşmede de gerginliğin ilacı ondadır. Tutanamayanlar'dan olmamanın yolu, eşyayı tutmak yerine, kendisini Kur'an'da 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif edene tutunmaktır. Ona tutunduğunuz zaman, tutmak istedikleriniz de ona tutunur, sizinle kalır. Ergenlikle ilgili sorunları konuşurken neden itikadın eşya algımıza ve psikolojimize etkilerini görmezden geliyoruz ki? Sorunun kaynağı onlar zaten.
Fred Reed etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fred Reed etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Mayıs 2017 Çarşamba
9 Mayıs 2017 Salı
Bütüne bakmak parçanın miracıdır
"Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin, artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz." Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında'dan.
Sivas'tan İstanbul'a taşındığımızda kendimi hapse düşmüş gibi hissetmiştim. Sanki gökyüzüm ellerimden alınmıştı. Zara'dayken yüksekçe bir yerde ikamet ederdik. Evimizin penceresi karşımızdaki dağları engelsiz bir şekilde görürdü. O manzaraya bakmanın beni rahatlattığını hatırlıyorum. Beden ona eşlik edemese de, göz, görebildiği her yeri mülkü sanarak rahatlıyor. Birisi size 'Dur!' deyinceye kadar, gitmeseniz de, dağlar sizindir. Ne kadar az duvar o kadar çok huzur. İstanbul'a geldiğimizde Yenibosna'da kaldık bir süre. Kuleli semti, yolu düşenler bilirler, tıkabasa apartmanla dolu sıkıntılı bir yerdir. Oraya düşenin, genel anlamda ise İstanbul'un böylesi semtlerine düşenlerin, Allah yardımcısı olsun. Hele göze duvarın olmadığı bir yerden geliyorsa alışmak iki kere zor. Ben o yılları içime çöktüğüm bir dönem olarak anımsıyorum.
İhya'da hadis olarak geçen, fakat senedine dair zaaflar bulunduğunu işittiğim, hakikatli bir söz var: "Üç kişiye acıyın: Cahiller arasında kalmış âlime, zenginken fakir düşene, kavmin ulusu iken aşağı hale düşene.” Ben bunlardan birisini yaşadıklarım üzerinden anlayabiliyorum. Zenginken fakir düşmek sadece maddiyat anlamında olan birşey değil. Bence Anadolu'yu bırakıp metropole yerleşen her insan bir açıdan 'zenginken fakir düşenler'dendir. Peki hangi açıdan böyledir? Bence yaşam kalitesi açısından. Anadolu'da yaşanan hayatın dinginliğini hiçbir metropolde bulamazsınız. Çünkü dağları yoktur.
İstanbul'da yaşadığım şu on yıllar boyunca en çok hissettiğim, daha doğrusu hissedemediğim şey, zaman. Sanki haftalar günden de kısaldı. Yılları avucumdan akıp giden su gibi görüyorum. Sivas'tayken böyle değildi. Zamanın "İşte orada!" denilebilecek kadar havada asılı kaldığı bir hayattı orada yaşanan. Belki bunun bir sebebi hareketlilik. Hareket zamanı farkedilmez kılıyor. Bir diğer sebebi detay çokluğu. Detaylar çoklaştığında zamanı tadımlamak zorlaşıyor. Bütün bunlardan çıkardığım dersse şu: Zamanın farkındalığı bir parça durgunluk istiyor. Biraz hayatın kenarına çıkmanız gerekiyor. Kenardan olanı-biteni izlemelisiniz. Mürşidimin tabiriyle, tam bir "Pencerelerden seyret, içlerine girme..." durumu. Belki namazın da zamanla ve onun farkındalığıyla böyle bir ilgisi var. Namaz hayattan kenara çekildiğiniz bir pencere yani. Dağlarınızı oradan görüyorsunuz. Şehrin dışına çıkılmadan dağlar görülmez.
Namaz, her ne kadar hareket içerse de, aslında günün içindeki 'durmalar'dan oluşuyor. Huşû, tadil-i erkan, zikr gibi ayrıntıları bizi hareketten ödün verip zamanda asılı kalmaya zorluyor. Tabir-i caizse: Zamana daha fazla maruz kalabilmek için namaz kılıyoruz. Onun olmadığı bir hayatta herşey o kadar hızlı ki. Ve o kadar ötekisiz ki. Hareketin aslında bir sarhoşluk olduğunu insan durduğu kısımlarda anlıyor. Bence namazın bu yönüyle de hayata kattığı bir ötekilik var. Nasıl ki, karanlığın varlığı ancak ışıkla anlaşılıyor, aynen öyle de, zamanın varlığı namazın durgunluğunda farkediliyor. Eğer namazlarımız namaz olabilirse... İnşaallah.
Benzer şeyleri oruç hakkında da söyleyebilirim. Oruçlu olmadığım günlerde namazı vakt-i evvelinde kılmakta zorlanırım. Hatta bazen namaz arası vermekte dahi zorlanırım. Nefis dünyasını bölmek istemez. Ancak oruçluyken adeta zaman açılır. Bazen yapacak işlerimin kalmamasından dolayı "Bari namaz kılayım!" diyecek noktaya gelirim. Bunu bana söylettiren ve yaptıran oruçtur. Çünkü oruç da hayatın içindeki fiilerde bir azalma meydana getirir. Bu durgunluktan oluşan boşlukta zaman açılır. Açılan zaman sizi onu farklı şekillerde doldurmaya çağırır. Goethe'nin şöyle dediğini okumuştum bir kitapta: "Şiir hayatın geriye dönüp kendine bakmasıdır." Ben de benzer birşeyi ibadetler hakkında söyleyebilirim. Hem zaten Fred Reed Bir Zamanlar Biz Birdik'te diyor: "Bir oruç eylemi hareketsizliğinde doğrulanır hale gelir."
Hazır 'öteki farkındalığı' meselesine değinmişken dağların bana hissettirdiği başka birşeyden daha bahsetmek istiyorum. Ki bunu deniz bana asla vermedi. Dağlar bir öteki farkındalığıdır. Dağları gördüğünüz zaman, hele benim gördüğüm şekliyle (yani deniz dalgaları gibi dizilmiş şekliyle) âleminizden başka âlemlerin varlığını da hatırlar ve rahatlarsınız. Evet. Dünya sizinkinden ibaret değildir. Evet. Orada başka dünyalar da vardır. Evet. Sizinkinden başka hayatlar da yaşanmaktadır. Evet. Belki onların düşleri de sizin yaşadığınız yer üzerinedir. Her neyse... Bu başkalık farkındalığı hayalgücünün (ve belki başka birçok latifenin) rızkı gibi birşeydir. Gözü rahatlattığı gibi gönlü de rahatlatır.
Denizde bunu bulamam. Deniz bir düzlük. Benim gibi miyoplar için kısa bir düzlük üstelik. Dağa göre pek bir sıradanlık. Hem öteki algısını oluşturacak yüksekliği yok. Belki adalar? O da görülebilen bir yerdeyseniz. O nedenle denize bakmaktan dağlardan aldığım ferahı hiçbir zaman almadım. Demek: Ben bir bozkır çocuğuyum. Sonsuzluğu sahil çocukları gibi algılamıyorum. Girintiler ve çıkıntılar, yükselişler ve alçalışlar, kahverengiler ve yeşiller... Bütün o değişimler bana kendi âlemimden ötede âlemler olduğunu hatırlatıyor. Hele yüksekçe bir yere çıktığımda! 'Benim Rabbim!' dediğim Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi!' olarak da görüyorum. Çünkü yaşadığım yer o sonsuzluk içinde çok küçük kalıyor.
Nebilerin ve velilerin hayatında dağların neden farklı bir yeri var? Aleyhissalatuvesselam nübüvvetinden evvel neden bir dağda inzivaya çekildi? Dervişler neden arzı adım adım yudumluyor? Belki bunlar da birer küçük miraç. Tıpkı namazın mü'minin miracı olması gibi. Seni 'Rabbimden' çıkarıp 'Rabbu'l-âlemin'e taşıyan herşeyde miracın bir izi var. Gönle genişlik veren tesirinde hissediyorsun bunu. Ötekine dair yaşadığın her farkındalık, zihninde veya kalbinde, bir ferahlığa dönüşüyor.
Namaz, seni, yaşadığın zamanın dışında bir eyleme dünyasına çağırıyor. Oruç, seni, bir yıl boyunca yaşadığın tekdüzelikten dışarı fırlatıyor. Dağlar, seni, sadece şehrin gürültüsünden kurtarmakla kalmıyor başka dağların varlığından da haberdar ediyor. Tıpkı Mirac-ı Ahmedî'de Aleyhissalatuvesselamın başka âlemleri görmesi gibi... Sözü çok uzattım. Seni de sıktım. En nihayet şunu diyeceğim: Tefekkür de bir miraçtır. Çünkü bütüne baktırır. En azından bütünü arattırır. Bütüne bakmak parçanın miracıdır. Ne zaman baksan onu miracın bil. Ne zaman parçada boğulsan o miraca çık.
Sivas'tan İstanbul'a taşındığımızda kendimi hapse düşmüş gibi hissetmiştim. Sanki gökyüzüm ellerimden alınmıştı. Zara'dayken yüksekçe bir yerde ikamet ederdik. Evimizin penceresi karşımızdaki dağları engelsiz bir şekilde görürdü. O manzaraya bakmanın beni rahatlattığını hatırlıyorum. Beden ona eşlik edemese de, göz, görebildiği her yeri mülkü sanarak rahatlıyor. Birisi size 'Dur!' deyinceye kadar, gitmeseniz de, dağlar sizindir. Ne kadar az duvar o kadar çok huzur. İstanbul'a geldiğimizde Yenibosna'da kaldık bir süre. Kuleli semti, yolu düşenler bilirler, tıkabasa apartmanla dolu sıkıntılı bir yerdir. Oraya düşenin, genel anlamda ise İstanbul'un böylesi semtlerine düşenlerin, Allah yardımcısı olsun. Hele göze duvarın olmadığı bir yerden geliyorsa alışmak iki kere zor. Ben o yılları içime çöktüğüm bir dönem olarak anımsıyorum.
İhya'da hadis olarak geçen, fakat senedine dair zaaflar bulunduğunu işittiğim, hakikatli bir söz var: "Üç kişiye acıyın: Cahiller arasında kalmış âlime, zenginken fakir düşene, kavmin ulusu iken aşağı hale düşene.” Ben bunlardan birisini yaşadıklarım üzerinden anlayabiliyorum. Zenginken fakir düşmek sadece maddiyat anlamında olan birşey değil. Bence Anadolu'yu bırakıp metropole yerleşen her insan bir açıdan 'zenginken fakir düşenler'dendir. Peki hangi açıdan böyledir? Bence yaşam kalitesi açısından. Anadolu'da yaşanan hayatın dinginliğini hiçbir metropolde bulamazsınız. Çünkü dağları yoktur.
İstanbul'da yaşadığım şu on yıllar boyunca en çok hissettiğim, daha doğrusu hissedemediğim şey, zaman. Sanki haftalar günden de kısaldı. Yılları avucumdan akıp giden su gibi görüyorum. Sivas'tayken böyle değildi. Zamanın "İşte orada!" denilebilecek kadar havada asılı kaldığı bir hayattı orada yaşanan. Belki bunun bir sebebi hareketlilik. Hareket zamanı farkedilmez kılıyor. Bir diğer sebebi detay çokluğu. Detaylar çoklaştığında zamanı tadımlamak zorlaşıyor. Bütün bunlardan çıkardığım dersse şu: Zamanın farkındalığı bir parça durgunluk istiyor. Biraz hayatın kenarına çıkmanız gerekiyor. Kenardan olanı-biteni izlemelisiniz. Mürşidimin tabiriyle, tam bir "Pencerelerden seyret, içlerine girme..." durumu. Belki namazın da zamanla ve onun farkındalığıyla böyle bir ilgisi var. Namaz hayattan kenara çekildiğiniz bir pencere yani. Dağlarınızı oradan görüyorsunuz. Şehrin dışına çıkılmadan dağlar görülmez.
Namaz, her ne kadar hareket içerse de, aslında günün içindeki 'durmalar'dan oluşuyor. Huşû, tadil-i erkan, zikr gibi ayrıntıları bizi hareketten ödün verip zamanda asılı kalmaya zorluyor. Tabir-i caizse: Zamana daha fazla maruz kalabilmek için namaz kılıyoruz. Onun olmadığı bir hayatta herşey o kadar hızlı ki. Ve o kadar ötekisiz ki. Hareketin aslında bir sarhoşluk olduğunu insan durduğu kısımlarda anlıyor. Bence namazın bu yönüyle de hayata kattığı bir ötekilik var. Nasıl ki, karanlığın varlığı ancak ışıkla anlaşılıyor, aynen öyle de, zamanın varlığı namazın durgunluğunda farkediliyor. Eğer namazlarımız namaz olabilirse... İnşaallah.
Benzer şeyleri oruç hakkında da söyleyebilirim. Oruçlu olmadığım günlerde namazı vakt-i evvelinde kılmakta zorlanırım. Hatta bazen namaz arası vermekte dahi zorlanırım. Nefis dünyasını bölmek istemez. Ancak oruçluyken adeta zaman açılır. Bazen yapacak işlerimin kalmamasından dolayı "Bari namaz kılayım!" diyecek noktaya gelirim. Bunu bana söylettiren ve yaptıran oruçtur. Çünkü oruç da hayatın içindeki fiilerde bir azalma meydana getirir. Bu durgunluktan oluşan boşlukta zaman açılır. Açılan zaman sizi onu farklı şekillerde doldurmaya çağırır. Goethe'nin şöyle dediğini okumuştum bir kitapta: "Şiir hayatın geriye dönüp kendine bakmasıdır." Ben de benzer birşeyi ibadetler hakkında söyleyebilirim. Hem zaten Fred Reed Bir Zamanlar Biz Birdik'te diyor: "Bir oruç eylemi hareketsizliğinde doğrulanır hale gelir."
Hazır 'öteki farkındalığı' meselesine değinmişken dağların bana hissettirdiği başka birşeyden daha bahsetmek istiyorum. Ki bunu deniz bana asla vermedi. Dağlar bir öteki farkındalığıdır. Dağları gördüğünüz zaman, hele benim gördüğüm şekliyle (yani deniz dalgaları gibi dizilmiş şekliyle) âleminizden başka âlemlerin varlığını da hatırlar ve rahatlarsınız. Evet. Dünya sizinkinden ibaret değildir. Evet. Orada başka dünyalar da vardır. Evet. Sizinkinden başka hayatlar da yaşanmaktadır. Evet. Belki onların düşleri de sizin yaşadığınız yer üzerinedir. Her neyse... Bu başkalık farkındalığı hayalgücünün (ve belki başka birçok latifenin) rızkı gibi birşeydir. Gözü rahatlattığı gibi gönlü de rahatlatır.
Denizde bunu bulamam. Deniz bir düzlük. Benim gibi miyoplar için kısa bir düzlük üstelik. Dağa göre pek bir sıradanlık. Hem öteki algısını oluşturacak yüksekliği yok. Belki adalar? O da görülebilen bir yerdeyseniz. O nedenle denize bakmaktan dağlardan aldığım ferahı hiçbir zaman almadım. Demek: Ben bir bozkır çocuğuyum. Sonsuzluğu sahil çocukları gibi algılamıyorum. Girintiler ve çıkıntılar, yükselişler ve alçalışlar, kahverengiler ve yeşiller... Bütün o değişimler bana kendi âlemimden ötede âlemler olduğunu hatırlatıyor. Hele yüksekçe bir yere çıktığımda! 'Benim Rabbim!' dediğim Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi!' olarak da görüyorum. Çünkü yaşadığım yer o sonsuzluk içinde çok küçük kalıyor.
Nebilerin ve velilerin hayatında dağların neden farklı bir yeri var? Aleyhissalatuvesselam nübüvvetinden evvel neden bir dağda inzivaya çekildi? Dervişler neden arzı adım adım yudumluyor? Belki bunlar da birer küçük miraç. Tıpkı namazın mü'minin miracı olması gibi. Seni 'Rabbimden' çıkarıp 'Rabbu'l-âlemin'e taşıyan herşeyde miracın bir izi var. Gönle genişlik veren tesirinde hissediyorsun bunu. Ötekine dair yaşadığın her farkındalık, zihninde veya kalbinde, bir ferahlığa dönüşüyor.
Namaz, seni, yaşadığın zamanın dışında bir eyleme dünyasına çağırıyor. Oruç, seni, bir yıl boyunca yaşadığın tekdüzelikten dışarı fırlatıyor. Dağlar, seni, sadece şehrin gürültüsünden kurtarmakla kalmıyor başka dağların varlığından da haberdar ediyor. Tıpkı Mirac-ı Ahmedî'de Aleyhissalatuvesselamın başka âlemleri görmesi gibi... Sözü çok uzattım. Seni de sıktım. En nihayet şunu diyeceğim: Tefekkür de bir miraçtır. Çünkü bütüne baktırır. En azından bütünü arattırır. Bütüne bakmak parçanın miracıdır. Ne zaman baksan onu miracın bil. Ne zaman parçada boğulsan o miraca çık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...