Pyromanen/Kundakçı filmiyle dikkatimi çeken birşey: İnsan bazı şeylerin sonsuza dek sürmeyeceğini kavrayamadığında veya 'fanilikle barışamadığında' diyelim, çevresi için yıkıcı bir hale gelebiliyor. Çocukken herkesin gözdesi olmuş bir kişi, eğer ergenlik sonrasında herşey aynı şekilde gitmemişse, öncenin özlemiyle bugünden intikam almaya çalışabiliyor. Tıpkı esas oğlan Dag'ın, itfaiye şefi babasına yardım ettiği mutlu çocukluğuna ve halkın kendisini takdir ettiği kahramanlıklarına dönmek için yangınlar çıkarması gibi. Sonra onları söndürmede en büyük gayreti kendisi gösterse de bu onu zararsız kılmıyordu.
Çocukların da bir aklı var. Bir 'doğru-yanlış' değerlendirmeleri var. Fakat bu onların teklifle mükellef olmalarına yetmiyor. Teklif, yani imtihan, onların bulûğa ermeleriyle başlayan birşey. Ondan evvel sorumlulukları yok. Bu geçiş dönemi halk arasında 'aklı ermek' olarak da isimlendiriliyor. Peki, bu yaştan sonra, kararlarını akıllıca mı veriyor gençler? Hayır. Aksine, en aptal, hatta çocukluğumuzdan çok daha aptal zamanlarımızı yaşadığımız oluyor bu yaşlarda. En feci hatalara düşme tehlikesini bu çağda atlatıyoruz. Demek: 'Aklı ermek'le kastedilen birkaç senede aptaldan dehaya dönüşmek veya gelecek için en doğru kararları verme yetisini kazanmak değil. Ya? Farklı kıstaslar olduğunu meselenin bu yanı bize hissettiriyor. Çünkü, yine aynı ebeveynler, 'aklı ermiş' bu gençlerden bahsederken, akıl yürütmelerindeki veya hareketlerindeki öngörüsüzlükten dolayı onlara 'cahil' demeyi de seviyorlar.
O halde nedir bu 'tekliften sorumlu tutulmamızı sağlayan' ama 'kararlarımızın yüzdeyüz doğru olmasını sağlamayan' akıl erişi? Kendi ergenlik dönemime de bakarak bu konuda şöyle bir kanaate vardım: Çocuğun sahip olamadığı ancak ergenin sahip olduğu 'eriş' ancak zamana dair bir kavrayış farklılığı. Nasıl söylesem? "Zamanın farkına varıyor gençler." Fizyolojilerinde meydana gelen değişimleri bir kenara ayırarak düşündüğümde aklıma başka birşey gelmiyor. Ergenlik, aynı zamanda, bizim birşeylerin gidiyor olduğunu net biçimde farketmeye başladığımız süreçtir. Bu açıdan atlanan bir eşiktir. Mürşidimin 6. Söz'deki hikaye-i temsiliyesi üzerinden konuşursam: Muharebe meydanının fırtınalı olduğunu ancak ergenlik döneminde farkediyoruz biz. Belki biraz da bu farkındalığın aşırı stresi o dönemde hayatlara yansıyan.
"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın."
Fırtınayı farkettiğin zaman sorular önüne gelmeye başlıyor. Cevaplardan sorumlu tutuyorsun. Çünkü artık soruların sakınılmazlığını/önemini hisseder durumdasın. Hem de bu kaçınılmaz birşey. Zira, kendindeki değişim, seni eşyadaki değişime karşı uyanıklaştırıyor. Arkada bıraktığın çocukluk, o çocuk bedeni, o çocuk hissedişleri, o çocuk mutluluğu... vs. 'arkada bırakma' hakikatiyle yüzleşmeni mecburî kılıyor. Kendilik rasathanesinde değişimi tadıyorsun. 'Dönülmez akşamın ufku'nu görüyorsun. Geri döndürülemeyen süreçlere uyanıyorsun. Bu uyanış seni sevdiklerine karşı "Acaba onlar da mı?" endişesiyle dolduruyor. Geleceğe dair sorularını arttırıyor. Gerilmeye başlıyorsun. Çünkü tutman gereken çok şey var ve ellerin küçük.
Kanadalı yazar Fred Reed, Bir Zamanlar Biz Birdik'te, kendi çocukluğunu anlatırken diyor ki: "Dünyamız iyiliksever ve düzenli bir yerdi. Sofrada yemek beklenirdi. Masada yerlerimizi alır ve patlamaya hazır şekilde büyüyen ergenlik öncesi erkek çocuklarına has bir şekilde yemeğimizi alelacele yer, kesin bir şekilde şimdiki zamanın hiç bitmeyeceğine inanarak onu yoğun bir biçimde yaşardık." 'Zaman ve çocuk' ilişkisine dair buna benzer bir tesbiti de, İngiliz yazar Ian Mcewan, Zamanın İzlerinde'de yapıyor: "Çocuklar için çocukluk sonsuza dek sürer. Her zaman şimdiki zamanda yaşarlar. Etraflarındaki herşey şimdiki zamanda olup biter. Onların da anıları vardır elbette. Zaman elbette onlar için de biraz değişir. Ama zamanın geçip gittiğini hissetmezler. Hissettikleri tek şey bugündür. 'Ben büyüyünce...' diye başlayan cümleler kurduklarında, söylediklerine hiçbir zaman tam olarak inanmazlar."
Benim de en nihayet vardığım kanaat bu oldu: Bulûğa ermekle ulaşılan şey salt bir zeka değil. Bir farkındalık. Kendinin, başkalarının ve zamanın geri döndürülemez bir şekilde değiştiğinin farkındalığı. Bu farkındalık aynı zamanda kendisiyle ilgili soruların ve yanıtların da annesi. Bu halet-i ruhiye içinde tutmaya ve tutunmaya çalışmak kaçınılmaz. Peki nasıl tutmaya/tutunmaya çalışacaksın? Yanında başkalarını da denizin dibine çekecek misin? Ellerini dikenlere kestirecek misin? Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve kereminden, Yaver-i Ekrem aleyhissalatuvesselamı gönderiyor, doğru yerden tutmayı da öğretiyor.
"Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"
Bazıları imanı 'edinilmesi âdetten' bilgiler seviyesine indirebilir. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel...' sanabilir. Fakat iman, insanın 'eşyayı algılayış' ve 'onunla ilgili sorularla yüzleşme' şeklidir. Ve zamanla ilgili bu ilk çetin yüzleşmede de gerginliğin ilacı ondadır. Tutanamayanlar'dan olmamanın yolu, eşyayı tutmak yerine, kendisini Kur'an'da 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif edene tutunmaktır. Ona tutunduğunuz zaman, tutmak istedikleriniz de ona tutunur, sizinle kalır. Ergenlikle ilgili sorunları konuşurken neden itikadın eşya algımıza ve psikolojimize etkilerini görmezden geliyoruz ki? Sorunun kaynağı onlar zaten.
itikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
itikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Mayıs 2017 Çarşamba
6 Mart 2017 Pazartesi
Din siyasetten büyüktür
Referandum yaklaşıyor. Kimsenin kimseyi dinleyesi yok. Fakat yine de, öyle olduğuna inandığım birşeye, öyle olmasını önemsediğim için dikkatinizi çekmek istiyorum. Şuradan başlayayım: Bediüzzaman'ın mektuplarında hatırlattığı birşey var. "Mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir." Yani dinî meseleleri 'kavga ederek' konuşmak helal değildir. Müzakere edebilirsiniz. İstişare edebilirsiniz. Sual-cevap yapabilirsiniz. Hatta, insaflı bir şekilde, itiraz da edebilirsiniz. Ancak, tarafların bulunduğu yeri, hakikati karşı tarafta görse bile, korumaya kararlı olduğu bir düzlemde imanî/İslamî meseleleri konuşamazsınız.
Hem konuşmamalısınız. Çünkü böyle bir hak savunusu, velev sizin savunduğunuz taraf haklı olsun, karşınızdakini yanınıza çekmez. Amacı 'galip gelmek' olabilir fakat 'hakkı galip getirmek' olmaz. (Hakkın insandaki asıl galibiyeti olan muhatabın kalbini/aklını hakka kazandırmaz.) Muhatabınızın yanlıştaki ısrarını arttırır. Aklî olan bir meseleye duygu da bindirir. Muarızınız, kendi haline bırakılsa belki döneceği bir yanlıştan, sizin yüzünüzden dönmez olur. Yanlışının bağnazı ve bağımlısı olur. Muteriz iken hasım olur.
İşte, biraz da bu nedenle, siyasi meselelerin, kendileriyle doğrudan ilgili olmayan dinî argümanlarla tartışılması tehlikelidir. Tartışmayı dine ve dini tartışmaya çeker. Tuttuğu safı siyasi bağnazlığından dolayı terkedemeyen kişi, dinî olanı o tarafa meyleder görse bile, durumu olgunlukla kabullenmeyebilir. Çıkamadığı çukur nedeniyle çukuruna inmeyen dine de düşman olabilir.
Bu tıpkı, hasmının evinde annesini gören çocuğun, hasmıyla birlikte annesine de düşman olması gibidir. Anne bu düşmanlığı elbette haketmez. Hakedecek suçu yoktur. Ancak hasma duyulan öfke bu apaçık masumiyeti bastırır. "Senin onun yanında ne işin vardı?" isyanı ortaya çıkarır. Suçlamaların bini bir para olur. Annenin kalbi, belki bir daha eski halini alamayacak şekilde, kırılır. Evladın kini, belki bir daha sönmeyecek şekilde, alevlenir. Şu da var: Bu bir ailede olsa yalnız aileyi yıkar. Ama ya annenin yerinde İslam varsa? O zaman ne olur şu evlada? Bu nedenle 'münakaşa sûretinde bahis' hastalığına müptela siyasî meselelere dinî argümanların meze yapılması doğru olmaz.
Peki, bir mü'min, sünnet-i seniyyenin ve Kur'an'ın bütün hayatına oluşturduğu rehberliğe (ve buna duyduğu sarsılmaz inanca) rağmen, hayatından herhangi bir parçayı dinin anlam dünyasının dışında nasıl tutabilir? Nasıl ona bakarken dinî delilleri görmezden gelebilir? Nasıl Asr-ı Saaddet'ten veya selef-i salihîn döneminden ışık tutacak referans nakiller aramaz? Nasıl onları aklına getirmez veya kullanmaz? Ben, bu yazıda, şu konuya değinmek istiyorum.
Bu meselede istikameti şöyle bir duruşta gördüm: Bir insan, kanaatini oluştururken, dilediği kadar böyle referanslardan istifade eder ve etmelidir de. Kendi dünyasında bunu böyle anlamlandırabilir ve anlamlandırmalıdır da. Ancak kendisinden muhatabına geçişte meseleye bakışı değişmelidir. Kendi kanaatini isbat için kullandığı bu tür referansları, o kişi kendisinden nasihat istemediği sürece, başkasının kanaatini/itirazını boğmak için kullanmamalıdır.
Muhatabı mütehayyir ise, ikna için böyle şeyleri (onları menfaatinin aracı kılmaktan Allah'a sığınarak) kullanabilir. Bunu, hakkı bulmasına yardımcı olmak veya en azından kendi haklılığını ona anlatmak (değil münakaşa ile savunmak) için yapabilir. Fakat muarızını dinin dışında kalmaya mahkûm için şunu yapamaz. Yani: Kanaatlerinin dayanağını belirtmek için kullanabilir. Fakat muhatabını esir almak için yapmaz. Tutmak için yapabilir. Fakat dışlamak için yapmaz. Merhamet ile yapabilir. Fakat nefret ile yapmaz.
Bediüzzaman'ın Demokrat Parti hükümeti hakkında kullandığı "(...) madem o Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir fâidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz..." gibi ifadeleri de böyle bir düzlemde anlaşılır.
Sen, kendi adına, hayrın falanca partide veya filanca kanaatte olacağına kanaat getirebilirsin. Allah mübarek etsin. Senden nasihat isteyenlere de böyle anlatabilirsin. Allah mübarek etsin. Fakat muarızının sesini boğmak için "Eğer benden değilsen Kur'an'ın menfaatini istemiyorsun!" diyemezsin. Hak namına 'umutla' istenebilirsin ama 'itikatla' hakkı inhisarın altına alamazsın. Yalnız kendi malın yapamazsın. Din siyasetten büyüktür. Onun gaga ve kursağına sığmaz. Onun malı olamaz. İslam, kervanımızdaki hazinenin tamamıdır. Kervandaki her deve taşınmasına yardım eder de bir deve bütün hazineyi kaldıramaz. "Bu benim sayemde taşınıyor!" diyemez. Allah bizi istikametten ayırmasın.
Hem konuşmamalısınız. Çünkü böyle bir hak savunusu, velev sizin savunduğunuz taraf haklı olsun, karşınızdakini yanınıza çekmez. Amacı 'galip gelmek' olabilir fakat 'hakkı galip getirmek' olmaz. (Hakkın insandaki asıl galibiyeti olan muhatabın kalbini/aklını hakka kazandırmaz.) Muhatabınızın yanlıştaki ısrarını arttırır. Aklî olan bir meseleye duygu da bindirir. Muarızınız, kendi haline bırakılsa belki döneceği bir yanlıştan, sizin yüzünüzden dönmez olur. Yanlışının bağnazı ve bağımlısı olur. Muteriz iken hasım olur.
İşte, biraz da bu nedenle, siyasi meselelerin, kendileriyle doğrudan ilgili olmayan dinî argümanlarla tartışılması tehlikelidir. Tartışmayı dine ve dini tartışmaya çeker. Tuttuğu safı siyasi bağnazlığından dolayı terkedemeyen kişi, dinî olanı o tarafa meyleder görse bile, durumu olgunlukla kabullenmeyebilir. Çıkamadığı çukur nedeniyle çukuruna inmeyen dine de düşman olabilir.
Bu tıpkı, hasmının evinde annesini gören çocuğun, hasmıyla birlikte annesine de düşman olması gibidir. Anne bu düşmanlığı elbette haketmez. Hakedecek suçu yoktur. Ancak hasma duyulan öfke bu apaçık masumiyeti bastırır. "Senin onun yanında ne işin vardı?" isyanı ortaya çıkarır. Suçlamaların bini bir para olur. Annenin kalbi, belki bir daha eski halini alamayacak şekilde, kırılır. Evladın kini, belki bir daha sönmeyecek şekilde, alevlenir. Şu da var: Bu bir ailede olsa yalnız aileyi yıkar. Ama ya annenin yerinde İslam varsa? O zaman ne olur şu evlada? Bu nedenle 'münakaşa sûretinde bahis' hastalığına müptela siyasî meselelere dinî argümanların meze yapılması doğru olmaz.
Peki, bir mü'min, sünnet-i seniyyenin ve Kur'an'ın bütün hayatına oluşturduğu rehberliğe (ve buna duyduğu sarsılmaz inanca) rağmen, hayatından herhangi bir parçayı dinin anlam dünyasının dışında nasıl tutabilir? Nasıl ona bakarken dinî delilleri görmezden gelebilir? Nasıl Asr-ı Saaddet'ten veya selef-i salihîn döneminden ışık tutacak referans nakiller aramaz? Nasıl onları aklına getirmez veya kullanmaz? Ben, bu yazıda, şu konuya değinmek istiyorum.
Bu meselede istikameti şöyle bir duruşta gördüm: Bir insan, kanaatini oluştururken, dilediği kadar böyle referanslardan istifade eder ve etmelidir de. Kendi dünyasında bunu böyle anlamlandırabilir ve anlamlandırmalıdır da. Ancak kendisinden muhatabına geçişte meseleye bakışı değişmelidir. Kendi kanaatini isbat için kullandığı bu tür referansları, o kişi kendisinden nasihat istemediği sürece, başkasının kanaatini/itirazını boğmak için kullanmamalıdır.
Muhatabı mütehayyir ise, ikna için böyle şeyleri (onları menfaatinin aracı kılmaktan Allah'a sığınarak) kullanabilir. Bunu, hakkı bulmasına yardımcı olmak veya en azından kendi haklılığını ona anlatmak (değil münakaşa ile savunmak) için yapabilir. Fakat muarızını dinin dışında kalmaya mahkûm için şunu yapamaz. Yani: Kanaatlerinin dayanağını belirtmek için kullanabilir. Fakat muhatabını esir almak için yapmaz. Tutmak için yapabilir. Fakat dışlamak için yapmaz. Merhamet ile yapabilir. Fakat nefret ile yapmaz.
Bediüzzaman'ın Demokrat Parti hükümeti hakkında kullandığı "(...) madem o Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir fâidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz..." gibi ifadeleri de böyle bir düzlemde anlaşılır.
Sen, kendi adına, hayrın falanca partide veya filanca kanaatte olacağına kanaat getirebilirsin. Allah mübarek etsin. Senden nasihat isteyenlere de böyle anlatabilirsin. Allah mübarek etsin. Fakat muarızının sesini boğmak için "Eğer benden değilsen Kur'an'ın menfaatini istemiyorsun!" diyemezsin. Hak namına 'umutla' istenebilirsin ama 'itikatla' hakkı inhisarın altına alamazsın. Yalnız kendi malın yapamazsın. Din siyasetten büyüktür. Onun gaga ve kursağına sığmaz. Onun malı olamaz. İslam, kervanımızdaki hazinenin tamamıdır. Kervandaki her deve taşınmasına yardım eder de bir deve bütün hazineyi kaldıramaz. "Bu benim sayemde taşınıyor!" diyemez. Allah bizi istikametten ayırmasın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...