hüsnüzan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hüsnüzan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mart 2017 Cuma

Mustafa Öztürk'ün Bediüzzaman'a İşaratü'l-İ'caz hakkında ettiği iftira üzerine...

Ebubekir Sifil Hoca'nın tercüme ve derlemesini yaptığı, Semerkant Yayınları'ndan çıkan, "Böyle Seslendiler" isminde şeker-bal bir kitap var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ve Hulefa-i Raşidîn'in hutbelerinden oluşuyor. Okuduğum günden beri başucu kitabım gibi birşey oldu. Ara ara tekrar bakıp o hikmetli cümleleri kendime hatırlatıyorum. İşte, orada, Hz. Ömer'in (r.a.) hutbelerine ayrılan kısımda, pek hoşuma giden bir cümle var. Diyor ki Hz. Ömer efendim: "Müslüman kardeşinden sâdır olan bir sözü, en güzel şekilde tevil edebildiğin sürece, şerre ve kötülüğe yorma."

Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman'ın metinlerinde de sık rastlanır aynı nasihate. Bunlardan birisi Mesnevî-i Nuriye'sindedir. Kulluğa zarar veren dört hastalığı teşhis-tedavi sadedinde der ki mürşidim: "Dördüncü hastalık: 'Sû-i zan'dır. Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler."

Peki, bunu böyle anlatır da, uygulamaz mı Bediüzzaman? Elbette uygular. Eserlerinde bu uygulamanın yeraldığı birçok bahis görürüz. En sevdiklerimden birisi, talebelerinden Re'fet ağabeyin, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'ne (k.s.) dair sorduğu suale cevabıdır: "İkinci sualin: İbrahim Hakkı, 'Cû' İsm-i Âzamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren mânâsızdır. Belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahmân madem çoklara nisbeten İsm-i Âzam vazifesini görüyor. Mânevî ve maddî cû' ve açlık, o İsm-i Âzamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' İsm-i Âzamdır, yani bir İsm-i Âzama bir vesiledir' denilebilir."

Sair ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasının eserlerine baktığımızda da bir ahlak olarak bu tutumun onlara yerleştiğini görürüz. Seleflerinden kendilerine nakledilen bir sözü, eğer ilk akla gelen manası o kişinin şanına muhalifse, tevil veya tefsir ile anlamaya çalışırlar. Hemen suizan ve suitevil yoluna gitmezler. Kem bir hükme varmazlar. Amelini ahlakıyla tartarlar. Fiilini hayatıyla ölçerler. Eğer ahlakı, kendisinden o sözün veya tavrın (zâhirinin) beklenmeyeceği bir ahlaksa, aslında ne demek veya yapmak istediğini anlama mesaisine koyulurlar. Dinî metinlere aşina olanlar bu anlama çabalarının birçok misaline şahit olmuşlardır. Örnekler vererek yazıyı uzatmak istemiyorum.

Bırakınız ulemamızı, salih avamımız bile, bu ahlaka sıpsıkı bağlıdır. Kendilerine 'iyi bildikleri' kişilere dair iletilen kötü söz ve halleri hemen alıp bağrına basmaz salihlerimiz. Ya ne yapar? Öncelikle "Aslı var mı?" diye tahkik eder. Tahkik ettikten sonra, eğer iyiye tefsiri veya tevili mümkünse, tefsir ve tevil ederler. Bediüzzaman'ın "Güzel gören güzel düşünür..." sözüyle haber verdiği sırrın bir vechi de budur belki: Güzel bakmaya kastetmiş kişiler ancak güzel manalar çıkarırlar. Kastı suizan olanlar ise ancak aradıkları kemliği bulurlar.

İşte, Mustafa Öztürk'ün gündeme getirdiğini işittiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da geçen bir ifadesine dair tartışmaların da en nihayet buna dayandığı kanaatindeyim. Öncelikle üzerinde konuşulan o ifadeyi nakledelim. Bakara sûresindeki 25. ayetin tefsiri sadedinde der ki mürşidim: "'Minhâ min semaratin' denilmektense 'min semeratiha' denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan 'minha' ayrı, 'min semaratin' ayrı söylemek icap etmiştir."

Öztürk'ün kitabını (Din Sermayesinden İktidar Devşirmek: FETÖ) bizzat görmedim. Bana nakledilen bilgiyse şöyle: Öztürk, burada, Bediüzzaman'ın 'ilahî kelama ayar vermeye çalıştığını' yani "Öyle değil de böyle olsa daha güzel olurdu!" dediğini ifade ediyor. Ben böyle bir iftiradan mürşidim ve eserleri adına Allah'a sığınırım. O da, eserleri de, eserlerini tercüme eden âlim kardeşi Abdülmecid ağabey de, böyle bir iftiranın eteklerine dokunmayacağı pâk ve salih kimselerdir. Hem nur talebeleri adına da teberri ederim ki, şu ifadeyi bu şekilde anlayan, Mustafa Öztürk'ten önce, bir tane insan yoktur. Bu tamamen Öztürk'ün ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine dair sahip olduğu suizannın bir neticesidir.

Zira okuyanlar bilirler ki: Bediüzzaman, o eserde, itiraz edilebilecek noktaları dillendirerek Kur'an'ın belagatındaki mucizeliği ortaya koyar. Yani muhtemel sualleri veya itirazları da anar ve onlara da cevap verir. (Kelam ulemasının eserlerinde bu ispat metoduna sık rastlanır.) Burada da yaptığı, belagat ehlince veya ilmince dile getirilmesi muhtemel bir itirazı anıp cevabını vermektir. Meseleyi bundan farklı bir şekilde anlayan bir tane insan çıkmamıştır Mustafa Öztürk'e kadar. Ki, kendisi de, suizan ve önyargılarını bir kenara bırakarak İşaratü'l-İ'caz'ın tamamını okusa, benzeri 'anış ve cevaplayışlara' sıklıkla rastlayacaktır. Hadi, üşenmeyelim, bir tanesini biz alıntılayalım:

"Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı 'darbe' üzerine 'en yadribe'nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp, 'bağuzate'nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler."

Burada da görüldüğü gibi; Bediüzzaman, muhtemel kullanımlar içinde Kur'an'ın seçtiği yolun neden 'seçimlerin en hikmetlisi olduğunu' ifade ve isbat sadedinde söylemektedir böyle şeyleri. Başka bir amacı, hele hele (hâşâ) Cenab-ı Hakka belagat öğretme amacı, yoktur. Aksine; ehl-i belagata, Kur'an'ın belagatindeki mucizeliği gösterme gayretidir ona bu metinleri yazdıran. Allah insaf ve iz'an versin. Bediüzzaman'ın Kur'an'a ayar vermek gibi birşey yaptığına/yapabileceğine hayatını veya eserlerini bilen kim ihtimal verebilir?

Kaldı ki; şu eser, şimdiye kadar milyonlarca kişinin eline ulaşmıştır. Ulemasıyla veya avamıyla milyonlarca kişi şu eseri okumuş veya dersini dinlemiştir. Öztürk gelinceye kadar bir tane de mi iman ve idrak sahibi kimse çıkmamıştır da itiraz etmemiştir? Ümmete malolmuş böyle bir metne şu iftirayı yapmak, dolayısıyla, onu okumuş ve takdir etmiş bütün müslümanlara da bir iftira ve saldırı değil midir? Ben böyle şeyleri gördükçe kötü ahlakın salt ilimle giderilebilir birşey olmadığına kanaat getiriyorum. Demek 'adam' olunmadan 'bilimadamı' da olunmuyor. Allah bizi istikametten ayırmasın.

21 Nisan 2015 Salı

Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın

Güzel görmek, eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için algımızı bükmek değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı öyle görmektir. Evet. Varlık hayır üzere yaratılmıştır. Mü’minin imanı budur. Çünkü Allah Cemîl’dir, Hakîm’dir, Rahîm’dir. Bütün isimleri güzeldir. Kendisini hem Kur’an’ında, hem insandan hitabı nübüvvette, hem bizdeki nakşı vicdanımızda, hem de kainat kitabında böyle haber vermiştir. Her eserinde Esmaü’l-Hüsna’sının izleri bulunur. Varlıktaki güzellik kaçınılmazdır. 

Fakat, arkadaşım, zaten güzel olanı öyle görmek bile bir güzel nazar istiyor. Niyet istiyor. İman istiyor. Önceden hazırlanış istiyor. Biraz da büyük resmi kollamaya yatkın bakış istiyor. Yanlış anlaşılmasın. Burada ayıklamayı dilediğimiz şey baktıklarımızda değil. Sınırlarımızın kirleticiliğinden kurtulmayı diliyoruz biz. Eksik bilişimizin, hissedişimizin, görüşümüzün kusurlarından uzaklaşmaya çalışıyoruz. Güzel görmek mesaisi en azından bu. Çirkinlik sanrısının bizden kaynaklandığını anlamak. Ya bizzat yahut da neticeleri itibariyle güzel olanı farkedemeyenin biz olduğumuzu bilmek. Âlemi ‘kendimizde’ düzeltmek.

“Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mürşidim böyle söylüyor. Bizi parçalara bakarken yaşayacağımız yanılgılardan korumaya çalışıyor. Bütünün cüzlerinin toplamından fazlası olduğunu hatırlatıyor. Şunu da unutmamak gerekir ki arkadaşım: Vahyin küllî öğretisiyle yumuşatılmamış akıl tahripçidir. Hırpalayarak anlar. Yoğunlaştığını parçalar. Kopardığını geri vermez. Birşeyi sırf akılla anlamaya çalışmak varlıktan gasıbane ayırmaktır. Konsantrasyon dediğimiz aslında bir nevi körelme. İhtisas, alanının dışına kapanma. Evet. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Hatta bu tahripçiliğin her duyumuza sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Demek sınırlı olanın fıtratında fethetmek istediğini de sınırlandırmak var. Hakkı olmasa bile. Emaneti aldığımız andan itibaren ‘çok zalim’ ve ‘çok cahiliz.’ Madem ki parçalamakla biliyoruz. İkisi de kaçınılmaz.

Dikkat etmemiz de parçalamaktır dikkat çekmemiz de. Vurgulamadan ele alamayız hiçbirşeyi. Avuçlarımız küçüktür. Vurgumuzsa parçayı bütüne hâkim kılmaktır. Veya en azından daha/ilk görünür kılmaktır. Zalimdir. Mahluk, madem ki mutlak olamaz, o halde her tasarrufu kayıtlarıyla yaralıdır. Sınırlarıyla berelidir. Cahildir. Bu halimizden korkmalıyız arkadaşım. Hem de çok korkmalıyız. Ârif şu karanlığını farkettiği için sezgisinden vahye kaçar. Kendisinden Allah’a sığınır. Keşfine mutlak şekilde güvenmez. “Allahu a’lem!” demeden zannını açmaz. Bir fikrin Kur’an’a ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça reddedilir. Hoşumuza gitse de gitmese de. Son minvalde hakikatin hükmü bütündedir.

“Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak ‘nazarında’ pek fena bir memlekete düşer. (...)Vicdanı azap içinde kalır.” Nazarında düşer fakat kendi parçası dahi bu parçalayışını onaylamaz. Çünkü şuurunda olmasa bile fıtratı/vicdanı bütününün farkındadır. Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. Evet. Tecrübe sahibi, olayları, ‘fiil’ değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur...” Tecrübe böylesi cümlelerinizin isabetine bakar. İşte ‘böyle olduğunda nihayetinde şöyle olduğu’ bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Bütüne aşinalığınız azaldıkça tecrübelerinizin güvenilirliği azalır. Gençlerin tecrübesizliğinden bahsedildiğinde kastedilen de budur.

Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup, kanunları keşfetmenizi sağlar. Yine mürşidim diyor ki mesela: “Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.” Demek, ne zaman fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen yalnızca bir âdetullahı yakalamışsın. Yani farketmişsin. Onu okuyorsun. Okuduğunu anlatıyorsun.

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın tekrarlanan fiileri/emirleri. Onun, sıfat derecesinde hep öyle yaptığını, şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Sana açılmış bir fiilî dua yoluna uyanman. Tarlayı ekersen mahsûl bağışlanır. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması, sana, duanın kabul olmaya yatkın olduğu yönü öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Bilişin, seçişin, iradenin işaretidir. Kastta bir muhabbet kokusu da var şüphesiz. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Evet, eser fiili, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir. Fakat kanunlar şuunat-ı ilahiyeye aynalık eder. Şuunat okuması mü’minin pahabiçilmez tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye ‘marifet’ de diyoruz. Elhamdülillah. Eğer, Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir, o da bir tecrübedir, ama eksiktir. Tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata, yani Allah’a, oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye dair çıkarımlarda bulunabilirdi. Evet. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine bir yerde diyor: “Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata...

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, mü’minin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıkıldığı zaman, Allah, rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Sen değişirsin. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin de bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta, kötü şeyleri azaltmakta fayda da var!” dersin. Bu da seni “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine yüce bilinen bir Allah’ın, suizannımızdaki gibi kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifetiyle emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Kusurlu bir misal: Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her görüştüğümüzde, “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenime benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa tekrar tekrar soruyor. Hediye getirmenin huyum olduğunu biliyor çünkü. Bu bilgisinden dolayı hüsnüzannı üzerimden eksik olmuyor.

Kötülük yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir. Nerede acaba?” demek biraz. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Kem bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek, davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak, emin arkadaşınız beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek... Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan, işte, o güzel görmek olur. Zaten el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice radyallahu anha annemdir. Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince, kendisine şöyle demişti:

“Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Seni mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, Senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir, çünkü Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın eşi olmaya bihakkın layıktır. Sana son birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın. Bunu da hatırında çıkarma.

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...