16 Ocak 2025 Perşembe
Menzil'in derdiyle eteklerin zil çalmasın!
Halbuki, Bediüzzaman Hazretleri, yine bir ehl-i sünnet mürşidiyle aralarındaki gerilimde ne güzel öğretiyor:
"Ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola..." Peki burada zâhir-i şeriata muhalif birşey var mı? Yok. Haram birşeye helal demek var mı? Yok. Helal olan birşeyi haram saymak var mı? Yok. Yok. Yine de yok.
Anlaşmazlıklarının böyle şeylerle ilgisi yok. Kendi has dairelerindeki bir mesele. O halde bize ne oluyor da pek çabuk 'Cık, cık'lanıyoruz? Hem yine demiyor mu mürşidimiz: "Madem muhabbet adavete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak sûretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir..." O halde bize denmeli ki: "Sizin ehl-i imana muhabbetiniz yalanmış. Dostluğunuz tasannuymuş. Ne de çabuk aleyhlerine geçtiniz! Hiç acımak duymadınız." Evet. Bu kadar kolay aleyhlerine geçmekten husumet kokusu geliyor. Yoksa mutlaka acımak olacaktı.
"Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder." Korkarım ki, bazılarımız da, 'sinek kanadını' son zamanlarda bu mübarek dergâhlarda yaşanan tatsızlıklardan buldular. "Suizan mümkün oldukça hüsnüzan etmez!" karakterlerine layık olmaya çalışıyorlar. 'Biz'e ne kötülük ettikleriniyse sonra görecekler.
Üstelik, mezkûr mektupta Bediüzzaman Hazretleri, 'avâm-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek...' görevimiz sayıyor. Başka bir yerde 'müteşeyyih'i ise şöyle tarif ediyor: "Eğer mesleği, tenkîs-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı âsâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti intaç eden kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdır, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya tehevvüs-ü süflî bir içtihad-ı hatâ onu aldatmış; o da kendisini iyi zannedip büyük meşâyihe ve zevât-ı mübarekeye sû-i zan yolunu açmıştır." Şimdi, eğer, o mübarek sâdâtın yaşadıkları tatsızlıkları mesleklerinin tenkisine vesile sayıyorsak, bize denmez mi, "Sen de müteşeyyih değil misin?" Zira bizim yaptığımız da çatlak kapamak değil açmaktır. Kırığı onarmak değil yarmaktır. Halimiz kardeşlik değildir.
Nurcular alelekser bu mevzulara karışmazlar. Elhamdülillah. Dillerini karıştırıp günahkâr etmezler. Çünkü muhatapları da aynı yolun mürşidleridir. Aynı mesleğin hâdimleridir. Lakin kimileri kem tiynetlerine uyup böyle meselelerde şakk-ı şefe ediyorlar. Haddimiz olmayan yorumlarda bulunuyorlar. Öylelere kardeşane diyorum ki: Nurculuk tarihinde de ağabeylerimiz arasında çok anlaşmazlıklar olmuştur. Hatıralarda nakledilir. Bazılarının izleri halen devam eder. Biz, bunlara bakarak kendi mesleğimizi kötülemiyorsak, kardeşlerimizin de mesleğine kem söz etmeyelim. Allah kebirdir. Sıfatları azizdir. Büyük konuşanı sevmez. Kınayanın kınadığı elbet başına gelecektir. Ne diyelim: Cenab-ı Hak o mübarek menzillerin nurlarını kıyamete kadar söndürmesin. Aralarındaki anlaşmazlıkları tez zamanda sulhe çevirsin. Mukaddes davamızı böyle yüce hamiyetli omuzlardan yoksun bırakmasın. Âmin. Âmin.
2 Temmuz 2024 Salı
İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?
"Hacı Bayram'ın
vefatından sonra bütün müridler Akşemseddin'e tâbi olurlar. O sıralarda, hem
Akşemseddin hem de Ömer Dede, Göynük'te ikamet etmektedir. Akşemseddin her
kuşluk ve akşam vaktinde ihvanıyla zikreder. Zikirden sonra birbirleriyle
musafaha ederler. Ve müridler şeyhin elini öper. Yalnız Ömer Dede mescidin bir
köşesinde oturur. Zikir halkasına dahil olmaz. Akşemseddin bu durumdan incinir.
Birgün Ömer Dede'ye der ki: 'Zikir halkamıza dahil olman gerekir. Yoksa senden
şeyhin (Hacı Bayram'ın) verdiği hilafet tacını ve hırkasını alırız.' Dede:
'Madem öyle, yarın (cuma günü), namazdan sonra bizim eve gelin. Size hırka ve
tacı teslim edeyim' diye cevap verir. Ertesi gün evinin avlusuna büyük bir ateş
yaktırır. Namazdan sonra Akşemseddin, ihvanıyla birlikte, eve gelir. Ömer Dede,
sırtında hırka, başında tac olduğu halde ateşe girer. Ateşten çıktığında, hırka
ve tacın yandığı, fakat kendisine birşey olmadığı görülür. Bu andan itibaren
kendisi ve müridleri tac ve hırka giymez olurlar. Onun tarikine intisap edenlerin
giysilerini değiştirmelerine gerek kalmaz. Bu hâdiseden sonra Bayramî yolu
ikiye ayrılmış ve Akşemseddin ile Ömer Dede arasındaki soğukluk ortadan
kalkmıştır."
Yine, Dr. Abdulhuseyn Zerrînkûb'a ait olan, Sûfî Mirasının
Değeri (Visal Yayınları) isimli eserde de şöyle bir bilgi yeralmaktadır:
"Şeyhlerin sohbet
ve hırka isnadı (hadis ehlinin icazet silsilesi gibi) önemli sayılıyordu ve her
halukârda tarikat silsilelerinde biat, hilafet, icazet, meşihat ve kürsiname
büyük öneme sahipti. Şeyhin vasiyeti gereği veya biat uyarınca yerine geçen
halife veya 'veli-yi seccade' ya da 'seccade-nişîn'ler ruhsat sahibi sayılıyor,
eski şeyh gibi, tarikata mensup mürit ve sâliklerle bağlı tekkelerin
şeyhlerinin tamamı tarafından itaat edilip izleniyordu. Kimi zaman da (elbette
çok seyrek olarak) hilafet ve biat iddia edenler arasında ihtilaf çıkıyordu.
Örneğin: Hâce İshak Hatlânî'nin halifeliği konusunda yaşanan anlaşmazlık biri
Nurbahşîlik ve diğeri de Zehebîlik olmak üzere iki ayrı silsilenin ortaya
çıkmasıyla sonlanmıştır. Gerçekte, Hâce İshak'tan önce de, silsilesi
Silsiletü'l-Zeheb adıyla meşhur olmasına rağmen, Zehebîlik, Seyyid Abdullah
Berzişâbâdî adındaki halifesine tâbi olanlara özgü hale gelmiştir."
İşte, bir süredir
devam eden, hamiyet-i İslamiye sahibi olan herkesin ciğerini yakan, İsmailağa
cemaatindeki anlaşmazlığı da yukarıdaki perspektifle ele almaktayım ben. Allah
amellerinin karşılığını ecr-i kesirle mükafatlandırsın. Mübarek ocaklarının
nuru kıyamete kadar sönmesin. Nurcu bir kardeşleri olarak ancak hizmetlerinin
devamına dua ederim. Nakşibendî-Halidî dergâhı, küçük bir kardeşleri hükmündeki
Risale-i Nur hizmetinin duasına muhtaç değildirler ya, fakat yine de kardeşlik
ancak böyle gösterilir. Kardeş kardeşine dua eder. Mü'minin mü'mine en büyük
yardımı dua iledir. Hayırlarını dileriz.
Mürşidim bir yerde diyor ki:
"Malûmdur ki,
adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde
olarak beraber cem' olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine
göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine
inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için
yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı
hadîsle: Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek..."
Biz de böyle biliyoruz. O sebeple Anadolu'yu hocalarıyla
fetheden bu güzel ocağın bereketinin kesilmemesini can u gönülden diliyoruz.
Onların felaketini kendi felaketimiz gibi telakki ediyoruz. (Ben kendi adıma
kesinlikle böyle düşündüğümü belirttiğim gibi nurcuların da alelekser böyle
hissettiklerine kâniyim.) Ne de olsa, mürşidimiz Bediüzzaman Hazretleri de
Nakşibendî-Halidî medreselerinden yetişmiş, mürşidlerinden ders almış,
eserlerinden istifade etmiştir. Allah hepsinden razı olsun.
Biraz da bu imanımıza binaen, mabeynlerinde gördüğümüz
gerilimi, yine Nakşibendî-Halidî dergahının mübarek bir kandili olan Abdülhakim
Arvasî Hazretleri ile mürşidimiz arasındaki bir küçük-muvakkat anlaşmazlığa
dair yazılmış şu mektubun içeriğiyle alakalı görüyoruz. Bu mektup o asil
hocaların arasındaki anlaşmazlığa da merhem olur şeklinde, inşaallah, ümit ediyoruz.
Hem de bu dumanlı atmosfere bakarak o mübarek ocağa hüsnüzannını kaybetme
tehlikesi yaşayanlar varsa, Allah öyle vartalardan cümlemizi korusun, onlara da
bir şifa sunacağını kuvvetle umuyoruz-diliyoruz.
İlgili mektup şöyledir:
"Gayet ciddî bir
ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: 'Gaybı Allah'tan başkası
bilemez!' sırrıyla ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler.
En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak
mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek,
iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler.
Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla
hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen 'Öfkelerini yutanlar ve insanların
kusurlarını affedenler...'deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı
mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan
muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı,
fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki
taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin
silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini
çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur
şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve
mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için
musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz
parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ
çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor."
Evet. Şimdi biz de, muhterem-muazzez hocalarımızdan, mabeynlerindeki
anlaşmazlıkta mezkûr hususlara nazar etmelerini istirham ediyoruz. Zira onların
zararı hepimizin, tüm Türkiye'nin, hatta âlem-i İslam'ın zararı anlamına
geliyor. Anlaşmazlıklarının hararetlendiğini gördükçe mülhidlerin yüzü gülüyor,
şeytanlar bayram ediyor, münafıklar seviniyor. Onları sevindirmemek, hem
dostları üzmemek, hem de Efendi Hazretleri merhumun denizler dolusu emeğini
zâyi etmemek için tansiyonu düşürmek elzemdir. Elbette böylesi inkıbaz halleri
yaşayanlara ağır gelir. Lakin, kimbilir, sırr-ı kadere taalluk eden ne hayırlar
vardır. Ne çiçekler açacaktır. Cenab-ı Hak tez zamanda sulh u selamete
çevirsin. Âmin. Âmin.
15 Mayıs 2020 Cuma
Bediüzzaman'ın tarikate bakışında tutarsızlık mı var?
Bediüzzaman Telvihat-ı Tis'a'da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman'ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada 'öyle' burada 'böyle' demesi fikriyatı hakkında bir 'tutarsızlık' verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman 'tarikat' dediği her yerde 'tarikate dair herşeyi' murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur'da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:
"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:
"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.
Bediüzzaman'ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü'minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü'min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.
Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin 'done'leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir 'gayret' gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir 'ihlas' gerekli. Bu anlamda Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur'an-ı Hakîm'in 'ahirzamanın entelektüel kulağını' ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse 'hakka hak için tarafgir olabilmek' gerekir.
Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu 'tarikat karşıtlığı' olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman'ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.
İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. 'Olmazsa olmaz'ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden 'bilmediğimizi bilecek' kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.
'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor
"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan....
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...