"Hacı Bayram'ın
vefatından sonra bütün müridler Akşemseddin'e tâbi olurlar. O sıralarda, hem
Akşemseddin hem de Ömer Dede, Göynük'te ikamet etmektedir. Akşemseddin her
kuşluk ve akşam vaktinde ihvanıyla zikreder. Zikirden sonra birbirleriyle
musafaha ederler. Ve müridler şeyhin elini öper. Yalnız Ömer Dede mescidin bir
köşesinde oturur. Zikir halkasına dahil olmaz. Akşemseddin bu durumdan incinir.
Birgün Ömer Dede'ye der ki: 'Zikir halkamıza dahil olman gerekir. Yoksa senden
şeyhin (Hacı Bayram'ın) verdiği hilafet tacını ve hırkasını alırız.' Dede:
'Madem öyle, yarın (cuma günü), namazdan sonra bizim eve gelin. Size hırka ve
tacı teslim edeyim' diye cevap verir. Ertesi gün evinin avlusuna büyük bir ateş
yaktırır. Namazdan sonra Akşemseddin, ihvanıyla birlikte, eve gelir. Ömer Dede,
sırtında hırka, başında tac olduğu halde ateşe girer. Ateşten çıktığında, hırka
ve tacın yandığı, fakat kendisine birşey olmadığı görülür. Bu andan itibaren
kendisi ve müridleri tac ve hırka giymez olurlar. Onun tarikine intisap edenlerin
giysilerini değiştirmelerine gerek kalmaz. Bu hâdiseden sonra Bayramî yolu
ikiye ayrılmış ve Akşemseddin ile Ömer Dede arasındaki soğukluk ortadan
kalkmıştır."
Yine, Dr. Abdulhuseyn Zerrînkûb'a ait olan, Sûfî Mirasının
Değeri (Visal Yayınları) isimli eserde de şöyle bir bilgi yeralmaktadır:
"Şeyhlerin sohbet
ve hırka isnadı (hadis ehlinin icazet silsilesi gibi) önemli sayılıyordu ve her
halukârda tarikat silsilelerinde biat, hilafet, icazet, meşihat ve kürsiname
büyük öneme sahipti. Şeyhin vasiyeti gereği veya biat uyarınca yerine geçen
halife veya 'veli-yi seccade' ya da 'seccade-nişîn'ler ruhsat sahibi sayılıyor,
eski şeyh gibi, tarikata mensup mürit ve sâliklerle bağlı tekkelerin
şeyhlerinin tamamı tarafından itaat edilip izleniyordu. Kimi zaman da (elbette
çok seyrek olarak) hilafet ve biat iddia edenler arasında ihtilaf çıkıyordu.
Örneğin: Hâce İshak Hatlânî'nin halifeliği konusunda yaşanan anlaşmazlık biri
Nurbahşîlik ve diğeri de Zehebîlik olmak üzere iki ayrı silsilenin ortaya
çıkmasıyla sonlanmıştır. Gerçekte, Hâce İshak'tan önce de, silsilesi
Silsiletü'l-Zeheb adıyla meşhur olmasına rağmen, Zehebîlik, Seyyid Abdullah
Berzişâbâdî adındaki halifesine tâbi olanlara özgü hale gelmiştir."
İşte, bir süredir
devam eden, hamiyet-i İslamiye sahibi olan herkesin ciğerini yakan, İsmailağa
cemaatindeki anlaşmazlığı da yukarıdaki perspektifle ele almaktayım ben. Allah
amellerinin karşılığını ecr-i kesirle mükafatlandırsın. Mübarek ocaklarının
nuru kıyamete kadar sönmesin. Nurcu bir kardeşleri olarak ancak hizmetlerinin
devamına dua ederim. Nakşibendî-Halidî dergâhı, küçük bir kardeşleri hükmündeki
Risale-i Nur hizmetinin duasına muhtaç değildirler ya, fakat yine de kardeşlik
ancak böyle gösterilir. Kardeş kardeşine dua eder. Mü'minin mü'mine en büyük
yardımı dua iledir. Hayırlarını dileriz.
Mürşidim bir yerde diyor ki:
"Malûmdur ki,
adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde
olarak beraber cem' olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine
göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine
inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için
yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı
hadîsle: Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek..."
Biz de böyle biliyoruz. O sebeple Anadolu'yu hocalarıyla
fetheden bu güzel ocağın bereketinin kesilmemesini can u gönülden diliyoruz.
Onların felaketini kendi felaketimiz gibi telakki ediyoruz. (Ben kendi adıma
kesinlikle böyle düşündüğümü belirttiğim gibi nurcuların da alelekser böyle
hissettiklerine kâniyim.) Ne de olsa, mürşidimiz Bediüzzaman Hazretleri de
Nakşibendî-Halidî medreselerinden yetişmiş, mürşidlerinden ders almış,
eserlerinden istifade etmiştir. Allah hepsinden razı olsun.
Biraz da bu imanımıza binaen, mabeynlerinde gördüğümüz
gerilimi, yine Nakşibendî-Halidî dergahının mübarek bir kandili olan Abdülhakim
Arvasî Hazretleri ile mürşidimiz arasındaki bir küçük-muvakkat anlaşmazlığa
dair yazılmış şu mektubun içeriğiyle alakalı görüyoruz. Bu mektup o asil
hocaların arasındaki anlaşmazlığa da merhem olur şeklinde, inşaallah, ümit ediyoruz.
Hem de bu dumanlı atmosfere bakarak o mübarek ocağa hüsnüzannını kaybetme
tehlikesi yaşayanlar varsa, Allah öyle vartalardan cümlemizi korusun, onlara da
bir şifa sunacağını kuvvetle umuyoruz-diliyoruz.
İlgili mektup şöyledir:
"Gayet ciddî bir
ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: 'Gaybı Allah'tan başkası
bilemez!' sırrıyla ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler.
En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak
mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek,
iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler.
Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla
hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen 'Öfkelerini yutanlar ve insanların
kusurlarını affedenler...'deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı
mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan
muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı,
fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki
taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin
silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini
çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur
şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve
mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için
musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz
parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ
çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor."
Evet. Şimdi biz de, muhterem-muazzez hocalarımızdan, mabeynlerindeki
anlaşmazlıkta mezkûr hususlara nazar etmelerini istirham ediyoruz. Zira onların
zararı hepimizin, tüm Türkiye'nin, hatta âlem-i İslam'ın zararı anlamına
geliyor. Anlaşmazlıklarının hararetlendiğini gördükçe mülhidlerin yüzü gülüyor,
şeytanlar bayram ediyor, münafıklar seviniyor. Onları sevindirmemek, hem
dostları üzmemek, hem de Efendi Hazretleri merhumun denizler dolusu emeğini
zâyi etmemek için tansiyonu düşürmek elzemdir. Elbette böylesi inkıbaz halleri
yaşayanlara ağır gelir. Lakin, kimbilir, sırr-ı kadere taalluk eden ne hayırlar
vardır. Ne çiçekler açacaktır. Cenab-ı Hak tez zamanda sulh u selamete
çevirsin. Âmin. Âmin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder