dinsizlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dinsizlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Temmuz 2025 Perşembe

AK Parti Türkiye'de dinsizliği mi arttırıyor?

Mürşidim Münazarat'ta "Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir..." dedikten sonra ekliyor: "Meselâ, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudurunu tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece mustakzer, ikinci adam ne derece müteaffin... Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeye hakkı olmayacaktır. İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten, cerbeze, envaiyle garaibin makinesidir..."

Bugünlerde, tevafuk, AK Parti'nin 'sahadaki dünyevîleşmenin yegane sorumlusu olduğu' üzerine epeyce beyanata rastladım. Doğrusu ben de büsbütün tenzih etmem. Fakat ifrat etmekten de çekinirim. Çünkü ifrat eden adaletten sapar. Kur'an bize 'hasmımıza dahi adaletli davranmayı' emretmiştir. Kaldı ki AK Parti hasmımız falan da değil. Son genel seçimde YRP'ye verdiğimi saymazsak reyim hep onlaraydı. Bundan bir pişmanlığım da yok. Evet, hayalini kurduğumuz İslamcılığı AK Parti'de göremiyoruz, lakin CHP kazansa o mübarek hayalleri gerçekleştirebilecek miydik sanki? Sualime 'Evet!' diye cevap verenler varsa metnimi okumayı şimdi bırakabilirler. Zira, tıpkı şeriat gibi, okurluk da mesuliyet için 'akıl bâliğ olma'yı şart görür.

'Sol'da ümmet-i Muhammed'in ikbalini arıyacak kadar aklımı peynir-ekmekle yemedim çok şükür. Neyse... Uzatmayayım. Asıl mevzua geleyim. Bence AK Parti hükümetini yaşadığımız cümle sosyolojik sorunların tek sorumlusu olarak görmek 'cerbeze'nin alanına giriyor. O da şöyle oluyor: "Müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir." Evet. AK Parti hükümetinden de kusurlar sâdır olmuyor değil. Lakin, buna dikkat, hükümet 'tastamam kusur' değil. Ve dahi 'kusurların tastamam sorumlusu' değil. Aslında Osmanlı'nın son döneminden günümüze tevarüs eden bir dizi problemin inkişafını yaşıyoruz biz bu yıllarda.

Ki yine kendisi bir yerde diyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz." Yani halihazırda görülen yıkımların elli sene öncesinin hatalarından kaynaklandığı da olabilir. Başka bir yerde de Üstad Hazretleri ayetlerden istihraçta bulunurken şöyle söylüyor: "(...) Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüzyetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak..." Bilenler bilir. 1971 yılı Türkiye için cidden tehlikeli bir dönemeç olmuştur.

Öyleyse biz de, eğer gerçekten 'gerçek sorumlu'yu arıyorsak, yalnız bugüne bakıp durmayacağız. Düne-önceye uzanacağız. Evvele de illa bir nazar edeceğiz. Ha, şunu da ihmal etmek zorunda değiliz bunu söylerken, diyebiliriz: "AK Parti, Osmanlı'nın ahirinde başlamış, Cumhuriyet'in bidayetinde hepten ipini koparmış, şimdi bünyeyi sarmış bu dünyevîleşme hastalığa lazım şifaları sunamıyor." Bunu söylemekte beis yok. Hakikaten de öyledir. Hükümet böyle bir misyonla hareket ediyor görünmemektedir. (Dilinde zaman zaman böyle parlamalar olsa da sahada doludizgin gayret yoktur.) Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: AK Parti, en azından sol hükümetler gibi, dindarların ensesine çökmüyor. Hatta, aksine, seçmeni onlar olduğu için bir derece kollama yeteneğine de sahip. Aman dikkat. Sezar'a bu kadarcık hakkını vermezseniz siz de Brütüs olursunuz. Ben Brütüs gibi nâdân olmak istemediğimden Sezar'a hakkını vermeye çalışıyorum.

"İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder..." 'Müslüman oğlu/kızı müslüman' Osmanlı sosyolojisinin bugünkü dünyevîleşmesi, deistleşmesi-ateistleşmesi veya açık-saçıklığın bu derece artması, bunlar tastamam AK Parti'nin suçu olan şeyler değil. İnsaflı olalım. Mâkulden uzaklaşmayalım. Mevcud durum esasında 'küresel güçlerin' Türkiye üzerine asırlardır yürüttükleri planın sonucu. Zamanımız, ne yazık, bu yaraların patlayışına şahitlik ediyor.

Osmanlı bakiyesini yiyerek bu noktaya kadar dayandık. Kolay değildi. Döküle döküle direnildi. Ancak nesilden nesile bozulmanın miktarı da artıyor. Delik genişliyor. Çürüme yayılıyor. Sahici bir 'iman hamlesi' başlatmadığımız sürece kaybetmekten kurtulamayacağız gibi. Cep telefonu, sosyal medya, internet vs. kaybedişimizi daha da hızlandırdı. Ciddi bir savaş vermeden bu gidişatı çevirmek mümkün görünmüyor. Bundan da en çok AK Parti'nin rahatsız olması lazım aslında. Evet. Zira seçmeni eriyor. Dünyevîleştikçe sağcılar solculaşacaktır. O da sandığa AK Parti reyi olarak yansımayacaktır elbette. İşte, tam bu zeminde, hükümete kızmaya hakkımız var. Zira mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde de diyor ki: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." 

 Eğer AK Parti'ye hâkim olan irade "Dindarlara özgürlük veriyorum ya, başlarının çaresine baksınlar, gerisi onların işi..." diyorsa geleceğimiz pek yaştır. Zira sadece 'desatir-i hikmet' ile ahirzaman fitnesine galip gelmek zordur. 'Nevamis-i hükümet' yardımı gerekir. 'Kavânin-i hak' ile ikna olacakların sayısı azdır. 'Revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse' toplumsal alışkanlıkların değişmesi na-mümkündür. Hükümetin elinde bu bağımlılıkları değiştirebilme gücü var. Nasıl 'kapalı alanlarda sigara yasağı' ile tüm Türkiye'nin bu alışkanlığını değiştirdi. Önce hık-mık diyenler de zamanla kabullendiler, alıştılar. Başka hususlarda da aynısı olabilir. AK Parti'ye 2002 Kasım'ından itibaren Tâlibân gibi davranması gerektiğini söylemiyoruz. Ama bu işlerde de haybeden yere nötr olmayın be kardeşim. İttirmeye devam edin. Gücünüze illa ki ihtiyacımız var.

10 Şubat 2017 Cuma

FETÖ Abdülhamid'i kullanmaz mıydı?

Ortaokul 3. sınıftan Lise 1'in sonlarına kadar FETÖ'nün evlerine/abilerine devam ettim. Bu süre zarfında herhalde yüzlerce vaazını dinlemiş ve onlarca da kitabını okumuşumdur. İtiraf edeyim: Onlar "İtaat sorunu var!" deyip şutlayıncaya kadar büsbütün irtibatımı koparamamıştım. Evet, itiraz ediyordum. Evet, bazı şeyleri yanlış/saçma buluyordum. Evet, işin içinde bir tuhaflık/dengesizlik olduğunu hissediyordum. Ancak yine de FETÖ'den büsbütün kopmaya cesaret edemiyordum. Neden?

Bunu anlatabilmem için öncelikle size 'manevî istibdat' denilen şeyi tarif etmem gerek. Manevî istibdat, kişinin, fiziksel/dünyevî tehditlerle değil, metafizik/gaybî öğelerle esaret altına alınmasıdır. Maddî istibdatta, insanlar, somut varlıklardan görecekleri zararlardan korkarlar. Manevî istibdatta ise cezasından korkulan şeyler soyut varlıklardır. Ve biz FETÖ'ye devam ettiğimiz dönem boyunca, alttan alta, bir manevî istibdat ile baskılandık.

Cemaate girmek kolaydı. Hele gelecek adına menfaat beklenen bireylerseniz giderek de kolaylaşıyordu. Fakat çıkmak konusunda 'dünyanın kenarından cehenneme düşmek' gibi derin kaygılarımız vardı. FETÖ'deki en büyük marazlardan (veya taktiklerden) birisi; İslam tarihindeki bütün manevî istibdat malzemesini (veya elverecek şekilde evriltebileceği malzemeyi) başarıyla çocuklar-gençler üzerinde kullanmasıydı. Sınavlara hazırlanmak için eğitim kurumlarına/öğretmenlerine mecbur olan öğrencileri oralarda öyle bir endoktrinasyona tâbi tutuyorlardı ki, cemaate bir defa giren bir çocuk, eğer hepten dine düşman olmayacaksa, cemaatten kopmayı 'cehenneme atlamak' gibi görüyordu. FETÖ bunu nasıl başarıyordu? Bunu, siyerden tutun peygamber kıssalarına, Risale-i Nur'dan tutun II. Abdülhamid anlatılarına kadar 'bükmeye elverişli bulduğu' geniş bir malzeme yelpazesiyle başarıyordu.

Şeriata aykırı işlerini Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssası üzerinden 'hikmeti sonra anlaşılacak' şeyler olarak lanse ederken; dinlerarası diyaloglarında 'Muhammedu'r-Resulullah'tan ödün vermelerini ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın müşriklere "La ilahe illallah deyin, kurtulun!" buyurması üzerinden meşrulaştırıyorlardı. (Yani; o, müşrikleri İslam'a çağırırken böyle yapıyorsa 'Muhammedu'r-Resulullah'a çok da takılmamak lazımdı.) Cemaatten çıkma konusunda ise iki şeyi Gülen'in sohbetlerinde sık andığını hatırlıyorum: Risale-i Nur'dan (çarpıttıkları) bir metin ve merhum II. Abdülhamid'e dair (uydurdukları) bir hikaye.

Çarpıttıkları o metin ne idi? Hemen alıntılayayım: "Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." İşte, bu metin, bağlamından koparılarak deniliyordu ki: "Hizmetlerimizin gitmediği ülke kalmadı. Bu işin şu zamanda en büyük mümessili biziz. Şimdi bizden ayrılırsanız, sadece bizden ayrılmış sayılmazsınız, dinsizliğe dahil olursunuz." Böyle bir tuzağa düştükten sonra artık size iki yoldan birisini seçmek kalıyordu: Ya cemaate herşeye rağmen devam edecektiniz. Veya sadece cemaatten değil dinden de kopacaktınız. Nitekim, ben, FETÖ'den koptuğum dönemde böyle bir boşluğa düştüğümü (düşürüldüğümü) hatırlıyorum.

Halbuki Bediüzzaman'ın şu ifadeleri hem içerisinde bulundukları metinle hem de başka birçok bağlamla kayıtlı ifadelerdi. Daha sonra Risale-i Nur'un birebir/cemaatsiz bir talebesi olduğumda farkettim. Bediüzzaman o gibi yerlerde kendisine, eserlerine ve talebelerine (imana hizmetlerinden dolayı) savaş açıldığı bir dönemde mahkemede Risale-i Nur'dan teberri edenlerden yakınıyordu:

"Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim: Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur'u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, 'Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar!' diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok."

14. Şua'da mezkûr meseleyi vuzuha kavuşturacak birçok metni ve hatta Bediüzzaman'ın talebelerine ettiği duadan 'sadıkıne/sadıklar' ifadesini çıkarmasının nedenini okumak mümkün. Hepsinden özetle şunu anlıyorsunuz: Hakikaten o sırada Bediüzzaman'dan teberri edenler karşı tarafa yardım etmiş oluyorlar. Çünkü muhatabın eline bir gerekçe/dayanak tutuşturmuş oluyorlar. Yoksa bu metinle Bediüzzaman, hâşâ, "Nur talebesi değilseniz dinsizlere yardım ediyorsunuz!" inhisarcılığı yapmıyor. Eserlerinin/hayatının bütününe baktığınızda zaten böyle bir inhisarcılığın ondan sâdır olmasının mümkün olmadığını görüyorsunuz. Ama ne var? Mahkemede işleyen bir süreç var. Nur talebeleri tevkif edilmiş. "Beni, çekingenliğinizle onlar karşısında yalnız bırakmayın, elimi zayıflatmayın, hasma destek olmayın!" diyor. Hatta başka bir yerde daha açık ifade ediyor bunları:

"Ve deyiniz: Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi-otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli... deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz."

İşte FETÖ, bu ve benzeri metinleri bükerek manevî istibdadına malzeme buluyordu. Tabir-i caizse 'ima yoluyla tekfircilik' yapıyordu. Bu hususta kullandığı ikinci öğe ise; merhum II. Abdülhamid'e dair, (güya) merhum Mehmet Akif'in anlattığı bir hikayeydi. Kaynağı meçhul ama internette rahatlıkla bulunan bu hikayeyi aklımda kaldığı kadarıyla nakledeyim:

Mehmet Akif bir gün çok ızdıraplı bir ihtiyara rastlıyor camide. Derdini öğrenmek istiyor. O da, vaktiyle II. Abdülhamid'in subayı olduğunu, ancak mirasa konunca ordudan ayrılmak istediğini ve evvelen buna izin vermeyen Sultan'ın, ısrarları sonucu onu azlettiğini anlatıyor. Ardından bir rüya görüyor bu ihtiyar. Rüyasında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Osmanlı ordusunu teftiş ediyor. Yanında da II. Abdülhamid var. Bütün bölükleri geziyorlar. İhtiyarın başında olması gereken bölük dağınık olunca (güya) Aleyhissalatuvesselam soruyor: "Bunlar niye dağınık?" II. Abdülhamid cevaplıyor: "Efendim komutanını azlettik." Aleyhissalatuvesselam hiddetle buyuruyor: "Senin azlettiğini biz de azlettik." İşte, mezkûr ihtiyar, yaşadığı bu sahne yüzünden ızdırabdan kurtulamıyor.

Bu hadisenin anlatılış/kullanılış amacı da aynı. Yani; "Ey müntesipler, eğer Gülencilikten ayrılırsanız, siz de Efendimiz aleyhissalatuvesselam tarafından görevden alınmış olacaksınız. Ayağınızı denk alın!" ihtarı verilmiş oluyor.

Peki, yazıyı neden yazdım, ona geleyim: Son zamanlarda Erdoğan-II. Abdülhamid üzerine pek rağbet gören bir özdeşleştirme çabası var. (Yakında bir dizi de TRT'de başlayacak.) Allah mübarek etsin. İkisini de severiz. Fakat bütün bunlar olurken şunu unutmamak lazım kanaatimce: FETÖ bitse de FETÖ'yü doğuran arkaplanın bitmesi kolay değil. Malzeme, kritiği yapılmamış bir şekilde, öylece duruyor. Bu 'kimin hakkında' ürettiğinizle ilgili bir mesele değil çünkü.

Asıl soru şu: Ne üretiyorsunuz? Bir kişinin veya liderin 'hikmetinden sual olunmaz'lığının pr'ını yapıyorsanız, istediğiniz kadar FETÖ'ye düşman olun, yeni yeni FETÖ'lere zemin sağlıyor ve malzeme hazırlıyorsunuz demektir. Hatta bunu Erdoğan üzerinden yapsanız bile emekleriniz yine geleceğin FETÖ'lerine yarar. Kullanışlı kılıflar her minarenin boyuna uydurulur. Böyle özdeşleştirmeler yapılırken 'hamiyet' ekseni doğru, 'her yaptığı doğru' ekseni yanlıştır. Bize, hata yapmayan 'ulu önderler' değil, hatalarıyla/tevbeleriyle içimizden olan, yani eleştirilebilir liderler lazım. (Ben, Erdoğan'ın 'yanıldığını/kandırıldığını' rahatlıkla ifade ettiği yerleri bu yüzden seviyorum.) Aksi yöndeki telkinlerin sahipleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, geleceğin FETÖ'leri için tarla ekiyorlar. Fakat ne çare! Yaptıklarının farkında değiller.

Ancak anahtarı kilidi için nimettir

Mürşidim diyor ki: "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir." Ben kendimce bu sözü şöyle tefekkür ...