II. Abdülhamid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
II. Abdülhamid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2018 Pazartesi

Bediüzzaman hürriyetten vazgeçti mi?

Ebubekir Sifil Hoca bu yakınlarda izlediğim bir Riyazü's-Salihîn dersinde (Hayırlı İşlere Koşmak 1) "Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü'min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü'min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar!" hadisini izah sadedinde (bilmana) dedi ki:

"Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de 'fitne zamanı'nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar..." Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin 'niyet'ten başlayıp 'ahirzaman psikolojisine' kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)

Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur'da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye'de diyor: "İ'lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur'an-ı Hakîm devamlı şekilde 'İman eden ve amel-i salih işleyenler' der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter." Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası'nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:

"Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır..."

Ben de Ebubekir Sifil Hoca'nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said'in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik 'hürriyet' vurgusuna bedel, Yeni Said'in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı 'asayişi muhafaza' çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten 'hürriyet' ile 'amel-i salih' arasında 'asayişi muhafaza' ile 'takva' arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.

Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.

Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi 'anarşiye' sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da 'zulümlere' sebep olabilir.

Belki Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said'e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü'l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.

Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? 'Uçları ecnebi elinde' bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.

Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 31 Mart'tan Şeyh Said Hâdisesi'ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi'den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: 'Mümkün olanın' güzelliğini bozmamaya çalışmak 'mümkün olabilecek' güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.

10 Şubat 2017 Cuma

FETÖ Abdülhamid'i kullanmaz mıydı?

Ortaokul 3. sınıftan Lise 1'in sonlarına kadar FETÖ'nün evlerine/abilerine devam ettim. Bu süre zarfında herhalde yüzlerce vaazını dinlemiş ve onlarca da kitabını okumuşumdur. İtiraf edeyim: Onlar "İtaat sorunu var!" deyip şutlayıncaya kadar büsbütün irtibatımı koparamamıştım. Evet, itiraz ediyordum. Evet, bazı şeyleri yanlış/saçma buluyordum. Evet, işin içinde bir tuhaflık/dengesizlik olduğunu hissediyordum. Ancak yine de FETÖ'den büsbütün kopmaya cesaret edemiyordum. Neden?

Bunu anlatabilmem için öncelikle size 'manevî istibdat' denilen şeyi tarif etmem gerek. Manevî istibdat, kişinin, fiziksel/dünyevî tehditlerle değil, metafizik/gaybî öğelerle esaret altına alınmasıdır. Maddî istibdatta, insanlar, somut varlıklardan görecekleri zararlardan korkarlar. Manevî istibdatta ise cezasından korkulan şeyler soyut varlıklardır. Ve biz FETÖ'ye devam ettiğimiz dönem boyunca, alttan alta, bir manevî istibdat ile baskılandık.

Cemaate girmek kolaydı. Hele gelecek adına menfaat beklenen bireylerseniz giderek de kolaylaşıyordu. Fakat çıkmak konusunda 'dünyanın kenarından cehenneme düşmek' gibi derin kaygılarımız vardı. FETÖ'deki en büyük marazlardan (veya taktiklerden) birisi; İslam tarihindeki bütün manevî istibdat malzemesini (veya elverecek şekilde evriltebileceği malzemeyi) başarıyla çocuklar-gençler üzerinde kullanmasıydı. Sınavlara hazırlanmak için eğitim kurumlarına/öğretmenlerine mecbur olan öğrencileri oralarda öyle bir endoktrinasyona tâbi tutuyorlardı ki, cemaate bir defa giren bir çocuk, eğer hepten dine düşman olmayacaksa, cemaatten kopmayı 'cehenneme atlamak' gibi görüyordu. FETÖ bunu nasıl başarıyordu? Bunu, siyerden tutun peygamber kıssalarına, Risale-i Nur'dan tutun II. Abdülhamid anlatılarına kadar 'bükmeye elverişli bulduğu' geniş bir malzeme yelpazesiyle başarıyordu.

Şeriata aykırı işlerini Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssası üzerinden 'hikmeti sonra anlaşılacak' şeyler olarak lanse ederken; dinlerarası diyaloglarında 'Muhammedu'r-Resulullah'tan ödün vermelerini ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın müşriklere "La ilahe illallah deyin, kurtulun!" buyurması üzerinden meşrulaştırıyorlardı. (Yani; o, müşrikleri İslam'a çağırırken böyle yapıyorsa 'Muhammedu'r-Resulullah'a çok da takılmamak lazımdı.) Cemaatten çıkma konusunda ise iki şeyi Gülen'in sohbetlerinde sık andığını hatırlıyorum: Risale-i Nur'dan (çarpıttıkları) bir metin ve merhum II. Abdülhamid'e dair (uydurdukları) bir hikaye.

Çarpıttıkları o metin ne idi? Hemen alıntılayayım: "Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." İşte, bu metin, bağlamından koparılarak deniliyordu ki: "Hizmetlerimizin gitmediği ülke kalmadı. Bu işin şu zamanda en büyük mümessili biziz. Şimdi bizden ayrılırsanız, sadece bizden ayrılmış sayılmazsınız, dinsizliğe dahil olursunuz." Böyle bir tuzağa düştükten sonra artık size iki yoldan birisini seçmek kalıyordu: Ya cemaate herşeye rağmen devam edecektiniz. Veya sadece cemaatten değil dinden de kopacaktınız. Nitekim, ben, FETÖ'den koptuğum dönemde böyle bir boşluğa düştüğümü (düşürüldüğümü) hatırlıyorum.

Halbuki Bediüzzaman'ın şu ifadeleri hem içerisinde bulundukları metinle hem de başka birçok bağlamla kayıtlı ifadelerdi. Daha sonra Risale-i Nur'un birebir/cemaatsiz bir talebesi olduğumda farkettim. Bediüzzaman o gibi yerlerde kendisine, eserlerine ve talebelerine (imana hizmetlerinden dolayı) savaş açıldığı bir dönemde mahkemede Risale-i Nur'dan teberri edenlerden yakınıyordu:

"Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim: Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur'u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, 'Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar!' diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok."

14. Şua'da mezkûr meseleyi vuzuha kavuşturacak birçok metni ve hatta Bediüzzaman'ın talebelerine ettiği duadan 'sadıkıne/sadıklar' ifadesini çıkarmasının nedenini okumak mümkün. Hepsinden özetle şunu anlıyorsunuz: Hakikaten o sırada Bediüzzaman'dan teberri edenler karşı tarafa yardım etmiş oluyorlar. Çünkü muhatabın eline bir gerekçe/dayanak tutuşturmuş oluyorlar. Yoksa bu metinle Bediüzzaman, hâşâ, "Nur talebesi değilseniz dinsizlere yardım ediyorsunuz!" inhisarcılığı yapmıyor. Eserlerinin/hayatının bütününe baktığınızda zaten böyle bir inhisarcılığın ondan sâdır olmasının mümkün olmadığını görüyorsunuz. Ama ne var? Mahkemede işleyen bir süreç var. Nur talebeleri tevkif edilmiş. "Beni, çekingenliğinizle onlar karşısında yalnız bırakmayın, elimi zayıflatmayın, hasma destek olmayın!" diyor. Hatta başka bir yerde daha açık ifade ediyor bunları:

"Ve deyiniz: Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi-otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli... deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz."

İşte FETÖ, bu ve benzeri metinleri bükerek manevî istibdadına malzeme buluyordu. Tabir-i caizse 'ima yoluyla tekfircilik' yapıyordu. Bu hususta kullandığı ikinci öğe ise; merhum II. Abdülhamid'e dair, (güya) merhum Mehmet Akif'in anlattığı bir hikayeydi. Kaynağı meçhul ama internette rahatlıkla bulunan bu hikayeyi aklımda kaldığı kadarıyla nakledeyim:

Mehmet Akif bir gün çok ızdıraplı bir ihtiyara rastlıyor camide. Derdini öğrenmek istiyor. O da, vaktiyle II. Abdülhamid'in subayı olduğunu, ancak mirasa konunca ordudan ayrılmak istediğini ve evvelen buna izin vermeyen Sultan'ın, ısrarları sonucu onu azlettiğini anlatıyor. Ardından bir rüya görüyor bu ihtiyar. Rüyasında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Osmanlı ordusunu teftiş ediyor. Yanında da II. Abdülhamid var. Bütün bölükleri geziyorlar. İhtiyarın başında olması gereken bölük dağınık olunca (güya) Aleyhissalatuvesselam soruyor: "Bunlar niye dağınık?" II. Abdülhamid cevaplıyor: "Efendim komutanını azlettik." Aleyhissalatuvesselam hiddetle buyuruyor: "Senin azlettiğini biz de azlettik." İşte, mezkûr ihtiyar, yaşadığı bu sahne yüzünden ızdırabdan kurtulamıyor.

Bu hadisenin anlatılış/kullanılış amacı da aynı. Yani; "Ey müntesipler, eğer Gülencilikten ayrılırsanız, siz de Efendimiz aleyhissalatuvesselam tarafından görevden alınmış olacaksınız. Ayağınızı denk alın!" ihtarı verilmiş oluyor.

Peki, yazıyı neden yazdım, ona geleyim: Son zamanlarda Erdoğan-II. Abdülhamid üzerine pek rağbet gören bir özdeşleştirme çabası var. (Yakında bir dizi de TRT'de başlayacak.) Allah mübarek etsin. İkisini de severiz. Fakat bütün bunlar olurken şunu unutmamak lazım kanaatimce: FETÖ bitse de FETÖ'yü doğuran arkaplanın bitmesi kolay değil. Malzeme, kritiği yapılmamış bir şekilde, öylece duruyor. Bu 'kimin hakkında' ürettiğinizle ilgili bir mesele değil çünkü.

Asıl soru şu: Ne üretiyorsunuz? Bir kişinin veya liderin 'hikmetinden sual olunmaz'lığının pr'ını yapıyorsanız, istediğiniz kadar FETÖ'ye düşman olun, yeni yeni FETÖ'lere zemin sağlıyor ve malzeme hazırlıyorsunuz demektir. Hatta bunu Erdoğan üzerinden yapsanız bile emekleriniz yine geleceğin FETÖ'lerine yarar. Kullanışlı kılıflar her minarenin boyuna uydurulur. Böyle özdeşleştirmeler yapılırken 'hamiyet' ekseni doğru, 'her yaptığı doğru' ekseni yanlıştır. Bize, hata yapmayan 'ulu önderler' değil, hatalarıyla/tevbeleriyle içimizden olan, yani eleştirilebilir liderler lazım. (Ben, Erdoğan'ın 'yanıldığını/kandırıldığını' rahatlıkla ifade ettiği yerleri bu yüzden seviyorum.) Aksi yöndeki telkinlerin sahipleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, geleceğin FETÖ'leri için tarla ekiyorlar. Fakat ne çare! Yaptıklarının farkında değiller.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...