Dünya giderek küçülüyor. Kütlesinde bir değişim olmuyor belki. Fakat iletişim/ulaşım imkânlarının gelişmesiyle uzaklıklar yakınlaşıyor. Gitmeler-gelmeler, söylemeler-duymalar, etkilemeler-etkilenmeler artıyor. Gördünüz işte. Şili'de başlayan birşey birkaç günde koskoca mesafeleri aşıp Türkiye'nin meclisine kadar geldi. Ahirzamanla ilgili hadisleri tefsir edenler 'deccalin kırk günde dünyayı dolaşması' veya 'öldüğünde bir şeytanın bunu dünyaya işittirmesi' gibi rivayetleri de bu eşikten analiz ederler. Yani, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, gayb-aşina gözüyle bize ahirzamanda ulaşılacak iletişim/ulaşım imkanlarını sezdirmiştir. Elbette edeb-i peygamberîye yakışır bir tesettürle. Dikkatli nazarların aşabileceği bir billurlukla. Bunlar da mucizesidir. Yani, haberi hakikat-i nübüvvetinin bir delili, örtmesi sırr-ı imtihanın bir gereğidir.
Tabii, ıskalamayalım, böylesi imkanların bedelleri de oluyor. Nasıl bedeller? Bu konuda fehmimize yardımcı olacak bir hadis-i şerif var. Aleyhissalatuvesselam bir mecliste ashabına buyuruyor: "Sizler karış karış, arşın arşın öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. (Onların yaşayışlarını ölçü edineceksiniz.) Hatta küçük bir kertenkele deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz. Sorduk: Ya Rasulallah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahudiler ve hristiyanlar mı olacak? Buyurdu: Ya başka kimler olacaktı?" (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)
Her imkanın bir imtihanı var. Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanlarının da bedeli toplumlar arasındaki etkileşimi arttırması. Evvelemirde bunun sadece hasenatı gözümüze görünüyor. Fakat, kaçırmayalım, seyyiatı da var. Çünkü hâkim/baskın kültür dediğimiz şey sonuçta imkanları da yönetiyor. Hani şöyle bir söz vardır: "Medyanın gücü yoktur. Gücün medyası vardır!" denir. Bunun hakikatini yaşadıklarımız üzerinden de okuyabiliriz. Öyle ya. Bugün küresel medyayı kim elinde tutuyorsa insanlığa neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğunu da o öğretiyor. Kimin 'terörist' kimin 'kahraman' olduğunu, kimin 'zalim' kimin 'kurtarıcı' sayılacağını, kimin 'medeni' kimin 'vahşi' görüleceğini, hepsini ama hepsini, dominant güçler tayin ediyor.
Direniş noktamızsa evveliyetle imanımız. "Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!" buyuran Kur'an'ımız. "Kim bir kavme benzerse o da onlardandır!" buyuran Peygamberimiz. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diyen mürşidlerimiz. Bu tarz ihtarların aşıladığı temkinle ancak bir derece üzerimizdeki algı yönetimine karşı koyabiliyoruz. Yerliliğimizi muhafaza edebiliyoruz. Yani akaidimiz aynı zamanda bizim koruyucu hekimliğimiz. Her türlü beyin yıkamasına, kimlik dezenformasyonuna, kalp manipülasyonuna karşı 'değişmeyenlerimize' tutunuyoruz. Eğer onlara tutunmayı bırakırsak biz de biteriz. Hâkim kültürün baskın söylemi içinde yiteriz.
Kanaatimce bunun bir yanı da 'tepkilerimizde bile biz kalmamıza' bakıyor. Bakınız, Mısır'da gerçekleşen alçak darbenin ardından müslümanlar topyekün bir Rabia refleksi gösterdiler, ne kadar Batılı katıldı buna? Düşüncem: Rabia'nın gücü İslam coğrafyası dışına ancak daru'l-harpte yaşayan müslümanlar kadar/eliyle taşınabildi. Buradan oraya bir dalga oluşmadı. Bugün bu diyarların liderleri Diktatör Sisi'nin elini sıkmaktan çekinmiyor. Halkları da bundan rahatsız olmuyor. Hoşlarına gitmeyen izzetli demokratik liderleri ise alttan/üstten sürekli diktatörlükle yaftalıyorlar üstelik. Yani buradan oraya doğru bir algı akışı yaşanmıyor. Oradan buraya sürekli algı taşınıyor. İletişim/ulaşım imkanlarını hâlâ lehimize çevirebilmiş değiliz. Gerideyiz.
Hal böyle olunca bir müslüman elbette yüzünü hemen temkinine dönmeli. Evet. Biz, elhamdülillah ki elhamdülillah, kudsî metinlerimizde çoklukla böyle bir temkini ders almışız. Uyarılmışız. Dikkat kere dikkat kesilmeliyiz. Arkasındaki niyet ne şekilde lanse edilirse edilsin, bu eşek nasıl boyanırsa boyansın, operasyon yeyip yemediğimize dair mübarek bir tereddütle yoklamalıyız herşeyi. Öncelikle dinimizin mizanına vurmalıyız. Bozuksa almamalıyız. Bize uymuyorsa yapmamalıyız. Başkalarının dalgasına sörf tahtası olmamalıyız. Bu açıdan Las Tesis denilen şeyin de göğsümüzün içine bir taraftarlık olup yerleşmeden önce uğraması gereken duraklar var. Bilelim ki kertenkele çukuruna girenler de mutlaka teviller üretecekler. Bir şekilde olayı içselleştirecekler. Sakın onlar biz olmayalım? Sakın ha olmayalım! Sakınalım da olmayalım.
endoktrinasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
endoktrinasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
16 Aralık 2019 Pazartesi
22 Ekim 2018 Pazartesi
Osmanlı'nın andımızı yoktur!
Bir dönem İşçi Partisi'nin yönetiminde de görev yapan iktisatçı-düşünür İdris Küçükömer'in en çok bilinen görüşü Türkiye'de sağın ve solun yanlış yerleştiği iddiasıdır. Ona göre; CHP, Avrupa'daki sağ-sol kavramlaştırmalarına kıyasla, sağ bir parti iken, sekülerleştirmesi üzerinden 'sol' olarak tanımlanmıştır. Halbuki devletçilik, totaliterlik, faşistlik gibi başlıklar altında yönetimi boyunca sergilediği tavır, Avrupa'da sağın sergilediği tavırdır. Tarık Buğra da, belki biraz bu nedenle, İbiş'in Rüyası isimli meşhur romanında Sadi karakterine şöyle çıkışır: "Hani sen Nazi idin? Yakını ise, Serbest Fırka değil, Halk Fırkası oğlum."
Serdar Kaya'nın "Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği" isimli kitabında da, hatırımda kalan, şöyle bir 'alan çalışması' var. Öğretmenler üzerine yapılan sosyo-kültürel bir çalışma bu. Kaldığı kadarıyla arzedeyim: Türkiye'de bir grup öğretmene o günlerde okutulmakta olan ders kitaplarından belirli parçalar seçilerek incelemeleri isteniyor. Fakat, işin içinde bir iş var, bu metinler orijinal hallerinde değiller. Üzerlerinde çeşitli değişiklikler yapılmış. Mesela: 'Türk' kelimesi 'İngiliz' kelimesiyle veya 'Türkiye' kelimesi 'İngiltere' ile değiştirilmiş. (Yanlış hatırlamıyorsam daha farklı milletlerle yapılan değişiklikler de vardı.) Metinlerin geri kalanına ise dokunulmamış.
Ve bu metinler öğretmenlere okutulup ne düşündükleri sorulmuş. Değerlendirmelerde bulunmaları talep edilmiş. Araştırma seçkisinde yeralan öğretmenlerin neredeyse tamamı bu metinleri 'faşizan' bulmuş. 'Irkçı bir tutum' takınıldığından bahsetmiş. 'Dayatmacı' üslûplarından yakınmış. Sonra, bu öğretmenlere, okudukları metinlerin aslında ders kitaplarından alındığı söylenmiş. Orijinal halleri de teslim edilmiş. Bunları da okumaları istenmiş. Öğretmenler, şaşırtıcı bir şekilde, orijinal metinleri okuduklarında kanaatlerini değiştirmişler. Aynı faşizan tavrı, ırkçılığı veya dayatmacılığı bu metinlerde hissetmediklerini ifade etmişler. Mezkûr değişimi sağlayan sadece 'İngiliz' ve 'İngiltere' gibi kelimelerin yerine 'Türk' ve 'Türkiye' gibilerinin yerleştirilmesiymiş.
Aslında şaşırmamak gerekir. Çünkü faşizmin sorunu/körlüğü tam da burada saklıdır: Faşizm 'fetişizmini yaptığı şeye dair vurguları' aşırılık olarak görmez. Gereklilik, olması gereken ve hatta iyilik olarak tasavvur eder. Hitler için Almanlaştırma çalışmaları aslında bütün dünyaya yapılan bir iyiliktir. Öldürülmek çingelere, yahudilere ve diğer 'neidiğibelirsiz' kavimlere iyi gelir. Böylece hastalıklı varlıklarından kendileri de kurtulmuş olurlar. Hitler'in demeçlerine dikkat edin. İşgallerinin tamamı onun açısından birer 'kurtarma'dır. Yine İngilizlerin, Fransızların veya İspanyolların sömürdükleri ülkelerde yokettikleri yerel diller, kültürler, halklar veya devletler aslında kendi yüce makamlarından dünyaya yaptıkları birer iyiliktirler. (İsrailliler de bugün aynısını Filistinlilere yaptıklarını düşünürler.) Bu sosyal darwinizmin bir sonucudur. Evrim, her zaman, zayıf türün/bireylerin yokolup güçlü olanların ayakta kalmasıyla (doğal seleksiyon) devam eder. Bu açıdan sömürgeleştirmek Batı'nın insanlık üzerindeki hakkıdır. Çünkü halkanın en sonunda kendisi vardır(!).
"Milan Kundera andımızı okur muydu?" başlıklı yazımda da bu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım. 'Efendilerin empatisi' aslında bir empati değildir. Bir 'kendini dayatma'dır. Kafasındaki doğruyu tartışmaya açmayan bir 'kendileştirme hamlesi'dir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirmeye çalışmak'tır. (Ne de olsa elbise o kadına yakışmıştır. Cami hocasının 'Ben kendime yakıştıramıyorum!' demeye hakkı olabilir mi hiç?) Türkiye'deki andımız tartışmalarında da aynı 'efendi empatisi'nin izleri görülür.
Örneğin: Bu tartışmalar sırasında andımızın meşruiyetini savunan insanlara, yukarıda Serdar Kaya'dan aktardığım şekilde, metnin 'Türküm' kısmını değiştirip 'Almanım,' yine 'Ey büyük Atatürk!' kısmını değiştirip 'Ey büyük Hitler!' veya "Varlığım Türk varlığına armağan olsun!" kısmını değiştirip "Varlığım Alman varlığına armağan olsun!" şeklinde okutsanız, kesinlikle o metni faşizan bulurlar. Çin'de Uygurlara, Kuzey Irak'ta Türkmenlere, Sırbistan'da Boşnaklara böylesine farklı versiyonlarıyla okutulduğunu söyleseniz oldukları yerde hırslarından parende atarlar.
Ama kendi ülkelerine, metinlerine, vurgularına, halklarına geldiklerinde işler değişir. İşte bu faşizmin çalışma şeklidir. Faşistin dünyasında iki türlü dünya vardır. 1) Fetişizmini yaptığı şeyin hâkim olduğu dünya. 2) Fetişizmini yaptığı şeyin mazlum olduğu dünya. Bu nedenle, bir Türk, dünyanın herhangi bir yerinde andımız muamelesine maruz kalırsa mazlumdur, ama Türkiye'de başka hangi halk aynı muameleye maruz kalırsa kalsın, eğer itiraz ediyorsa, haksızdır.
Sanıyorum, tam da bu noktada, İslam'ın "Dinde zorlama yoktur!" buyuran güzelliğini de anmak gerekiyor. Başladığı noktadan en son vardığı yere kadar, İslam, hiçbir yerde 'farklı olanın' yaşamına müdahalede bulunmamıştır. Kendisini değiştirmesini istememiştir. Osmanlıların yönetimi altındaki hiçbir azınlık/kavim asimilasyon yaşamamıştır. Hatta Balkanlar için Yavuz Sultan Selim'in biraralık böyle birşeye niyetlendiği ancak dönemin Şeyhülislam'ı tarafından bir hayli paylandığı anlatılır. Zaten asırları aşan kardeşçe yaşamın sırrı da budur. Osmanlı bir imparatorluktur. Çünkü onun 'andımız'ı yoktur.
Serdar Kaya'nın "Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği" isimli kitabında da, hatırımda kalan, şöyle bir 'alan çalışması' var. Öğretmenler üzerine yapılan sosyo-kültürel bir çalışma bu. Kaldığı kadarıyla arzedeyim: Türkiye'de bir grup öğretmene o günlerde okutulmakta olan ders kitaplarından belirli parçalar seçilerek incelemeleri isteniyor. Fakat, işin içinde bir iş var, bu metinler orijinal hallerinde değiller. Üzerlerinde çeşitli değişiklikler yapılmış. Mesela: 'Türk' kelimesi 'İngiliz' kelimesiyle veya 'Türkiye' kelimesi 'İngiltere' ile değiştirilmiş. (Yanlış hatırlamıyorsam daha farklı milletlerle yapılan değişiklikler de vardı.) Metinlerin geri kalanına ise dokunulmamış.
Ve bu metinler öğretmenlere okutulup ne düşündükleri sorulmuş. Değerlendirmelerde bulunmaları talep edilmiş. Araştırma seçkisinde yeralan öğretmenlerin neredeyse tamamı bu metinleri 'faşizan' bulmuş. 'Irkçı bir tutum' takınıldığından bahsetmiş. 'Dayatmacı' üslûplarından yakınmış. Sonra, bu öğretmenlere, okudukları metinlerin aslında ders kitaplarından alındığı söylenmiş. Orijinal halleri de teslim edilmiş. Bunları da okumaları istenmiş. Öğretmenler, şaşırtıcı bir şekilde, orijinal metinleri okuduklarında kanaatlerini değiştirmişler. Aynı faşizan tavrı, ırkçılığı veya dayatmacılığı bu metinlerde hissetmediklerini ifade etmişler. Mezkûr değişimi sağlayan sadece 'İngiliz' ve 'İngiltere' gibi kelimelerin yerine 'Türk' ve 'Türkiye' gibilerinin yerleştirilmesiymiş.
Aslında şaşırmamak gerekir. Çünkü faşizmin sorunu/körlüğü tam da burada saklıdır: Faşizm 'fetişizmini yaptığı şeye dair vurguları' aşırılık olarak görmez. Gereklilik, olması gereken ve hatta iyilik olarak tasavvur eder. Hitler için Almanlaştırma çalışmaları aslında bütün dünyaya yapılan bir iyiliktir. Öldürülmek çingelere, yahudilere ve diğer 'neidiğibelirsiz' kavimlere iyi gelir. Böylece hastalıklı varlıklarından kendileri de kurtulmuş olurlar. Hitler'in demeçlerine dikkat edin. İşgallerinin tamamı onun açısından birer 'kurtarma'dır. Yine İngilizlerin, Fransızların veya İspanyolların sömürdükleri ülkelerde yokettikleri yerel diller, kültürler, halklar veya devletler aslında kendi yüce makamlarından dünyaya yaptıkları birer iyiliktirler. (İsrailliler de bugün aynısını Filistinlilere yaptıklarını düşünürler.) Bu sosyal darwinizmin bir sonucudur. Evrim, her zaman, zayıf türün/bireylerin yokolup güçlü olanların ayakta kalmasıyla (doğal seleksiyon) devam eder. Bu açıdan sömürgeleştirmek Batı'nın insanlık üzerindeki hakkıdır. Çünkü halkanın en sonunda kendisi vardır(!).
"Milan Kundera andımızı okur muydu?" başlıklı yazımda da bu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım. 'Efendilerin empatisi' aslında bir empati değildir. Bir 'kendini dayatma'dır. Kafasındaki doğruyu tartışmaya açmayan bir 'kendileştirme hamlesi'dir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirmeye çalışmak'tır. (Ne de olsa elbise o kadına yakışmıştır. Cami hocasının 'Ben kendime yakıştıramıyorum!' demeye hakkı olabilir mi hiç?) Türkiye'deki andımız tartışmalarında da aynı 'efendi empatisi'nin izleri görülür.
Örneğin: Bu tartışmalar sırasında andımızın meşruiyetini savunan insanlara, yukarıda Serdar Kaya'dan aktardığım şekilde, metnin 'Türküm' kısmını değiştirip 'Almanım,' yine 'Ey büyük Atatürk!' kısmını değiştirip 'Ey büyük Hitler!' veya "Varlığım Türk varlığına armağan olsun!" kısmını değiştirip "Varlığım Alman varlığına armağan olsun!" şeklinde okutsanız, kesinlikle o metni faşizan bulurlar. Çin'de Uygurlara, Kuzey Irak'ta Türkmenlere, Sırbistan'da Boşnaklara böylesine farklı versiyonlarıyla okutulduğunu söyleseniz oldukları yerde hırslarından parende atarlar.
Ama kendi ülkelerine, metinlerine, vurgularına, halklarına geldiklerinde işler değişir. İşte bu faşizmin çalışma şeklidir. Faşistin dünyasında iki türlü dünya vardır. 1) Fetişizmini yaptığı şeyin hâkim olduğu dünya. 2) Fetişizmini yaptığı şeyin mazlum olduğu dünya. Bu nedenle, bir Türk, dünyanın herhangi bir yerinde andımız muamelesine maruz kalırsa mazlumdur, ama Türkiye'de başka hangi halk aynı muameleye maruz kalırsa kalsın, eğer itiraz ediyorsa, haksızdır.
Sanıyorum, tam da bu noktada, İslam'ın "Dinde zorlama yoktur!" buyuran güzelliğini de anmak gerekiyor. Başladığı noktadan en son vardığı yere kadar, İslam, hiçbir yerde 'farklı olanın' yaşamına müdahalede bulunmamıştır. Kendisini değiştirmesini istememiştir. Osmanlıların yönetimi altındaki hiçbir azınlık/kavim asimilasyon yaşamamıştır. Hatta Balkanlar için Yavuz Sultan Selim'in biraralık böyle birşeye niyetlendiği ancak dönemin Şeyhülislam'ı tarafından bir hayli paylandığı anlatılır. Zaten asırları aşan kardeşçe yaşamın sırrı da budur. Osmanlı bir imparatorluktur. Çünkü onun 'andımız'ı yoktur.
4 Haziran 2018 Pazartesi
Ördek tüyü üzerine çalışmak...
"Mü'minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar." (Tevbe sûresi, 122)
Sosyalmedyada bu sıralar çokça paylaşılan bir video var. Enis Batur'un Aykırı Sorular programında yaptığı bir tesbit. Diyor ki orada Batur: "Birilerinin 'ördek tüyü' üzerinde çalışması lazım. 'Neden su geçirmediğini' ortaya çıkarması lazım. Eğer bir toplumun bütün ögeleri/bireyleri son hücrelerine kadar aktüalitenin, gündemin, siyasetin içinde yeralırlarsa o toplum güdük kalır."
Doğrusu, bu sözleri işitince, nicedir ifade edip rahatlayamadığım bir mananın güzelce dilegetirilmiş olduğunu hissettim. Mutlu oldum. Hakikaten ben de epeydir 'ördek tüyü' gibi meseleler üzerine kafa yormak taraftarıydım. Zira gırtladığımıza kadar boğulduğumuz tartışmalar içinde nefes alamıyordum. Üstelik bu türden günübirlik tartışmaların topluma mesafe aldırabildiğine de inanmıyordum.
Bu zeminde herşey pek kolay tersyüz oluyordu. Dünün 'en kötüsü' bugünün 'en iyisi' haline gelebiliyordu. Dünün 'en iyisi' bugün 'en kötü' olabiliyordu. Suya yazı yazılıyordu âdeta burada çalışılırken. Bir gün sonra (bizzat yazanı tarafından dahi) şevkle yanlışlanabilecek şeylere 'tek günlük değişmezler' gözüyle bakılıyordu.
Şunu farkettim önce: İlkelerin hâkimiyeti yalandı. Çünkü ilkeler 'sabit uygulanışlara' (sünnetlere) sahip değillerdi. Bugün ilke gereği 'onu' destekleyenler, yarın ilke gereği 'bunu' destekliyorlardı. Hatta oturup iki farklı duruşa da ayrı ayrı ilkeler bulabiliyorlardı. Bir önceki duruşlarını (yanlışlarını) sonradan keşfettikleri yeni bir ilkeyle izah edebiliyorlardı. (Herşeyin bir 'olur'u bulunuyordu.) Yani yeterince ilke üretebiliyorsanız ortada yanlış diye birşey kalmıyordu.
Demagogların tamamı birer 'ilke canavarı'ydı. Ben gidişatı kaçırmıştım ama, galiba, ilkesellik 'oynaklığın' yeni adı olmuştu. Hatta Kur'an'ı hevalarına göre bükebilmek isteyen 'tarihselciler' dahi onu 'somut fıkhın' alanı olarak görmek yerine 'soyut ilkelerin' alanı olarak görmeyi tercih ediyorlardı. Hele Kur'an bir 'ilkeler kitabı' haline gelsindi. Ondan sonrası kolaydı. İlkeler bükülmeye müsaitti.
Peki ben ne yaptım? Kaçtım. Bildiğiniz kaçtım. Koşabildiğim kadar hızlı hem de. Yok. Korkmayın. Deist falan olmadım çok şükür. Çünkü hevama değil Allah'a kaçtım. Kalbimi modern sohbetlerden kurtarıp 'geleneğin huzurlu iklimine' saldım. Devam ettiğim dersleri bırakıp, netten, merhum Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) ve Ebubekir Sifil Hoca'nın hadis derslerini takip etmeye başladım.
Onlar beni ferahlattı. Onlar bana Risale-i Nur'da bulduğum, bulmakla tutulduğum, tutulmakla ardından yürüdüğüm 'gönül inşirahını' yeniden verdi. Çünkü gündemden korunmuşlardı. Çünkü bugünün saflaşmalarıyla bir ilgileri yoktu. Çünkü beni Allah'tan başka bir yöne doğru itmiyorlardı. Tefekkür ettikleri kudsî metinlerin uhrevî kokusunu sunuyordu bu dersler bana. Hükümet kurup hükümet devirmiyorlardı. Sabah 'siyaset' diye kalkıp akşam 'siyaset' diye yatmıyorlardı. Gazete başlıklarına göre şekillenmiyorlardı.
İçimde bunları yaşarken gençlerin de neden 'din yorgunu' haline geldiklerini bir nebze anladım. (Neden deizmi/ateizmi bir kaçış gibi gördüklerini, bir açıdan, kavradım.) Kanaatimce: Onlar 'dinden' değil 'anlatıcıların bükücülüğünden' kaçıyorlardı. İnsanlar İslam'a koşarken huzur arıyordu. Fakat bazı meclislerde din kesintisiz bir kavganın aracıydı. Bir topuzlar savaşıydı. Ve, mürşidimin bir yerde ifade ettiği gibi, mütehayyirler topuzu görünce korkuyordu. 'Şiddet görme' korkusu değildi bu. 'Kullanılma' korkusuydu.
"Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, 'Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?' diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner."
Ben de bunu yaşadım. Tıpkı tıpkısına hem de. Derslerinden istifade ettiğim kimi dillerde nurun uçuşunu/sönüşünü gördüm. Ürktüm! Bildiğiniz ürktüm! Nasıl tarif etmeli bunu size? Belki şöyle: Allah'ın rızasını kazandıracak hakikatler dinlemeye gittiğim yerlerde sanki 'bükülen hakikatler eşliğinde' başka bir yöne doğru da sevkediliyordum. Meclislerden 'huzurla dolmuş olarak' değil 'keyifsiz bir gerilimle' kalkıyordum. Oysa bunun için girmemiştim o yola. Böylesi seküler bir mala da talip olmamıştım. Ben dinimle dünya istemiyordum. İşte, tam da bu noktada, durduğum yeri sorgulamaya başladım. Ve marifetullahı gündemin etkisinde bırakan yerlerden uzaklaşma kararı aldım. Tıpkı temsildeki adam gibi diyordum çünkü: "Acaba nurla beni celp edip topuzla dövmek mi istiyor?"
Arkadaşım. Topuzu sadece 'kuvvet' ekseninde yorumluyoruz biz. Fakat salt bunu ifade etmiyor bence. Daha fazlası da var. Topuz her türden zorlamadır. Endoktrinasyondur. (Beyin yıkamadır.) Dayatmadır. 'Görü' bozumudur. Propagandadır. Baskıcı telkindir. Dönüştürmedir. Sözün ardındaki ikincil niyetlerdir. İhlassızlıktır.
Bu manaların tamamı temsildeki 'topuz'un kapsamı içine girer. Ve, ahirzamanda siyasete merkezi bir önem atfedenler, fiilen görev alsınlar-almasınlar, bu yöntemlerin tamamını çevrelerine karşı kullanırlar. Ellerindeki her türlü bilgiyi, buna din bilgisi de dahildir, toplumun gitmesini istedikleri yöne doğru sevkederler. Çünkü siyaset, diğer bütün bilimlerin aksine, sadece varolanı okumaz, 'varolması gerekeni' de söyler. Bu tabiatı da onu baskıcı kılar.
Nur ise böyle değildir. İtmez. Çeker. İnsan nura 'canı çekerek' gelir, 'canı çekerek' kalır, 'canı çekerek' dahil olur. Ondan gelen aydınlıkla 'zaten varolanı' okur. Nur, topuzun rağmına, tastamam bir kavgasızlık alanıdır. Risale-i Nur'un tebliğ başarısının ardında da bu sır vardır. Saff-ı evvellerimiz hakkında konuşalım mesela. Bu insanlar çevrelerini 'siyasi mühendislik faaliyetleri' ile mi hidayete çağırmışlardır? Hâşâ. Ya? Onlara dünyada tadılır bir cennet sunmuşlardır. Kaçabilecekleri huzurlu bir liman sağlamışlardır.
Meclisleri nur olduğu, nur dolduğu, nur koktuğu, nur konuşulduğu için de (Kur'an'ın tabiriyle) 'kendilerinden hiçbir ücret istemeyenlere' tâbi olmaya yatkın insan fıtratları onlara kaymıştır. Yani: Nur itmemiştir. "Nur çağırmıştır." Bu yola tekrar dönülmelidir.
Yoksa, bugünkü gibi, karşısındakinin beynini/iradesini hakikat dersinin ücreti olarak isteyenlerin elinde sermayeden yenmeye devam edilecektir. Evet, biz o saff-ı evvellerin çok gerisindeyiz, çünkü onlar kadar 'nur'cu değiliz. Topuzla da hafiften hafiften dürterek toplulukları bir yere sevketmeye çalışıyoruz. Ve insanlar bundan ürküyorlar. Gelmiyorlar. Hatta bazıları dinin de ötesine kaçıyorlar.
Sadece nurcular için söylemiyorum bunları. Söyleyeceklerim bütün ekoller için geçerli. Eğer biz, hakikaten iman hizmeti davasındaysak, insanların huzur duymak için geleceği 'kavgasızlık alanları' oluşturmak zorundayız. Geçmişte tasavvufun yaptığını şimdi de başarmak zorundayız. Seküler olandan korunmak zorundayız. Eğer böyle alanlar oluşturmazsak gençler dini 'güdük tartışmaların argümanlarından birisi' sanacaklar. Uhrevî yanlarını ıskalayacaklar. Âdi pazarın kötü mallarından zannedecekler. Çünkü din bu tartışmalar sırasında ister-istemez sekülerleşecek. Kullanılacak.
Kaçak güreşmeyelim. Bahane bulmayalım. Suçu başkalara atmayalım. Bu mesele 'iktidarın kimde olduğuyla' ilgili değil. Birer tebliğci olarak senin-benim-onun nerede durduğumuzla ilgili. Biz Allah'ı araçsallaştırmadan anlatmalıyız. Amme cüzünü kavgada kendisini korumak için siper eden çocuk gibi olmamalıyız. Kendimizi Amme cüzüne siper etmeliyiz. Önce bu lazım. Tevfik ise Allah'tandır.
Sosyalmedyada bu sıralar çokça paylaşılan bir video var. Enis Batur'un Aykırı Sorular programında yaptığı bir tesbit. Diyor ki orada Batur: "Birilerinin 'ördek tüyü' üzerinde çalışması lazım. 'Neden su geçirmediğini' ortaya çıkarması lazım. Eğer bir toplumun bütün ögeleri/bireyleri son hücrelerine kadar aktüalitenin, gündemin, siyasetin içinde yeralırlarsa o toplum güdük kalır."
Doğrusu, bu sözleri işitince, nicedir ifade edip rahatlayamadığım bir mananın güzelce dilegetirilmiş olduğunu hissettim. Mutlu oldum. Hakikaten ben de epeydir 'ördek tüyü' gibi meseleler üzerine kafa yormak taraftarıydım. Zira gırtladığımıza kadar boğulduğumuz tartışmalar içinde nefes alamıyordum. Üstelik bu türden günübirlik tartışmaların topluma mesafe aldırabildiğine de inanmıyordum.
Bu zeminde herşey pek kolay tersyüz oluyordu. Dünün 'en kötüsü' bugünün 'en iyisi' haline gelebiliyordu. Dünün 'en iyisi' bugün 'en kötü' olabiliyordu. Suya yazı yazılıyordu âdeta burada çalışılırken. Bir gün sonra (bizzat yazanı tarafından dahi) şevkle yanlışlanabilecek şeylere 'tek günlük değişmezler' gözüyle bakılıyordu.
Şunu farkettim önce: İlkelerin hâkimiyeti yalandı. Çünkü ilkeler 'sabit uygulanışlara' (sünnetlere) sahip değillerdi. Bugün ilke gereği 'onu' destekleyenler, yarın ilke gereği 'bunu' destekliyorlardı. Hatta oturup iki farklı duruşa da ayrı ayrı ilkeler bulabiliyorlardı. Bir önceki duruşlarını (yanlışlarını) sonradan keşfettikleri yeni bir ilkeyle izah edebiliyorlardı. (Herşeyin bir 'olur'u bulunuyordu.) Yani yeterince ilke üretebiliyorsanız ortada yanlış diye birşey kalmıyordu.
Demagogların tamamı birer 'ilke canavarı'ydı. Ben gidişatı kaçırmıştım ama, galiba, ilkesellik 'oynaklığın' yeni adı olmuştu. Hatta Kur'an'ı hevalarına göre bükebilmek isteyen 'tarihselciler' dahi onu 'somut fıkhın' alanı olarak görmek yerine 'soyut ilkelerin' alanı olarak görmeyi tercih ediyorlardı. Hele Kur'an bir 'ilkeler kitabı' haline gelsindi. Ondan sonrası kolaydı. İlkeler bükülmeye müsaitti.
Peki ben ne yaptım? Kaçtım. Bildiğiniz kaçtım. Koşabildiğim kadar hızlı hem de. Yok. Korkmayın. Deist falan olmadım çok şükür. Çünkü hevama değil Allah'a kaçtım. Kalbimi modern sohbetlerden kurtarıp 'geleneğin huzurlu iklimine' saldım. Devam ettiğim dersleri bırakıp, netten, merhum Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) ve Ebubekir Sifil Hoca'nın hadis derslerini takip etmeye başladım.
Onlar beni ferahlattı. Onlar bana Risale-i Nur'da bulduğum, bulmakla tutulduğum, tutulmakla ardından yürüdüğüm 'gönül inşirahını' yeniden verdi. Çünkü gündemden korunmuşlardı. Çünkü bugünün saflaşmalarıyla bir ilgileri yoktu. Çünkü beni Allah'tan başka bir yöne doğru itmiyorlardı. Tefekkür ettikleri kudsî metinlerin uhrevî kokusunu sunuyordu bu dersler bana. Hükümet kurup hükümet devirmiyorlardı. Sabah 'siyaset' diye kalkıp akşam 'siyaset' diye yatmıyorlardı. Gazete başlıklarına göre şekillenmiyorlardı.
İçimde bunları yaşarken gençlerin de neden 'din yorgunu' haline geldiklerini bir nebze anladım. (Neden deizmi/ateizmi bir kaçış gibi gördüklerini, bir açıdan, kavradım.) Kanaatimce: Onlar 'dinden' değil 'anlatıcıların bükücülüğünden' kaçıyorlardı. İnsanlar İslam'a koşarken huzur arıyordu. Fakat bazı meclislerde din kesintisiz bir kavganın aracıydı. Bir topuzlar savaşıydı. Ve, mürşidimin bir yerde ifade ettiği gibi, mütehayyirler topuzu görünce korkuyordu. 'Şiddet görme' korkusu değildi bu. 'Kullanılma' korkusuydu.
"Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, 'Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?' diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner."
Ben de bunu yaşadım. Tıpkı tıpkısına hem de. Derslerinden istifade ettiğim kimi dillerde nurun uçuşunu/sönüşünü gördüm. Ürktüm! Bildiğiniz ürktüm! Nasıl tarif etmeli bunu size? Belki şöyle: Allah'ın rızasını kazandıracak hakikatler dinlemeye gittiğim yerlerde sanki 'bükülen hakikatler eşliğinde' başka bir yöne doğru da sevkediliyordum. Meclislerden 'huzurla dolmuş olarak' değil 'keyifsiz bir gerilimle' kalkıyordum. Oysa bunun için girmemiştim o yola. Böylesi seküler bir mala da talip olmamıştım. Ben dinimle dünya istemiyordum. İşte, tam da bu noktada, durduğum yeri sorgulamaya başladım. Ve marifetullahı gündemin etkisinde bırakan yerlerden uzaklaşma kararı aldım. Tıpkı temsildeki adam gibi diyordum çünkü: "Acaba nurla beni celp edip topuzla dövmek mi istiyor?"
Arkadaşım. Topuzu sadece 'kuvvet' ekseninde yorumluyoruz biz. Fakat salt bunu ifade etmiyor bence. Daha fazlası da var. Topuz her türden zorlamadır. Endoktrinasyondur. (Beyin yıkamadır.) Dayatmadır. 'Görü' bozumudur. Propagandadır. Baskıcı telkindir. Dönüştürmedir. Sözün ardındaki ikincil niyetlerdir. İhlassızlıktır.
Bu manaların tamamı temsildeki 'topuz'un kapsamı içine girer. Ve, ahirzamanda siyasete merkezi bir önem atfedenler, fiilen görev alsınlar-almasınlar, bu yöntemlerin tamamını çevrelerine karşı kullanırlar. Ellerindeki her türlü bilgiyi, buna din bilgisi de dahildir, toplumun gitmesini istedikleri yöne doğru sevkederler. Çünkü siyaset, diğer bütün bilimlerin aksine, sadece varolanı okumaz, 'varolması gerekeni' de söyler. Bu tabiatı da onu baskıcı kılar.
Nur ise böyle değildir. İtmez. Çeker. İnsan nura 'canı çekerek' gelir, 'canı çekerek' kalır, 'canı çekerek' dahil olur. Ondan gelen aydınlıkla 'zaten varolanı' okur. Nur, topuzun rağmına, tastamam bir kavgasızlık alanıdır. Risale-i Nur'un tebliğ başarısının ardında da bu sır vardır. Saff-ı evvellerimiz hakkında konuşalım mesela. Bu insanlar çevrelerini 'siyasi mühendislik faaliyetleri' ile mi hidayete çağırmışlardır? Hâşâ. Ya? Onlara dünyada tadılır bir cennet sunmuşlardır. Kaçabilecekleri huzurlu bir liman sağlamışlardır.
Meclisleri nur olduğu, nur dolduğu, nur koktuğu, nur konuşulduğu için de (Kur'an'ın tabiriyle) 'kendilerinden hiçbir ücret istemeyenlere' tâbi olmaya yatkın insan fıtratları onlara kaymıştır. Yani: Nur itmemiştir. "Nur çağırmıştır." Bu yola tekrar dönülmelidir.
Yoksa, bugünkü gibi, karşısındakinin beynini/iradesini hakikat dersinin ücreti olarak isteyenlerin elinde sermayeden yenmeye devam edilecektir. Evet, biz o saff-ı evvellerin çok gerisindeyiz, çünkü onlar kadar 'nur'cu değiliz. Topuzla da hafiften hafiften dürterek toplulukları bir yere sevketmeye çalışıyoruz. Ve insanlar bundan ürküyorlar. Gelmiyorlar. Hatta bazıları dinin de ötesine kaçıyorlar.
Sadece nurcular için söylemiyorum bunları. Söyleyeceklerim bütün ekoller için geçerli. Eğer biz, hakikaten iman hizmeti davasındaysak, insanların huzur duymak için geleceği 'kavgasızlık alanları' oluşturmak zorundayız. Geçmişte tasavvufun yaptığını şimdi de başarmak zorundayız. Seküler olandan korunmak zorundayız. Eğer böyle alanlar oluşturmazsak gençler dini 'güdük tartışmaların argümanlarından birisi' sanacaklar. Uhrevî yanlarını ıskalayacaklar. Âdi pazarın kötü mallarından zannedecekler. Çünkü din bu tartışmalar sırasında ister-istemez sekülerleşecek. Kullanılacak.
Kaçak güreşmeyelim. Bahane bulmayalım. Suçu başkalara atmayalım. Bu mesele 'iktidarın kimde olduğuyla' ilgili değil. Birer tebliğci olarak senin-benim-onun nerede durduğumuzla ilgili. Biz Allah'ı araçsallaştırmadan anlatmalıyız. Amme cüzünü kavgada kendisini korumak için siper eden çocuk gibi olmamalıyız. Kendimizi Amme cüzüne siper etmeliyiz. Önce bu lazım. Tevfik ise Allah'tandır.
10 Şubat 2017 Cuma
FETÖ Abdülhamid'i kullanmaz mıydı?
Ortaokul 3. sınıftan Lise 1'in sonlarına kadar FETÖ'nün evlerine/abilerine devam ettim. Bu süre zarfında herhalde yüzlerce vaazını dinlemiş ve onlarca da kitabını okumuşumdur. İtiraf edeyim: Onlar "İtaat sorunu var!" deyip şutlayıncaya kadar büsbütün irtibatımı koparamamıştım. Evet, itiraz ediyordum. Evet, bazı şeyleri yanlış/saçma buluyordum. Evet, işin içinde bir tuhaflık/dengesizlik olduğunu hissediyordum. Ancak yine de FETÖ'den büsbütün kopmaya cesaret edemiyordum. Neden?
Bunu anlatabilmem için öncelikle size 'manevî istibdat' denilen şeyi tarif etmem gerek. Manevî istibdat, kişinin, fiziksel/dünyevî tehditlerle değil, metafizik/gaybî öğelerle esaret altına alınmasıdır. Maddî istibdatta, insanlar, somut varlıklardan görecekleri zararlardan korkarlar. Manevî istibdatta ise cezasından korkulan şeyler soyut varlıklardır. Ve biz FETÖ'ye devam ettiğimiz dönem boyunca, alttan alta, bir manevî istibdat ile baskılandık.
Cemaate girmek kolaydı. Hele gelecek adına menfaat beklenen bireylerseniz giderek de kolaylaşıyordu. Fakat çıkmak konusunda 'dünyanın kenarından cehenneme düşmek' gibi derin kaygılarımız vardı. FETÖ'deki en büyük marazlardan (veya taktiklerden) birisi; İslam tarihindeki bütün manevî istibdat malzemesini (veya elverecek şekilde evriltebileceği malzemeyi) başarıyla çocuklar-gençler üzerinde kullanmasıydı. Sınavlara hazırlanmak için eğitim kurumlarına/öğretmenlerine mecbur olan öğrencileri oralarda öyle bir endoktrinasyona tâbi tutuyorlardı ki, cemaate bir defa giren bir çocuk, eğer hepten dine düşman olmayacaksa, cemaatten kopmayı 'cehenneme atlamak' gibi görüyordu. FETÖ bunu nasıl başarıyordu? Bunu, siyerden tutun peygamber kıssalarına, Risale-i Nur'dan tutun II. Abdülhamid anlatılarına kadar 'bükmeye elverişli bulduğu' geniş bir malzeme yelpazesiyle başarıyordu.
Şeriata aykırı işlerini Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssası üzerinden 'hikmeti sonra anlaşılacak' şeyler olarak lanse ederken; dinlerarası diyaloglarında 'Muhammedu'r-Resulullah'tan ödün vermelerini ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın müşriklere "La ilahe illallah deyin, kurtulun!" buyurması üzerinden meşrulaştırıyorlardı. (Yani; o, müşrikleri İslam'a çağırırken böyle yapıyorsa 'Muhammedu'r-Resulullah'a çok da takılmamak lazımdı.) Cemaatten çıkma konusunda ise iki şeyi Gülen'in sohbetlerinde sık andığını hatırlıyorum: Risale-i Nur'dan (çarpıttıkları) bir metin ve merhum II. Abdülhamid'e dair (uydurdukları) bir hikaye.
Çarpıttıkları o metin ne idi? Hemen alıntılayayım: "Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." İşte, bu metin, bağlamından koparılarak deniliyordu ki: "Hizmetlerimizin gitmediği ülke kalmadı. Bu işin şu zamanda en büyük mümessili biziz. Şimdi bizden ayrılırsanız, sadece bizden ayrılmış sayılmazsınız, dinsizliğe dahil olursunuz." Böyle bir tuzağa düştükten sonra artık size iki yoldan birisini seçmek kalıyordu: Ya cemaate herşeye rağmen devam edecektiniz. Veya sadece cemaatten değil dinden de kopacaktınız. Nitekim, ben, FETÖ'den koptuğum dönemde böyle bir boşluğa düştüğümü (düşürüldüğümü) hatırlıyorum.
Halbuki Bediüzzaman'ın şu ifadeleri hem içerisinde bulundukları metinle hem de başka birçok bağlamla kayıtlı ifadelerdi. Daha sonra Risale-i Nur'un birebir/cemaatsiz bir talebesi olduğumda farkettim. Bediüzzaman o gibi yerlerde kendisine, eserlerine ve talebelerine (imana hizmetlerinden dolayı) savaş açıldığı bir dönemde mahkemede Risale-i Nur'dan teberri edenlerden yakınıyordu:
14. Şua'da mezkûr meseleyi vuzuha kavuşturacak birçok metni ve hatta Bediüzzaman'ın talebelerine ettiği duadan 'sadıkıne/sadıklar' ifadesini çıkarmasının nedenini okumak mümkün. Hepsinden özetle şunu anlıyorsunuz: Hakikaten o sırada Bediüzzaman'dan teberri edenler karşı tarafa yardım etmiş oluyorlar. Çünkü muhatabın eline bir gerekçe/dayanak tutuşturmuş oluyorlar. Yoksa bu metinle Bediüzzaman, hâşâ, "Nur talebesi değilseniz dinsizlere yardım ediyorsunuz!" inhisarcılığı yapmıyor. Eserlerinin/hayatının bütününe baktığınızda zaten böyle bir inhisarcılığın ondan sâdır olmasının mümkün olmadığını görüyorsunuz. Ama ne var? Mahkemede işleyen bir süreç var. Nur talebeleri tevkif edilmiş. "Beni, çekingenliğinizle onlar karşısında yalnız bırakmayın, elimi zayıflatmayın, hasma destek olmayın!" diyor. Hatta başka bir yerde daha açık ifade ediyor bunları:
İşte FETÖ, bu ve benzeri metinleri bükerek manevî istibdadına malzeme buluyordu. Tabir-i caizse 'ima yoluyla tekfircilik' yapıyordu. Bu hususta kullandığı ikinci öğe ise; merhum II. Abdülhamid'e dair, (güya) merhum Mehmet Akif'in anlattığı bir hikayeydi. Kaynağı meçhul ama internette rahatlıkla bulunan bu hikayeyi aklımda kaldığı kadarıyla nakledeyim:
Mehmet Akif bir gün çok ızdıraplı bir ihtiyara rastlıyor camide. Derdini öğrenmek istiyor. O da, vaktiyle II. Abdülhamid'in subayı olduğunu, ancak mirasa konunca ordudan ayrılmak istediğini ve evvelen buna izin vermeyen Sultan'ın, ısrarları sonucu onu azlettiğini anlatıyor. Ardından bir rüya görüyor bu ihtiyar. Rüyasında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Osmanlı ordusunu teftiş ediyor. Yanında da II. Abdülhamid var. Bütün bölükleri geziyorlar. İhtiyarın başında olması gereken bölük dağınık olunca (güya) Aleyhissalatuvesselam soruyor: "Bunlar niye dağınık?" II. Abdülhamid cevaplıyor: "Efendim komutanını azlettik." Aleyhissalatuvesselam hiddetle buyuruyor: "Senin azlettiğini biz de azlettik." İşte, mezkûr ihtiyar, yaşadığı bu sahne yüzünden ızdırabdan kurtulamıyor.
Bu hadisenin anlatılış/kullanılış amacı da aynı. Yani; "Ey müntesipler, eğer Gülencilikten ayrılırsanız, siz de Efendimiz aleyhissalatuvesselam tarafından görevden alınmış olacaksınız. Ayağınızı denk alın!" ihtarı verilmiş oluyor.
Peki, yazıyı neden yazdım, ona geleyim: Son zamanlarda Erdoğan-II. Abdülhamid üzerine pek rağbet gören bir özdeşleştirme çabası var. (Yakında bir dizi de TRT'de başlayacak.) Allah mübarek etsin. İkisini de severiz. Fakat bütün bunlar olurken şunu unutmamak lazım kanaatimce: FETÖ bitse de FETÖ'yü doğuran arkaplanın bitmesi kolay değil. Malzeme, kritiği yapılmamış bir şekilde, öylece duruyor. Bu 'kimin hakkında' ürettiğinizle ilgili bir mesele değil çünkü.
Asıl soru şu: Ne üretiyorsunuz? Bir kişinin veya liderin 'hikmetinden sual olunmaz'lığının pr'ını yapıyorsanız, istediğiniz kadar FETÖ'ye düşman olun, yeni yeni FETÖ'lere zemin sağlıyor ve malzeme hazırlıyorsunuz demektir. Hatta bunu Erdoğan üzerinden yapsanız bile emekleriniz yine geleceğin FETÖ'lerine yarar. Kullanışlı kılıflar her minarenin boyuna uydurulur. Böyle özdeşleştirmeler yapılırken 'hamiyet' ekseni doğru, 'her yaptığı doğru' ekseni yanlıştır. Bize, hata yapmayan 'ulu önderler' değil, hatalarıyla/tevbeleriyle içimizden olan, yani eleştirilebilir liderler lazım. (Ben, Erdoğan'ın 'yanıldığını/kandırıldığını' rahatlıkla ifade ettiği yerleri bu yüzden seviyorum.) Aksi yöndeki telkinlerin sahipleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, geleceğin FETÖ'leri için tarla ekiyorlar. Fakat ne çare! Yaptıklarının farkında değiller.
Bunu anlatabilmem için öncelikle size 'manevî istibdat' denilen şeyi tarif etmem gerek. Manevî istibdat, kişinin, fiziksel/dünyevî tehditlerle değil, metafizik/gaybî öğelerle esaret altına alınmasıdır. Maddî istibdatta, insanlar, somut varlıklardan görecekleri zararlardan korkarlar. Manevî istibdatta ise cezasından korkulan şeyler soyut varlıklardır. Ve biz FETÖ'ye devam ettiğimiz dönem boyunca, alttan alta, bir manevî istibdat ile baskılandık.
Cemaate girmek kolaydı. Hele gelecek adına menfaat beklenen bireylerseniz giderek de kolaylaşıyordu. Fakat çıkmak konusunda 'dünyanın kenarından cehenneme düşmek' gibi derin kaygılarımız vardı. FETÖ'deki en büyük marazlardan (veya taktiklerden) birisi; İslam tarihindeki bütün manevî istibdat malzemesini (veya elverecek şekilde evriltebileceği malzemeyi) başarıyla çocuklar-gençler üzerinde kullanmasıydı. Sınavlara hazırlanmak için eğitim kurumlarına/öğretmenlerine mecbur olan öğrencileri oralarda öyle bir endoktrinasyona tâbi tutuyorlardı ki, cemaate bir defa giren bir çocuk, eğer hepten dine düşman olmayacaksa, cemaatten kopmayı 'cehenneme atlamak' gibi görüyordu. FETÖ bunu nasıl başarıyordu? Bunu, siyerden tutun peygamber kıssalarına, Risale-i Nur'dan tutun II. Abdülhamid anlatılarına kadar 'bükmeye elverişli bulduğu' geniş bir malzeme yelpazesiyle başarıyordu.
Şeriata aykırı işlerini Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssası üzerinden 'hikmeti sonra anlaşılacak' şeyler olarak lanse ederken; dinlerarası diyaloglarında 'Muhammedu'r-Resulullah'tan ödün vermelerini ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın müşriklere "La ilahe illallah deyin, kurtulun!" buyurması üzerinden meşrulaştırıyorlardı. (Yani; o, müşrikleri İslam'a çağırırken böyle yapıyorsa 'Muhammedu'r-Resulullah'a çok da takılmamak lazımdı.) Cemaatten çıkma konusunda ise iki şeyi Gülen'in sohbetlerinde sık andığını hatırlıyorum: Risale-i Nur'dan (çarpıttıkları) bir metin ve merhum II. Abdülhamid'e dair (uydurdukları) bir hikaye.
Çarpıttıkları o metin ne idi? Hemen alıntılayayım: "Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." İşte, bu metin, bağlamından koparılarak deniliyordu ki: "Hizmetlerimizin gitmediği ülke kalmadı. Bu işin şu zamanda en büyük mümessili biziz. Şimdi bizden ayrılırsanız, sadece bizden ayrılmış sayılmazsınız, dinsizliğe dahil olursunuz." Böyle bir tuzağa düştükten sonra artık size iki yoldan birisini seçmek kalıyordu: Ya cemaate herşeye rağmen devam edecektiniz. Veya sadece cemaatten değil dinden de kopacaktınız. Nitekim, ben, FETÖ'den koptuğum dönemde böyle bir boşluğa düştüğümü (düşürüldüğümü) hatırlıyorum.
Halbuki Bediüzzaman'ın şu ifadeleri hem içerisinde bulundukları metinle hem de başka birçok bağlamla kayıtlı ifadelerdi. Daha sonra Risale-i Nur'un birebir/cemaatsiz bir talebesi olduğumda farkettim. Bediüzzaman o gibi yerlerde kendisine, eserlerine ve talebelerine (imana hizmetlerinden dolayı) savaş açıldığı bir dönemde mahkemede Risale-i Nur'dan teberri edenlerden yakınıyordu:
"Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim: Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur'u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, 'Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar!' diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok."
14. Şua'da mezkûr meseleyi vuzuha kavuşturacak birçok metni ve hatta Bediüzzaman'ın talebelerine ettiği duadan 'sadıkıne/sadıklar' ifadesini çıkarmasının nedenini okumak mümkün. Hepsinden özetle şunu anlıyorsunuz: Hakikaten o sırada Bediüzzaman'dan teberri edenler karşı tarafa yardım etmiş oluyorlar. Çünkü muhatabın eline bir gerekçe/dayanak tutuşturmuş oluyorlar. Yoksa bu metinle Bediüzzaman, hâşâ, "Nur talebesi değilseniz dinsizlere yardım ediyorsunuz!" inhisarcılığı yapmıyor. Eserlerinin/hayatının bütününe baktığınızda zaten böyle bir inhisarcılığın ondan sâdır olmasının mümkün olmadığını görüyorsunuz. Ama ne var? Mahkemede işleyen bir süreç var. Nur talebeleri tevkif edilmiş. "Beni, çekingenliğinizle onlar karşısında yalnız bırakmayın, elimi zayıflatmayın, hasma destek olmayın!" diyor. Hatta başka bir yerde daha açık ifade ediyor bunları:
"Ve deyiniz: Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi-otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli... deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz."
İşte FETÖ, bu ve benzeri metinleri bükerek manevî istibdadına malzeme buluyordu. Tabir-i caizse 'ima yoluyla tekfircilik' yapıyordu. Bu hususta kullandığı ikinci öğe ise; merhum II. Abdülhamid'e dair, (güya) merhum Mehmet Akif'in anlattığı bir hikayeydi. Kaynağı meçhul ama internette rahatlıkla bulunan bu hikayeyi aklımda kaldığı kadarıyla nakledeyim:
Mehmet Akif bir gün çok ızdıraplı bir ihtiyara rastlıyor camide. Derdini öğrenmek istiyor. O da, vaktiyle II. Abdülhamid'in subayı olduğunu, ancak mirasa konunca ordudan ayrılmak istediğini ve evvelen buna izin vermeyen Sultan'ın, ısrarları sonucu onu azlettiğini anlatıyor. Ardından bir rüya görüyor bu ihtiyar. Rüyasında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Osmanlı ordusunu teftiş ediyor. Yanında da II. Abdülhamid var. Bütün bölükleri geziyorlar. İhtiyarın başında olması gereken bölük dağınık olunca (güya) Aleyhissalatuvesselam soruyor: "Bunlar niye dağınık?" II. Abdülhamid cevaplıyor: "Efendim komutanını azlettik." Aleyhissalatuvesselam hiddetle buyuruyor: "Senin azlettiğini biz de azlettik." İşte, mezkûr ihtiyar, yaşadığı bu sahne yüzünden ızdırabdan kurtulamıyor.
Bu hadisenin anlatılış/kullanılış amacı da aynı. Yani; "Ey müntesipler, eğer Gülencilikten ayrılırsanız, siz de Efendimiz aleyhissalatuvesselam tarafından görevden alınmış olacaksınız. Ayağınızı denk alın!" ihtarı verilmiş oluyor.
Peki, yazıyı neden yazdım, ona geleyim: Son zamanlarda Erdoğan-II. Abdülhamid üzerine pek rağbet gören bir özdeşleştirme çabası var. (Yakında bir dizi de TRT'de başlayacak.) Allah mübarek etsin. İkisini de severiz. Fakat bütün bunlar olurken şunu unutmamak lazım kanaatimce: FETÖ bitse de FETÖ'yü doğuran arkaplanın bitmesi kolay değil. Malzeme, kritiği yapılmamış bir şekilde, öylece duruyor. Bu 'kimin hakkında' ürettiğinizle ilgili bir mesele değil çünkü.
Asıl soru şu: Ne üretiyorsunuz? Bir kişinin veya liderin 'hikmetinden sual olunmaz'lığının pr'ını yapıyorsanız, istediğiniz kadar FETÖ'ye düşman olun, yeni yeni FETÖ'lere zemin sağlıyor ve malzeme hazırlıyorsunuz demektir. Hatta bunu Erdoğan üzerinden yapsanız bile emekleriniz yine geleceğin FETÖ'lerine yarar. Kullanışlı kılıflar her minarenin boyuna uydurulur. Böyle özdeşleştirmeler yapılırken 'hamiyet' ekseni doğru, 'her yaptığı doğru' ekseni yanlıştır. Bize, hata yapmayan 'ulu önderler' değil, hatalarıyla/tevbeleriyle içimizden olan, yani eleştirilebilir liderler lazım. (Ben, Erdoğan'ın 'yanıldığını/kandırıldığını' rahatlıkla ifade ettiği yerleri bu yüzden seviyorum.) Aksi yöndeki telkinlerin sahipleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, geleceğin FETÖ'leri için tarla ekiyorlar. Fakat ne çare! Yaptıklarının farkında değiller.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...