Dünya giderek küçülüyor. Kütlesinde bir değişim olmuyor belki. Fakat iletişim/ulaşım imkânlarının gelişmesiyle uzaklıklar yakınlaşıyor. Gitmeler-gelmeler, söylemeler-duymalar, etkilemeler-etkilenmeler artıyor. Gördünüz işte. Şili'de başlayan birşey birkaç günde koskoca mesafeleri aşıp Türkiye'nin meclisine kadar geldi. Ahirzamanla ilgili hadisleri tefsir edenler 'deccalin kırk günde dünyayı dolaşması' veya 'öldüğünde bir şeytanın bunu dünyaya işittirmesi' gibi rivayetleri de bu eşikten analiz ederler. Yani, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, gayb-aşina gözüyle bize ahirzamanda ulaşılacak iletişim/ulaşım imkanlarını sezdirmiştir. Elbette edeb-i peygamberîye yakışır bir tesettürle. Dikkatli nazarların aşabileceği bir billurlukla. Bunlar da mucizesidir. Yani, haberi hakikat-i nübüvvetinin bir delili, örtmesi sırr-ı imtihanın bir gereğidir.
Tabii, ıskalamayalım, böylesi imkanların bedelleri de oluyor. Nasıl bedeller? Bu konuda fehmimize yardımcı olacak bir hadis-i şerif var. Aleyhissalatuvesselam bir mecliste ashabına buyuruyor: "Sizler karış karış, arşın arşın öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. (Onların yaşayışlarını ölçü edineceksiniz.) Hatta küçük bir kertenkele deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz. Sorduk: Ya Rasulallah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahudiler ve hristiyanlar mı olacak? Buyurdu: Ya başka kimler olacaktı?" (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)
Her imkanın bir imtihanı var. Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanlarının da bedeli toplumlar arasındaki etkileşimi arttırması. Evvelemirde bunun sadece hasenatı gözümüze görünüyor. Fakat, kaçırmayalım, seyyiatı da var. Çünkü hâkim/baskın kültür dediğimiz şey sonuçta imkanları da yönetiyor. Hani şöyle bir söz vardır: "Medyanın gücü yoktur. Gücün medyası vardır!" denir. Bunun hakikatini yaşadıklarımız üzerinden de okuyabiliriz. Öyle ya. Bugün küresel medyayı kim elinde tutuyorsa insanlığa neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğunu da o öğretiyor. Kimin 'terörist' kimin 'kahraman' olduğunu, kimin 'zalim' kimin 'kurtarıcı' sayılacağını, kimin 'medeni' kimin 'vahşi' görüleceğini, hepsini ama hepsini, dominant güçler tayin ediyor.
Direniş noktamızsa evveliyetle imanımız. "Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!" buyuran Kur'an'ımız. "Kim bir kavme benzerse o da onlardandır!" buyuran Peygamberimiz. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diyen mürşidlerimiz. Bu tarz ihtarların aşıladığı temkinle ancak bir derece üzerimizdeki algı yönetimine karşı koyabiliyoruz. Yerliliğimizi muhafaza edebiliyoruz. Yani akaidimiz aynı zamanda bizim koruyucu hekimliğimiz. Her türlü beyin yıkamasına, kimlik dezenformasyonuna, kalp manipülasyonuna karşı 'değişmeyenlerimize' tutunuyoruz. Eğer onlara tutunmayı bırakırsak biz de biteriz. Hâkim kültürün baskın söylemi içinde yiteriz.
Kanaatimce bunun bir yanı da 'tepkilerimizde bile biz kalmamıza' bakıyor. Bakınız, Mısır'da gerçekleşen alçak darbenin ardından müslümanlar topyekün bir Rabia refleksi gösterdiler, ne kadar Batılı katıldı buna? Düşüncem: Rabia'nın gücü İslam coğrafyası dışına ancak daru'l-harpte yaşayan müslümanlar kadar/eliyle taşınabildi. Buradan oraya bir dalga oluşmadı. Bugün bu diyarların liderleri Diktatör Sisi'nin elini sıkmaktan çekinmiyor. Halkları da bundan rahatsız olmuyor. Hoşlarına gitmeyen izzetli demokratik liderleri ise alttan/üstten sürekli diktatörlükle yaftalıyorlar üstelik. Yani buradan oraya doğru bir algı akışı yaşanmıyor. Oradan buraya sürekli algı taşınıyor. İletişim/ulaşım imkanlarını hâlâ lehimize çevirebilmiş değiliz. Gerideyiz.
Hal böyle olunca bir müslüman elbette yüzünü hemen temkinine dönmeli. Evet. Biz, elhamdülillah ki elhamdülillah, kudsî metinlerimizde çoklukla böyle bir temkini ders almışız. Uyarılmışız. Dikkat kere dikkat kesilmeliyiz. Arkasındaki niyet ne şekilde lanse edilirse edilsin, bu eşek nasıl boyanırsa boyansın, operasyon yeyip yemediğimize dair mübarek bir tereddütle yoklamalıyız herşeyi. Öncelikle dinimizin mizanına vurmalıyız. Bozuksa almamalıyız. Bize uymuyorsa yapmamalıyız. Başkalarının dalgasına sörf tahtası olmamalıyız. Bu açıdan Las Tesis denilen şeyin de göğsümüzün içine bir taraftarlık olup yerleşmeden önce uğraması gereken duraklar var. Bilelim ki kertenkele çukuruna girenler de mutlaka teviller üretecekler. Bir şekilde olayı içselleştirecekler. Sakın onlar biz olmayalım? Sakın ha olmayalım! Sakınalım da olmayalım.
Kertenkele etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kertenkele etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
16 Aralık 2019 Pazartesi
12 Temmuz 2018 Perşembe
Delikleri kapamak...
Geçenlerde eve kertenkele girdi. Evet. Yanlış duymadınız. Kertenkele. (Yazları sürpriz ziyaretler yapıyorlar.) Bu vesileyle ailecek internette bir miktar araştırma da yaptık. "Kertenkele nasıl yakalanır? Kertenkeleden nasıl kurtulunur? Kertenkeleleri evden uzak tutmanın bir yolu var mı?" Bu türden başlıklar altında taramalar yaparken ilginç bir tavsiyeye rastladım. Hikmetli göründü. (Bir tür 'önleyici tedbir' diyelim.) Diyordu ki tavsiyeyi yazan arkadaş orada: "Evinizde çukur/delik varsa onları mutlaka alçıyla/betonla kapatın. Kertenkele yuva yapabileceği bir yer bulamazsa, durmaz, gider."
Bu bilgiyi okuyunca aklıma içinde 'kertenkele' geçen bir hadis-i şerif geldi. Meşhurdur, zaten bilirsiniz, ama hatırlatmış olayım: “Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) naklediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle buyurdu: 'Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.' Sorduk: 'Ya Resulallah (takib edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hristiyanlar mı olacak?' Şöyle buyurdu: 'Ya başka kimler olacaktı?'" (Buhari, Enbiya 50)
Ebubekir Sifil Hocanın seminerlerini/derslerini takip edenler bilirler ki, kendisi, bu hadis-i şerifle işaret edilenlerden birisinin de 'modernizm belası' olduğunu söyler. Yani, ehl-i kitap, dinlerini tahrif etmede hangi yöntemleri kullanmışlarsa, müslümanlar da (en azından bir kısmı da) dinlerini tahrif etmek için aynı yöntemleri kullanacaklardır. Bu tahrif yöntemlerinden en kullanışlı birisi de 'yorumlama'dır. Geçmiş ümmetler, dinlerini tahrif etmek için, nasıl kutsal metinlerini zamanın ilcaatına, hevalarına veya menfaatlerine göre yorumlara tâbî tutmuşlardır; bu ümmetin ahirinde de buna cüret edenler çıkacaktır. Hatta onlar bu konuda 'taklitçiliği' öyle bir noktaya getireceklerdir ki, diğerlerinden birisi metod olarak 'bir kertenkele deliğine' girse, arkasından şunlar da gireceklerdir.
Ebubekir Sifil Hoca, tam bu noktada, hadis-i şerifin mucizevî bir yanına dikkatlerimizi çekiyor. Ve hatırlatıyor: Hakikaten de bugün İslam dünyasında 'modernist/ehl-i bid'a söylemlere sahip olanların önderleri, ümmetin salih selefleri değil, müsteşriklerdir. Hangisinin uydurduğu yalan, kurguladığı cerbeze, üfürdüğü safsata kovalansa, müsteşriklerin/oryantalistlerin kullandığı bir argümana çıkar. Kendisinin bu bâbda aktardığı örnekler çok olduğundan, onları nakletmek yerine, meraklılarını eserlerine havale edelim.
Benimse şimdilerde dikkatimi çeken diğer birşey şu: Bediüzzaman'ın aynı yaraya parmak basan bir eserinin başında kullandığı ifadeler. Hangi eser bu? İçtihad Risalesi. Girişi ne söylüyor bize? Hemen alıntılayalım: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir."
İşte, ben, burada Bediüzzaman'ın kullandığı 'duvarlarda delikler açmak' ifadesinden internette okuduğum 'kertenkeleye yuva yapacağı delik bırakmama' tedbirine, oradan da hadis-i şerifteki 'kertenkele çukuruna girecek olsalar' teşbihine bir yol buluyorum. Öğrendiklerimle bütün bunları birbirleriyle ilişkilendirebiliyorum.
Bence mezkûr benzetmeler aynı noktaya nazarımızı çeviriyor: Ahirzaman şartlarında içtihad kapısından girilmesini tavsiye etmiyoruz, hoş bulmuyoruz, onaylamıyoruz. Neden? Çünkü yüzü yoruma benziyor. (En azından gafillerce benzetiliyor.) Kertenkeleler de kendilerine girecek yer buluyor. Yuvalanıyor. Kalıyor. Deliğin açılmasındaki niyet ne olursa olsun, varlığı, kerketenkele tabiatlılar için fırsata dönüşüyor. Yani, arkadaşlar, sorun kapının kendisinde değil. Ahirzaman sıcağında kertenkele tabiatlıların çoğalmasında.
Bu açıdan, Bediüzzaman'ın mezkûr eserinde saydığı 'altı mani' (tıpkı nette okuduğum şekilde) 'birer önleyici tedbire' dönüşüyor. 'Evdeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu bu olduğu gibi 'dindeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu da bu: "Delikleri kapamak."
Bu bilgiyi okuyunca aklıma içinde 'kertenkele' geçen bir hadis-i şerif geldi. Meşhurdur, zaten bilirsiniz, ama hatırlatmış olayım: “Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) naklediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle buyurdu: 'Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.' Sorduk: 'Ya Resulallah (takib edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hristiyanlar mı olacak?' Şöyle buyurdu: 'Ya başka kimler olacaktı?'" (Buhari, Enbiya 50)
Ebubekir Sifil Hocanın seminerlerini/derslerini takip edenler bilirler ki, kendisi, bu hadis-i şerifle işaret edilenlerden birisinin de 'modernizm belası' olduğunu söyler. Yani, ehl-i kitap, dinlerini tahrif etmede hangi yöntemleri kullanmışlarsa, müslümanlar da (en azından bir kısmı da) dinlerini tahrif etmek için aynı yöntemleri kullanacaklardır. Bu tahrif yöntemlerinden en kullanışlı birisi de 'yorumlama'dır. Geçmiş ümmetler, dinlerini tahrif etmek için, nasıl kutsal metinlerini zamanın ilcaatına, hevalarına veya menfaatlerine göre yorumlara tâbî tutmuşlardır; bu ümmetin ahirinde de buna cüret edenler çıkacaktır. Hatta onlar bu konuda 'taklitçiliği' öyle bir noktaya getireceklerdir ki, diğerlerinden birisi metod olarak 'bir kertenkele deliğine' girse, arkasından şunlar da gireceklerdir.
Ebubekir Sifil Hoca, tam bu noktada, hadis-i şerifin mucizevî bir yanına dikkatlerimizi çekiyor. Ve hatırlatıyor: Hakikaten de bugün İslam dünyasında 'modernist/ehl-i bid'a söylemlere sahip olanların önderleri, ümmetin salih selefleri değil, müsteşriklerdir. Hangisinin uydurduğu yalan, kurguladığı cerbeze, üfürdüğü safsata kovalansa, müsteşriklerin/oryantalistlerin kullandığı bir argümana çıkar. Kendisinin bu bâbda aktardığı örnekler çok olduğundan, onları nakletmek yerine, meraklılarını eserlerine havale edelim.
Benimse şimdilerde dikkatimi çeken diğer birşey şu: Bediüzzaman'ın aynı yaraya parmak basan bir eserinin başında kullandığı ifadeler. Hangi eser bu? İçtihad Risalesi. Girişi ne söylüyor bize? Hemen alıntılayalım: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir."
İşte, ben, burada Bediüzzaman'ın kullandığı 'duvarlarda delikler açmak' ifadesinden internette okuduğum 'kertenkeleye yuva yapacağı delik bırakmama' tedbirine, oradan da hadis-i şerifteki 'kertenkele çukuruna girecek olsalar' teşbihine bir yol buluyorum. Öğrendiklerimle bütün bunları birbirleriyle ilişkilendirebiliyorum.
Bence mezkûr benzetmeler aynı noktaya nazarımızı çeviriyor: Ahirzaman şartlarında içtihad kapısından girilmesini tavsiye etmiyoruz, hoş bulmuyoruz, onaylamıyoruz. Neden? Çünkü yüzü yoruma benziyor. (En azından gafillerce benzetiliyor.) Kertenkeleler de kendilerine girecek yer buluyor. Yuvalanıyor. Kalıyor. Deliğin açılmasındaki niyet ne olursa olsun, varlığı, kerketenkele tabiatlılar için fırsata dönüşüyor. Yani, arkadaşlar, sorun kapının kendisinde değil. Ahirzaman sıcağında kertenkele tabiatlıların çoğalmasında.
Bu açıdan, Bediüzzaman'ın mezkûr eserinde saydığı 'altı mani' (tıpkı nette okuduğum şekilde) 'birer önleyici tedbire' dönüşüyor. 'Evdeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu bu olduğu gibi 'dindeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu da bu: "Delikleri kapamak."
12 Eylül 2017 Salı
Kertenkelenizi bir vuruşta öldürmekten korkmayın
Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:
"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."
Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.
Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?
Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.
Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.
Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.
Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.
İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."
Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.
Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.
Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.
Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"
Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.
Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.
"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."
Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.
Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?
Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.
Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.
Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.
Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.
İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."
Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.
Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.
Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.
Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"
Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.
Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...