Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:
"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."
Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.
Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?
Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.
Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.
Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.
Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.
İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."
Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.
Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.
Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.
Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"
Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.
Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.
hadis inkarcılığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hadis inkarcılığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Eylül 2017 Salı
18 Ekim 2016 Salı
Bir günde hain olunmaz
Miraç hâdisesinin ardından yaşanan bir hâdise daha var ki, sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.) efendimin kemalini değil, mü'minin kemalinin kaynağını da bize ders veriyor. Evet, sıddıkiyet 'kendi kaynaklarından beslenmekten' gelir. Hz. Ebu Ebekir (r.a.) efendim, miracın yaşandığına inanmak için "Bunu o mu söylüyor?" diye sormakla yetinmişti sadece. Bu soruya verilen olumlu cevap miraca inanması için yetmişti. Ayrıca bir delil aramamıştı inanmak için.
Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."
Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.
Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.
Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.
Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.
Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.
Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.
Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.
Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."
Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.
Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.
Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.
Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.
"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."
Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.
Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.
Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.
15 Mart 2016 Salı
Kur'an nasıl 'içimizden biri' olur?
Mürşidim Minhacü's-Sünne’sine bir kısacık meali şu şekilde olan ayet-i kerimelerle başlıyor: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Resulüm) Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir." Evet. Peki Bediüzzaman bu ayetleri sünnetle ilgili bir bahsin başına neden almıştır? “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla cevap verirsem: Bu ayetlerde sünnet-i seniyyenin varlık sebebine dair de işaretler vardır. Onun bize sağladığı kolaylık, yollar içinde gösterdiği mübarek istikamet, yine mürşidimin mezkûr metnin devamı niteliğinde kaleme aldığı Mirkatü's-Sünne Risalesi'nde şöyle açıklanır:
"Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
İşte, bu metnin de şahitliğiyle, ben artık nefsime diyorum ki arkadaşım: Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin en büyük delili bizzat sünnet-i seniyyesidir. Yani hayatıyla bize bıraktığı öpülesi izdir en büyük merhamet hediyesi. Yüzbin elhamdülillah. Yüzbin öpücük olsun. Fakat bu söylediğimi 'ihtimal hesaplarının çıldırtıcılığını' idrak etmemiş heva eşekleri anlayamaz. Yanlışa düşme korkusu çekmeyenin yol gösterene ehemmiyet verdiği görülmemiştir. Halbuki ilahî kelamdaki muradın hayatta neye karşılık geldiği, şüpheye ve tereddüte yer bırakmayacak en somut şekillerde, sünnet-i seniyye içinde mahfuzdur. Anlatılmıştır. Gösterilmiştir. Bu ihsan hem Allah'ın hem de Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın merhametinin lazımıdır. Şân-ı keremlerinin gereğidir. Çünkü Rabb-i Rahim, tıpkı kelamında da buyurduğu gibi, bizim için kolaylık diler, zorluk dilemez. Sünnet olmadığındaysa kullar somutlukta müşküle düşer. Kelimelerin içini eylemle doldurmakta zorlanır.
Kelamullah bütün zamanlarla/insanlarla konuşur. Onun bu yapısı aynı zamanda 'kısa söylemekle uzun kıldığı' bir anlam okyanusu oluşturur. Bütün zamanlar, zeminler ve zihinler istidatlarına göre ve de gayretleri ölçüsünde bu mukaddes okyanustan nasiplenirler. Fakat bu okyanus asla kuşatamayacakları bir zorluktur aynı zamanda. Nasıl bir zorluktur? İhtimaller zorluğudur. Murad-ı ilahiyi sırf kelamından anlamaya çalışan ve hayatına aksettirmek isteyen bir mü'mini önce ‘ihtimaller külfeti’ ve ‘somutlaştırmanın güçlüğü’ karşılar.
İşte, Aleyhissalatuvesselam, Rabbulâlemin'in izniyle ve emriyle, birçok dinî emirdeki/nehiydeki soyutluğu somutlaştırarak tahdit etmiştir. (Somutlaşan soyutluk insan için daha kavranılır bir hale gelir.) O belirsizlikten ortaya çıkabilecek tüm ifrat ve tefritleri sünnetinin duvarlarıyla alıkoymuştur. Yani Kur’an’ın, Umberto Eco’nun ifadesiyle, ‘aşırı yorum’lardan korunmasını sünnetin zaptıyla olmuştur. (O zaptta emeği geçenlere yüzbin rahmetler olsun.)
Namazdan kastedilen nedir? Oruçtan kastedilen nedir? Hac nasıl yapılırsa tastamam olur? Allah'ın zekat olarak istediği nedir? Kurban hangi şartlarla kesilir? Tüm bu soruların detaylı cevapları öncelikle sünnet içinde mevcuttur. Onun dini ‘içimizden biri’ haline getiren yapısıdır ki kolaylığın da kaynağıdır. Ve bu kolaylık, elbette önce Rabb-i Rahim’in, sonra da Aleyhissalatuvesselamın merhametindendir. İsterler ki: Müslümanlar ihtimal hesapları içinde şaşkın kalmasınlar. Murad-ı ilahiye uygun hareket etmeyi suhuletle başarsınlar.
Sünnetin bizi 'ihtimal hesaplarından' kurtardığı o kadar çok mesele vardır ki! Hatta denilebilir ki: Dinin her detayını şekillendiren, gösteren, öğreten evvela sünnet-i seniyyedir. Onun olmadığı zeminde en temel ibadetlerin dahi nasıl yapılacağı 'kestirilemez' olur. Bir din bin din olur. Bir namaz bin namaz olur. (Kimi takla atar. Kimi amuda kalkar. Kimisi kafasının üstünde döner.) Kur’an’da onlara dair bilgi azdır. Somutlukları sünnettendir. Bu eşikten diyebiliriz ki artık: Güya Kur'an adına, sünnet-i seniyye ile kavga edenler, aslında yokluğunda oluşacak boşluğu hevalarıyla doldurmak isteyenlerdir. Evet. Kainat boşluk kabul etmediği gibi din de boşluk kabul etmez. Eğer somutun bilgisi sünnet-i seniyyeden alınmayacaksa o halde bu modern zaman peygamberciklerinin(!) akılcıklarından alınacaktır. Akıl dediğimiz de haddizatında akıl değil hevadır.
Arkadaşım, aynı isimlerin, sünnet yanında hak mezheplerle de kavgalı olmalarına şaşırmamalı. Çünkü hak mezheplerin amacı da yolları arttırmak değil, bilakis, ümmetin içtihada taalluk eden meselelerde 'nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar içinde' kaybolmalarını engellemektir. Onların Kur'an'a ve sünnete vukufiyetleri içinde yaptıkları içtihadın 'ihtilaf çıkarmak' gibi bir amacı yoktur. Aksine: Amaçları ihtilafları usûllerle azaltmaktır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere tabiin ve tebe-i tabiinin bütün müçtehid isimleri, yolları çoğaltmaya değil, 'tevhid' etmeye çalışmışlardır. Belki biraz da bu yüzden ilk dönemlerde 12 olduğu rivayet edilen hak mezheplerin sayısı zaman içinde 4'e düşmüştür. Ve yine biraz da bundan sahabe sayısı kadar ayrı yol oluşmamıştır. Herbirisi ayrı bir yöne doğru yürümemiştir. Çünkü o salih seleflerimiz, canımız onlara kurban olsun, modern zaman hevaperestleri gibi ‘yolları çoğaltmak aşkına’ yola çıkmamışlardır. Onların gayesi Kur'an'ı ve sünneti iyi tahlil ederek ümmeti 'çok yol baskısı'ndan kurtarmaya çalışmaktır. Tekilliğe yatkın hakikati bulmaktır.
Fakat, dikkat eder misin, modern zaman sünnetsizleri Kur'an-ı Hakîm'i okumaya başladıklarında en genel-geçer dinî emirlerde dahi ortalığı bir binbir ‘göre’nin sisi sarmaktadır. Bunlardan birisi arkadaşının kolunda İstanbul'u gezerken namazını kıldığını söylemektedir. (Çünkü ona göre namaz sadece duadır.) Bir başkası namazın sadece Allah'a saygı göstermek olduğunu ifade etmektedir. (Artık eğilmeye/kalkmaya ve hatta duaya bile gerek yoktur.) Bir başkası kurbanın 'parası burs verilerek de' kesilebileceğini düşünmektedir. (Zira kurban kesmek hayvancılığın önemli olduğu eski zamanlarda kalmış vahşi bir eylemdir.) Böylece Aleyhissalatuvesselamın merhametle, vahiyle, emr-i ilahîyle, düşmememiz için azalttığı yollar, bu hevaperestlerin eliyle çoğaltılmaya çalışılır. En nihayet bu kadar bol seçenek içinde akide dahi spesifikleşir. Ortada din diye birşey kalmaz. Herşey helal, herşey sevap, herşey mübah olur.
Başta alıntıladığım iki ayetten ikincisi bu anlamda çok manidar. Bugünün sünnetsizlerine de gayb-aşina parmağıyla dokunuyor. Nasıl? Belki önce şöyle bir soruyla yüzleşmeli: Peygamber aleyhissalatuvesselama sırt dönmek sırf sağlığında müşrikler tarafından mı yapılan bir eylemdir? Yoksa bugüne bakan bir tarafı da var mıdır? Bence evet! Bugün de sünnet-i seniyyeye sırtını dönenler aslında Aleyhissalatuvesselamın merhametine sırt dönmektedirler. Onun çok yollar içinde gösterdiği istikamete razı gelmeyerek başka yollara koşmak istemektedirler. Onlara verilecek cevabı da yine Hak Teala öğretmiştir. Biz de besmeleyle sünneti tekrar edelim: "Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir."
"Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
İşte, bu metnin de şahitliğiyle, ben artık nefsime diyorum ki arkadaşım: Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin en büyük delili bizzat sünnet-i seniyyesidir. Yani hayatıyla bize bıraktığı öpülesi izdir en büyük merhamet hediyesi. Yüzbin elhamdülillah. Yüzbin öpücük olsun. Fakat bu söylediğimi 'ihtimal hesaplarının çıldırtıcılığını' idrak etmemiş heva eşekleri anlayamaz. Yanlışa düşme korkusu çekmeyenin yol gösterene ehemmiyet verdiği görülmemiştir. Halbuki ilahî kelamdaki muradın hayatta neye karşılık geldiği, şüpheye ve tereddüte yer bırakmayacak en somut şekillerde, sünnet-i seniyye içinde mahfuzdur. Anlatılmıştır. Gösterilmiştir. Bu ihsan hem Allah'ın hem de Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın merhametinin lazımıdır. Şân-ı keremlerinin gereğidir. Çünkü Rabb-i Rahim, tıpkı kelamında da buyurduğu gibi, bizim için kolaylık diler, zorluk dilemez. Sünnet olmadığındaysa kullar somutlukta müşküle düşer. Kelimelerin içini eylemle doldurmakta zorlanır.
Kelamullah bütün zamanlarla/insanlarla konuşur. Onun bu yapısı aynı zamanda 'kısa söylemekle uzun kıldığı' bir anlam okyanusu oluşturur. Bütün zamanlar, zeminler ve zihinler istidatlarına göre ve de gayretleri ölçüsünde bu mukaddes okyanustan nasiplenirler. Fakat bu okyanus asla kuşatamayacakları bir zorluktur aynı zamanda. Nasıl bir zorluktur? İhtimaller zorluğudur. Murad-ı ilahiyi sırf kelamından anlamaya çalışan ve hayatına aksettirmek isteyen bir mü'mini önce ‘ihtimaller külfeti’ ve ‘somutlaştırmanın güçlüğü’ karşılar.
İşte, Aleyhissalatuvesselam, Rabbulâlemin'in izniyle ve emriyle, birçok dinî emirdeki/nehiydeki soyutluğu somutlaştırarak tahdit etmiştir. (Somutlaşan soyutluk insan için daha kavranılır bir hale gelir.) O belirsizlikten ortaya çıkabilecek tüm ifrat ve tefritleri sünnetinin duvarlarıyla alıkoymuştur. Yani Kur’an’ın, Umberto Eco’nun ifadesiyle, ‘aşırı yorum’lardan korunmasını sünnetin zaptıyla olmuştur. (O zaptta emeği geçenlere yüzbin rahmetler olsun.)
Namazdan kastedilen nedir? Oruçtan kastedilen nedir? Hac nasıl yapılırsa tastamam olur? Allah'ın zekat olarak istediği nedir? Kurban hangi şartlarla kesilir? Tüm bu soruların detaylı cevapları öncelikle sünnet içinde mevcuttur. Onun dini ‘içimizden biri’ haline getiren yapısıdır ki kolaylığın da kaynağıdır. Ve bu kolaylık, elbette önce Rabb-i Rahim’in, sonra da Aleyhissalatuvesselamın merhametindendir. İsterler ki: Müslümanlar ihtimal hesapları içinde şaşkın kalmasınlar. Murad-ı ilahiye uygun hareket etmeyi suhuletle başarsınlar.
Sünnetin bizi 'ihtimal hesaplarından' kurtardığı o kadar çok mesele vardır ki! Hatta denilebilir ki: Dinin her detayını şekillendiren, gösteren, öğreten evvela sünnet-i seniyyedir. Onun olmadığı zeminde en temel ibadetlerin dahi nasıl yapılacağı 'kestirilemez' olur. Bir din bin din olur. Bir namaz bin namaz olur. (Kimi takla atar. Kimi amuda kalkar. Kimisi kafasının üstünde döner.) Kur’an’da onlara dair bilgi azdır. Somutlukları sünnettendir. Bu eşikten diyebiliriz ki artık: Güya Kur'an adına, sünnet-i seniyye ile kavga edenler, aslında yokluğunda oluşacak boşluğu hevalarıyla doldurmak isteyenlerdir. Evet. Kainat boşluk kabul etmediği gibi din de boşluk kabul etmez. Eğer somutun bilgisi sünnet-i seniyyeden alınmayacaksa o halde bu modern zaman peygamberciklerinin(!) akılcıklarından alınacaktır. Akıl dediğimiz de haddizatında akıl değil hevadır.
Arkadaşım, aynı isimlerin, sünnet yanında hak mezheplerle de kavgalı olmalarına şaşırmamalı. Çünkü hak mezheplerin amacı da yolları arttırmak değil, bilakis, ümmetin içtihada taalluk eden meselelerde 'nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar içinde' kaybolmalarını engellemektir. Onların Kur'an'a ve sünnete vukufiyetleri içinde yaptıkları içtihadın 'ihtilaf çıkarmak' gibi bir amacı yoktur. Aksine: Amaçları ihtilafları usûllerle azaltmaktır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere tabiin ve tebe-i tabiinin bütün müçtehid isimleri, yolları çoğaltmaya değil, 'tevhid' etmeye çalışmışlardır. Belki biraz da bu yüzden ilk dönemlerde 12 olduğu rivayet edilen hak mezheplerin sayısı zaman içinde 4'e düşmüştür. Ve yine biraz da bundan sahabe sayısı kadar ayrı yol oluşmamıştır. Herbirisi ayrı bir yöne doğru yürümemiştir. Çünkü o salih seleflerimiz, canımız onlara kurban olsun, modern zaman hevaperestleri gibi ‘yolları çoğaltmak aşkına’ yola çıkmamışlardır. Onların gayesi Kur'an'ı ve sünneti iyi tahlil ederek ümmeti 'çok yol baskısı'ndan kurtarmaya çalışmaktır. Tekilliğe yatkın hakikati bulmaktır.
Fakat, dikkat eder misin, modern zaman sünnetsizleri Kur'an-ı Hakîm'i okumaya başladıklarında en genel-geçer dinî emirlerde dahi ortalığı bir binbir ‘göre’nin sisi sarmaktadır. Bunlardan birisi arkadaşının kolunda İstanbul'u gezerken namazını kıldığını söylemektedir. (Çünkü ona göre namaz sadece duadır.) Bir başkası namazın sadece Allah'a saygı göstermek olduğunu ifade etmektedir. (Artık eğilmeye/kalkmaya ve hatta duaya bile gerek yoktur.) Bir başkası kurbanın 'parası burs verilerek de' kesilebileceğini düşünmektedir. (Zira kurban kesmek hayvancılığın önemli olduğu eski zamanlarda kalmış vahşi bir eylemdir.) Böylece Aleyhissalatuvesselamın merhametle, vahiyle, emr-i ilahîyle, düşmememiz için azalttığı yollar, bu hevaperestlerin eliyle çoğaltılmaya çalışılır. En nihayet bu kadar bol seçenek içinde akide dahi spesifikleşir. Ortada din diye birşey kalmaz. Herşey helal, herşey sevap, herşey mübah olur.
Başta alıntıladığım iki ayetten ikincisi bu anlamda çok manidar. Bugünün sünnetsizlerine de gayb-aşina parmağıyla dokunuyor. Nasıl? Belki önce şöyle bir soruyla yüzleşmeli: Peygamber aleyhissalatuvesselama sırt dönmek sırf sağlığında müşrikler tarafından mı yapılan bir eylemdir? Yoksa bugüne bakan bir tarafı da var mıdır? Bence evet! Bugün de sünnet-i seniyyeye sırtını dönenler aslında Aleyhissalatuvesselamın merhametine sırt dönmektedirler. Onun çok yollar içinde gösterdiği istikamete razı gelmeyerek başka yollara koşmak istemektedirler. Onlara verilecek cevabı da yine Hak Teala öğretmiştir. Biz de besmeleyle sünneti tekrar edelim: "Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...