Yerellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yerellik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2016 Salı

Bir günde hain olunmaz

Miraç hâdisesinin ardından yaşanan bir hâdise daha var ki, sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.) efendimin kemalini değil, mü'minin kemalinin kaynağını da bize ders veriyor. Evet, sıddıkiyet 'kendi kaynaklarından beslenmekten' gelir. Hz. Ebu Ebekir (r.a.) efendim, miracın yaşandığına inanmak için "Bunu o mu söylüyor?" diye sormakla yetinmişti sadece. Bu soruya verilen olumlu cevap miraca inanması için yetmişti. Ayrıca bir delil aramamıştı inanmak için.

Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."

Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.

Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.

Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.

Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."

Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.

Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.

Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Bediüzzaman meşrutiyeti neden savundu?

"Hakikatli bir lâtife: Sultan Süleyman Kanûnî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: 'Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.'" Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

'Bu kesinlikle böyledir!' demeyeceğim birşey hakkında yazıyorum. Nazar-ı müsamaha ile bakılsın isterim. Bediüzzaman'ın meşrutiyete 'meşrutiyet-i meşrua' çizgisinde verdiği desteğin arkaplanını anlamaya çalışıyorum bir süredir. Kimileri için bu mesele 'demokrasinin faziletleri' üzerinden gayet açık ve anlaşılır görünse de benim için değil. Bediüzzaman gibi ehl-i sünnet kodlarına sıkı sıkıya bağlı ve modernist/reformist/ehl-i bid'a etkilerden uzak bir âlimin, sırf Batı'daki başarısı ve o başarıdan kaynaklanan bir etkilenme üzerinden meşrutiyete taraftar olduğunu söylemek zor geliyor. Kendi arkaplanında, ehl-i sünnetin makbul/yerel deliller sisteminde bir referansı/gerekçesi olmalıymış gibi düşündürüyor. Zaten müellif de hiçbir metninde meşrutiyet arzusunu Batı üzerinden tanımlamıyor. Hatta bilakis, medeniyet-i hazıraya karşı daha güçlü durabilmenin bir yolu olarak savunduğunu görüyoruz onu.

Yani sırf "Batı yaptı. Başarılı da oldu. Hadi biz de yapalım!" diye meşrutiyet isteyecek birisine benzemiyor Bediüzzaman. Onlara karşı hissettiği 'benzemek' değil 'korunmak' arzusu. Hatta meşrutiyete taraftar olmuş diğer bazı isimlerde de ehl-i sünnet kodlarına düşkünlük, yeni tabirle 'gelenekselcilik' hâkim bir renk. Bu insanların meşrutiyete "Batı yaptı. Pek güzel de oldu! Hadi biz de yapalım!" diye taraf oldukları düşünmek tuhaf geliyor. Birşey isteyeceklerse, meşruiyetini önce kendi 'yerel' delil sistemlerinde sorgulayan insanlar bunlar. Kur'an'ın ve sünnetin mizanlarına düşkün insanlar. Bu insanların salt "Başarılıysa doğrudur!" algısıyla meşrutiyete taraftar oldukları söylenebilir mi? Eserlerinde "Garp husumeti baki kalmalı!" diyen bir âlimin Batı'ya böylesi önemli bir meselede teslim-i silah ettiği hayal edilebilir mi? Üstelik, İstanbul'da hamallara yaptığı konuşmada; "Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsa haydutturlar..." diyen bir âlimin?

Bence edilemez. Bu yüzden üzerine daha fazla düşünülmeli. Meseleyi Hulefa-i Raşidin tecrübesi üzerinden referanslandırmak da sorunlarımızı çözmüyor. Çünkü Hulefa-i Raşidin'den sonra bin yılı aşkın bir süre ümmet saltanatla yönetildi ve bu yönetişe yönelik, Osmanlı'nın son dönemine kadar, o tonda bir meşrutiyet (veya muadili/benzeri bir sistem) savunusu yapılmadı. Hatta ulemanın bir gelenek olarak yönetime dair böylesi müdahalelerden uzak durduğunu görüyoruz. Korkaklar mıydı? Asla! 'Kur'an mahluk değildir!' dediği için zindanlarda çile çeken Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi selabetli âlimlerin böyle bir meseleyi tartışma konusu yapmamaları ancak 'görece önemsememeleriyle' açıklanabilir. Demek Hulefa-i Raşidin üzerinden devlet sistemine yönelik bir zorunluluk çıkarımı yapılmamış. Yapılmamış ki, ardında benzeri bir kavga verilmemiş. Bediüzzaman'ın da padişah hakkında söylediği mezkûr cümle bize böyle düşündürüyor. Önceliği liderin nasıl yetkilendiğine değil sünnette ittibaına verdikleri görülüyor.

Belki bu, bir teori olarak 'o dönemin şartlarının elverişsizliğiyle' veya 'itirazların yeterince duyulmadığıyla' izah edilebilir. Fakat bu da bana yeterli gelmiyor. Çünkü konjonktür kovalama huyu daha sonraları bize arız olan birşey. Durum daha çok; İslam âlimleri, belli şartlara uyduktan sonra bu insanlara karşı (onaylamasalar bile) itiraz etmemişler tarzında görünüyor. Zaten meşrutiyet tartışmalarının Batı'dan etkileniş sonucu ortaya çıktığını söyleyenler de bu argümana dayanıyorlar. "Biz 'meşrutiyeti' tartışmaya Batı'dan en çok etkilendiğimiz dönemde başladık. O halde bu tartışma yerel meselemiz değil. Bir dış etkinin/etkilenişin sonucudur..." diyorlar. Ve ilk adımından itibaren bid'î bir tartışma olduğu iddiasıyla meşrutiyeti yaftalıyorlar/tardediyorlar. Hatta "Onların işleri aralarında istişare iledir..." ayetinin dahi o döneme kadar meşrutiyet anlamıyla tefsir edilmediğini ifade ediyorlar. Bunlar duyduklarım veya okuduklarım. Detaylarını ehli daha iyi bilir.

İşte bütün bunları tartarken ve "Meşrutiyet bir etkileniş ise Bediüzzaman neden onu savundu?" diye düşünürken Kastamonu Lahikası'ndaki bir metin imdadıma yetişti. Metin aslında Bediüzzaman'ın yıllar sonra Münazarat isimli eserine bakıp kendine dair yaptığı bir özeleştiriyi içeriyor. Meselemizle ilgili olan kısmını alıntılayacağım:

"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ... 
İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.

Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir nümunesi olarak, üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan'ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yani birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidâneye inzibat ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş."

Kanaatimce, Bediüzzaman, "Osmanlı Avrupa'ya hamiledir..." dediği dönemlerde de, ondan öncesinde de bir istibdadın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. (Hatta "Ben de öyle düşünüyorum..." dediğine göre Câmiü'l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid de onunla hemfikirdi.) Bu, ümmet-i İslam için bir istibdat olacaktı, çünkü meşruiyetini Batı'dan alıyordu. II. Mahmut'tan ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Osmanlı üzerinde tesirini hissettiren Batılılaşma, yönetimlerin yerelliklerini giderek yitirdiklerini gösteriyordu. Bu yönetim-halk ayrışması, en nihayet devletin doğrusunu halka da dayatacağı (bir toplum mühendisliğine girişeceği) korkusu yaratmış olabilir. Belki zaten dayatıyordu da. Çünkü devlet de modernleşmeye paralel olarak otoriterleşiyor ve merkezileşiyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesinin II. Mahmut'tan itibaren başladığını bilenler ne demek istediğimi anlarlar. Yine II. Abdulhamid'in, yerel bir eğitim müessesi olan medrese yerine, modern mekteplere taraf olması da bu dönüşüme delil sayılabilir. Ki kendisinin sonunu da bu mektepliler getirmiştir.

Geçenlerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı'nda Doç. Dr. İshak Torun'un Makyavelist Siyasete Bir Reddiye Olarak Müsbet Hareket seminerini izledim. Seminer sırasında İshak Hoca önemli bir noktaya dikkat çekti. İslam tarihinde geçmiş yönetimlerin hiçbirisinin toplum sosyolojisine modern devletler kadar müdahil olmadıklarını söyledi. Bu, bir bakıma devletin toplumu şekillendiremiyor oluşu demek. Belki de o dönem ulemasının gözünde saltanatı görece tehlikesiz hale getiren buydu. Devlet zaten toplumu dizayn edemiyordu. Her ne kadar Emevilerde bir dönem Cebriye çizgisinin, Abbasilerde ise Mutezili çizginin dayatıldığı bilinse de, elbette o günün imkanlarıyla bu etkilemeler etkisiz kalmıştı.

Fakat modern devlet düzenleri böyle değildi. Özellikle Deccal'in ve Süfyan'ın icraatlarına yönelik bilgiler içeren hadisler, yöneticinin toplumu çok hızlı değiştirebileceği bir dönemin varolacağından haber veriyordu. Ve dönemin uleması bunun 'olabilirliğini' teknolojinin/iletişimin/ulaşımın gelişimini görerek bizzat soluyorlardı. Beşinci Şua'nın aslının o şartlarda yazılması, içerdiği tevillerin 'gelecek bir istibdada yönelik' oluşu tesadüf değil. Müellifin ifadesiyle, Beşinci Şua bir elbise dikmişti ve Mustafa Kemal de gelip onu giymişti. Elbisenin kalıbı ona uyuyordu, çünkü Bediüzzaman gidişatı doğru okumuştu. Mustafa Kemal'e yaptıklarını yapma gücü verecek şartlar ve imkanlar oluşuyordu. İktidar, giderek güçlenerek ve otoriterleşerek, yerelliğini yitirenlerin eline doğru kayıyordu.

Bu tehlike algısı da Bediüzzaman gibi pekçok isme şöyle düşündürmüş olabilir: "O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış..." Yani demek istiyorum ki: İstibdatın toplumun sosyolojisini değiştirebilecek bir güce erişmesi, meşrutiyetin vurgusunu ve savunusunu daha belirgin kılmış olabilir. Bu, Bediüzzaman ve benzerlerinin saltanat düşmanlığı değil istibdat düşmanlığı idi. Saltanatın darbe alması bu istibdata görece müsait bir ortam oluşturmasındandı. Ancak meşrutiyet de meşrua içinde kalmazsa, aynı tehlikeye sahipti. Yine Bediüzzaman'ın mebuslara yaptığı bir konuşmasına kulak verelim:

"Meşrutiyeti meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki ağrazına siber etmekle lekedâr etsin. Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. (...) Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola."

Meselenin ikinci yanı ise Osmanlı sonrasındaki saltanatların yerelliklerini kaybetmesiyle ilgili. Batı'nın zalimane yönetimi ve saldırısı karşısında İslam coğrafyasının parça parça esarete girmesi ve çekilirken dahi Batı'nın o coğrafyalarda kendisinin etkisinde yönetimler bırakması, bugün de hepimizin gördüğü ve okuduğu gibi 'İslam coğrafyasındaki yönetimlerin yerelliğine dönebilmesi için' meşrutiyeti tek çözüm kılmış olabilir. Yani ancak halka sorulursa halk yeniden kendine yakışanı seçebilir. Öteki durumda kukla yönetimler idaresinde esir halklar olarak yaşamamız kaçınılmaz olur. (Bugün pekçok örneğini gördüğümüz şekilde.) Bu da İslam ulemasının meşrutiyete yaptığı vurguya bir güç katmış olabilir. Hatta bu iddiamı modernleşmedeki referanslarından ötürü Osmanlı hanedanına bile yöneltebilirim. Acaba Osmanlı yönetimi son dönemlerinde yaptığı değişim ve dönüşümlerin ne kadarında İslamî referans arıyordu? Ne kadarında Batı'nın doğru bulması yetiyordu? Ne kadarı müslüman ahalisinin onayladığı değişimlerdi? Bu yukarıdan aşağı dayatılan değişime karşı ulemanın yönetime bir şekilde müdahil olmayı arzulaması ve yerelliği bu yolla korumaya çalışması tuhaf gelmiyor.

Elbette bunlar benim teorilerim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak Bediüzzaman'ın, sırf Batı'da tutan bir aşı olduğu için değil, müslümanların hâkim mimsiz medeniyetin baskısından kurtulmasının yolu olduğu için meşrutiyete taraftar olduğunu düşünüyorum. Dönemi âlimlerinin de meşrutiyete desteğini böyle okuyorum. Bu, bir 'etkileniş' değildi onlar için. Bu, yaklaşmakta olan ve gelişini apaçık okudukları tehlikeye karşı çözüm yoluydu. Referansın Hulefa-i Raşidin veya istişare ayeti olması ise, ihtiyaca şeriatın müsaadesini arayıştı. Dayatış değil. Nitekim, biz dahi Türkiye'de sosyolojimize uygun bir idareyi seçim sisteminin işlemesi sayesinde kazanmış olmadık mı? Eğer bu sistem olmasaydı, başımıza bırakılmış kuklalarla idare ediliyor olmayacak mıydık hala? Elbette her sistemin hataları ve eksikleri var. Ancak ahirzamanda, sosyolojimize dayanmadığımız sürece yönetimlerimizin yerelliğini korumamız zor gibi geliyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyet savunusunu biraz da böyle anlıyorum.

7 Ocak 2016 Perşembe

Mü'min 'yerelliğini' nasıl korur?

Sana Dinden Sorarlar’da dikkatimi çekmişti. Birisi, Ebubekir Sifil Hoca’ya, Bediüzzaman'ın Kur'an'la ‘tevhid-i kıble’ ettiğini söylemesi ve eserlerini yazarken yanında Kur'an'dan başka kitap bulundurmadığını mükerreren beyan etmesinden hareketle onda da 'hadis/sünnet inkarcılığı'na bir temayül bulunup bulunmadığını soruyordu. Hoca ise bu soruya Bediüzzaman'ın eserlerindeki sünnet vurgusuna dikkat çekerek cevap veriyordu. Sünnetin dindeki fonksiyonunu bu denli önemseyen bir âlimin ‘hadis/sünnet inkârcılığına’ temayülü bulunduğu söylenemezdi.

Mezkûr soru-cevap ilgimi çekmişti. Çünkü ben de 'hadis/sünnet inkarcıları' ile hasbelkader girdiğim tartışmalarda Bediüzzaman'ın bu tür ifadelerinin onlarca delil olarak kullanılmaya çalışıldığına şahit olmuştum. Hatta bu tarz ifadeleri argüman olarak kullananlar, bir şekilde Risale-i Nur'dan bir dönem ders almış, en azından Nurcular içerisinde bir süre bulunmuş insanlardı. Metinlere aşina oldukları belliydi. Tuhaf bir şekilde yeni girdikleri bu meymenetsiz yol için eski yolları olan (Acaba hiç 'yolları' olmuş muydu?) Nur talebeliğinden zorlama tevillerle malzeme kotarıyorlardı. Bir nevi Risale-i Nur metinleri içinde 'hadis/sünnet inkarcılığına' delil çıkarmaya çalışıyorlardı.

Bu endişemi Kenan Demirtaş Hocama açtım. Kendisi de, sağolsun, bir programda mezkûr meseleye değinerek tevhid-i kıble etmenin aslında ne anlama geldiğini doyurucu bir şekilde izah etti. (İzlemek isteyenler için: https://youtu.be/LkvfIxc1aHA) Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışının, mensubu olduğu ehl-i sünnet usûlüyle şekillenen bir bakış olduğunu, modernistlerin Kur'an Müslümanlığı(!) dediği şeyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtti Kenan Hoca o programda. Elhamdülillah. Fakat bu vesileyle ben de Bediüzzaman'ın musırrane 'yanında sadece Kur'an bulunduğu' veya 'telifi sırasında yanında başka eser bulundurmadığı'na dair beyanlarını düşünmeye başladım. Hatta bu vurguyu, Emirdağ Lahikası'nda, Medine âlimlerine eser gönderirken de yapmasını ayrıca ilginç buldum:

"Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, 'Yüzotuz parça risalelerin menbaları me'hazları yalnız Kur'ân'dır!' diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde, bazan çok sür'atli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz."

Öyle ya, bir din âliminin en son ihtiyaç duyacağı şeydir, eserlerinde Kur'an'dan beslendiğini söylemek. Medine gibi bir yere kitap gönderirken hele. Mübarek beldenin âlimlerine bu vurguyla kitap göndermenin ne gibi bir anlamı olabilir? Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Benim bu sorulara kendimce bulduğum cevap şu arkadaşım: Bediüzzaman, seküler medeniyetin etkisiyle bid'alara müsaadekâr, hatta talip, ulema-i su'dan olmadığını; eserlerini yazarken de modernist/reformist hiçbir tesir altında kalmadığını; ehl-i sünnet mizanlarını sapasağlam koruduğunu bu 'etkilenmemişlik vurgusu'yla anlatmaya çalışıyor.

Türkiye gibi 'üzerinden Süfyan geçmiş' bir memlekette telif edilen eserler için yapılan bu vurgu, şu an boğuşmakta olduğumuz kalbi/kafası seküler medeniyetin zebunu olmuş, ama diliyle hâlâ İslamiyet adına beyanda bulunan kimseleri düşününce, daha bir anlamlı geliyor. Neden? Çünkü Bediüzzaman'da varlığını şiddetle hissettiğimiz İslamî ve ilmî izzeti de tekrar hatırlatıyor. Yani diyor ki: Din adına birşeyler ortaya koyacaksan yerelliğini kaybetmemeye dikkat et. Bunun bedeli ‘tecrid-i mutlak içinde yaşamak’ dahi olsa kaçınma.

Mü'minin yerelliği ise, modern zamanlarda bile, vahyi, selef-i salihînin duruluğunda ve ehl-i sünnet mizanlarından taviz vermeden, yani 'etkilenmeden' okumasıyla mümkündür. Müfessirin izzeti Kur’an’ı seküler bilimin veya sosyolojinin veya felsefenin mizanlarıyla bulandırmadan, kendi öz kaynaklarıyla/usûlüyle anlamaktır. Yoksa, yine kendisinin, mezkûr etkilenmişlikle eserler yazan bir doktor hakkında dediği gibi: "Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!"

Arkadaşım, belki bu yazıdan sonra, Birinci Şua'daki şu paragrafa da bu gözle bakabilirsin: "Resâili'n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir." Evet. Risale-i Nur ne doğunun ne de batının söylemlerinden etkilenmeden, yani İslam’ın özbeöz evladı olarak, yazılmış bir eserdir. Ötede-beride birikmiş, eski inanışların eteklerinde taşınmış, bid’alarla bir ilgisi yoktur. Onunla muhatap olanların da bunun şuurunda olması gerekir.

İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin, “Bize doğudan iki fitne geldi!” deyip işaret ettiği bid’a fırkalar da hatırlanınca, Bediüzzaman’ın burada ‘şarkın malumatından’ demekle kastettiğinin ‘Benden önceki hiçbir âlimi takmadım!’ tarzı, hâşâ, bir beyan olmadığı açıktır. Elbette, Bediüzzaman ‘mürşidlerim’ dediği birçok İslam âliminden istifade etmiş, eserlerinde açıkça da isimlerini/eserlerini anmıştır. Maşaallah. Onun sakındığı ise İslam harici ‘doğu’ ve İslam harici ‘batı’dır. Onların etkisidir. Bulantısıdır. Yani Bediüzzaman’ın yazdığı eserler, yukarıda da beyan ettiğimiz üzere, özbeöz İslam’ın malıdır. Yoksa, hâşâ, o Kur’an’ı sözde Kur’an Müslümanları gibi usûlsüz okumaz. Onun Kur’an’ı anlama usûlü ehl-i sünnet ve’l-cemaatin usûlüdür, vesselam.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...