ulaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ulaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2019 Pazartesi

Kertenkeleler dans da edebilir

Dünya giderek küçülüyor. Kütlesinde bir değişim olmuyor belki. Fakat iletişim/ulaşım imkânlarının gelişmesiyle uzaklıklar yakınlaşıyor. Gitmeler-gelmeler, söylemeler-duymalar, etkilemeler-etkilenmeler artıyor. Gördünüz işte. Şili'de başlayan birşey birkaç günde koskoca mesafeleri aşıp Türkiye'nin meclisine kadar geldi. Ahirzamanla ilgili hadisleri tefsir edenler 'deccalin kırk günde dünyayı dolaşması' veya 'öldüğünde bir şeytanın bunu dünyaya işittirmesi' gibi rivayetleri de bu eşikten analiz ederler. Yani, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, gayb-aşina gözüyle bize ahirzamanda ulaşılacak iletişim/ulaşım imkanlarını sezdirmiştir. Elbette edeb-i peygamberîye yakışır bir tesettürle. Dikkatli nazarların aşabileceği bir billurlukla. Bunlar da mucizesidir. Yani, haberi hakikat-i nübüvvetinin bir delili, örtmesi sırr-ı imtihanın bir gereğidir.

Tabii, ıskalamayalım, böylesi imkanların bedelleri de oluyor. Nasıl bedeller? Bu konuda fehmimize yardımcı olacak bir hadis-i şerif var. Aleyhissalatuvesselam bir mecliste ashabına buyuruyor: "Sizler karış karış, arşın arşın öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. (Onların yaşayışlarını ölçü edineceksiniz.) Hatta küçük bir kertenkele deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz. Sorduk: Ya Rasulallah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahudiler ve hristiyanlar mı olacak? Buyurdu: Ya başka kimler olacaktı?" (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)

Her imkanın bir imtihanı var. Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanlarının da bedeli toplumlar arasındaki etkileşimi arttırması. Evvelemirde bunun sadece hasenatı gözümüze görünüyor. Fakat, kaçırmayalım, seyyiatı da var. Çünkü hâkim/baskın kültür dediğimiz şey sonuçta imkanları da yönetiyor. Hani şöyle bir söz vardır: "Medyanın gücü yoktur. Gücün medyası vardır!" denir. Bunun hakikatini yaşadıklarımız üzerinden de okuyabiliriz. Öyle ya. Bugün küresel medyayı kim elinde tutuyorsa insanlığa neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğunu da o öğretiyor. Kimin 'terörist' kimin 'kahraman' olduğunu, kimin 'zalim' kimin 'kurtarıcı' sayılacağını, kimin 'medeni' kimin 'vahşi' görüleceğini, hepsini ama hepsini, dominant güçler tayin ediyor.

Direniş noktamızsa evveliyetle imanımız. "Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!" buyuran Kur'an'ımız. "Kim bir kavme benzerse o da onlardandır!" buyuran Peygamberimiz. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diyen mürşidlerimiz. Bu tarz ihtarların aşıladığı temkinle ancak bir derece üzerimizdeki algı yönetimine karşı koyabiliyoruz. Yerliliğimizi muhafaza edebiliyoruz. Yani akaidimiz aynı zamanda bizim koruyucu hekimliğimiz. Her türlü beyin yıkamasına, kimlik dezenformasyonuna, kalp manipülasyonuna karşı 'değişmeyenlerimize' tutunuyoruz. Eğer onlara tutunmayı bırakırsak biz de biteriz. Hâkim kültürün baskın söylemi içinde yiteriz.

Kanaatimce bunun bir yanı da 'tepkilerimizde bile biz kalmamıza' bakıyor. Bakınız, Mısır'da gerçekleşen alçak darbenin ardından müslümanlar topyekün bir Rabia refleksi gösterdiler, ne kadar Batılı katıldı buna? Düşüncem: Rabia'nın gücü İslam coğrafyası dışına ancak daru'l-harpte yaşayan müslümanlar kadar/eliyle taşınabildi. Buradan oraya bir dalga oluşmadı. Bugün bu diyarların liderleri Diktatör Sisi'nin elini sıkmaktan çekinmiyor. Halkları da bundan rahatsız olmuyor. Hoşlarına gitmeyen izzetli demokratik liderleri ise alttan/üstten sürekli diktatörlükle yaftalıyorlar üstelik. Yani buradan oraya doğru bir algı akışı yaşanmıyor. Oradan buraya sürekli algı taşınıyor. İletişim/ulaşım imkanlarını hâlâ lehimize çevirebilmiş değiliz. Gerideyiz.

Hal böyle olunca bir müslüman elbette yüzünü hemen temkinine dönmeli. Evet. Biz, elhamdülillah ki elhamdülillah, kudsî metinlerimizde çoklukla böyle bir temkini ders almışız. Uyarılmışız. Dikkat kere dikkat kesilmeliyiz. Arkasındaki niyet ne şekilde lanse edilirse edilsin, bu eşek nasıl boyanırsa boyansın, operasyon yeyip yemediğimize dair mübarek bir tereddütle yoklamalıyız herşeyi. Öncelikle dinimizin mizanına vurmalıyız. Bozuksa almamalıyız. Bize uymuyorsa yapmamalıyız. Başkalarının dalgasına sörf tahtası olmamalıyız. Bu açıdan Las Tesis denilen şeyin de göğsümüzün içine bir taraftarlık olup yerleşmeden önce uğraması gereken duraklar var. Bilelim ki kertenkele çukuruna girenler de mutlaka teviller üretecekler. Bir şekilde olayı içselleştirecekler. Sakın onlar biz olmayalım? Sakın ha olmayalım! Sakınalım da olmayalım.

22 Mayıs 2016 Pazar

'Selamsızlar' ittihad edemez

Şuradan başlayayım arkadaşım: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz birşey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!" hadis-i şerifini eksik anladığım kanaati hasıl oldu bende. Özellikle 'selamı yayma’yı sadece 'denk geldiklerime selam vermek' şeklinde anlamak pek az göründü. Peki bu ‘parıldama’ nasıl yaşandı?

Oraya geleyim: Hayat insanı bazen öyle yerlere savuruyor ki, pek yakın olduğunuz dostlarınızla dahi, ancak teknoloji vasıtasıyla görüşebiliyorsunuz. Belki bir zamanlar yediğiniz-içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlar bunlar. 'Bir selam vermiş olayım!' diyerek ya yılda bir arıyorsunuz yahut da benim gibi ‘mailleşmeyi’ tercih ediyorsunuz. Peki bu selamlaşma ihtiyacı nereden geliyor?

Bu nokta önemli. Çünkü hadis-i şerifin nasihat ettiği hakikatin özü sanki burada saklanıyor. Yani ‘selam vermediğinizde’ birşeylerin giderek yitiyor olduğunu hissediyorsunuz. Aranızda muhabbetten bir bağ vardı. (Muhabbet ki öteki olanı parçamız kılar.) O bağ da bir açıdan imanınızla bağlı idi. (İman cümle mevcudatla tevhid bayrağı altında kurulan kardeşliktir.) İşte, evet, belki selamlaşmadığınızda giderek açıldığını farkettiğiniz mesafe aslında onlarla da aranızda açıldığını hissettiğiniz mesafe. Silsile halinde büyüyen bir çağrışım.

Bu yoksunluk korkutuyor. Yeniden hatırlamak-hatırlatmak gece rahat uyumanızı sağlayacak. Varlığını hissetmek-hissettirmek, bir parçanızın daha güvende olduğunu göstermekle, içinizi huzurla dolduracak. Uzun süre alçıda kalan parmaklarını oynatarak mutlu olan hasta gibi olacaksınız. O hâlâ orada yani. O hâlâ sizinle.

Birşeyin yokluğunu tanımak varlığını tanımaya bağlıdır. Varlığı tanınan/tadılan şeyin ancak yokluğu bilinir. Hiç varolmamışken yokolanın yoksunluk sancısı da varolmaz. ‘Panda’ diye bir hayvanın varlığını bilmeyenler için nesillerinin tükenmesinin acısı da yoktur. Acı ademden/yokluktan doğar. Varolmayan nasıl yokolabilir? İşte bu yüzden varlığı tadılmayanın yokluğu da tanınmaz.

Allahu’l-a’lem: İman böylesi tevhidî bir bakışla-uyanışla tanıştırdığı için 'selamlaşmamak' bize acı verir. Mürşidimin altını sıkça çizdiği birşeydir: İman varlığı insana dost kılar. Sahi, ehline meleklerin vereceği selam, cennetten daha mı az mutlu edecektir bizi? Bence selamlaşmadığımız yerde huzur da duymayız biz. Varlıklarına mutlu/duacı olduklarımızın yanındadır saadetimiz.

Meselenin bir de şu boyutu var: Selam, yukarıda saydığım şeylerin başı olduğu gibi, başka bir dizi eylemin de sonucudur. Ne demek bu? Yani 'yalnız bir eylem' değildir selam. Meyve gibi ağacıyla bağlıdır. Devamıdır. Selam vermek için öncesinde başka süreçlerin sizde (veya sizin tarafınızdan) işlenmesi gerekir. Hadis-i şerifin ‘dinamik sevgiyi netice verecek amel’ olarak zikrettiği selam aslında zaten ‘potansiyel sevginin neticesi olarak’ vücuda gelir. Yani başlangıcı sevgi olduğu gibi sonucu da o sevginin artmasıdır.

Burada selamın sağladığı şey, hiç duyulmamış bir hissi vücuda getirmek değil, potansiyel olarak varolanı açığa çıkarmaktır. Tanım olarak varolanı sahaya yansıtmaktır. Aralarında zaten imanın muhabbet/kardeşlik kıvılcımı bulunanların fırınına kömür atmaktır selam. O ateşi harlamaktır. Çünkü ancak beslenen ateş diri kalır. Bu yönüyle selam verilmesini sağlayacak her teknoloji-imkan yayımının bir parçasıdır. Yani, selamın yaygınlaşması emri içinde, Allahu’l-a’lem, mü’minler mabeyninde iletişim-ulaşım imkanlarının arttırılması emri de saklıdır. Ki mürşidim hacca dair der:

"Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu, ba'de harabi'l-Basra anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa'tebirû."

Nihayet demem o ki arkadaşım: 'Selamın yayılması' emri içinde her yardımcının bir hissesi olabilir. Evet. Birbirimizi daha sık ziyaret etmemizden tutun (ulaşım), daha iyi haberdar olmamız (iletişim) ve hatta sohbet mekanizmalarını arttırmamızın da (istişare) bu hadiste payı mümkün görünüyor. Elhak: Sevmek tanımaktan geçiyor. İttihad-ı İslam'ın her açıdan şu 'selamı yayma' çabasına ihtiyacı var. Cennetimiz orada saklı çünkü. Hak Teala kavuştursun. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...