Selam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Selam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2022 Pazar

Demokrasiyi anladıysan salavat getir!

Bazen latife olsun diye diyorum: "Salat u selam getirmek müslümanların 'temsilî sistemi' ta 14 asır evvelden kavramış olmasındandır." Duyanlar elbette gülümsüyorlar. Gülümsetmenin bir sırrı da beklenmeyeni söylemektir. Fakat bu öyle bir beklenmeyen olacak ki muhataba mutluluk da verecek. Yani farkındalığına eriştiğinde varlığı artacak. Her neyse. Bahsimiz gülücük bahsi değil. Yok. Aslında gülücük bahsi. Varlığıyla yüzümüzü güldüren Aleyhissalatuvesselama dair bir manayı konuşacağız. Onun varlığı, eşyanın yüzünü güldürdüğü gibi, ona dair olanların tefekkürü de şeyliğimizin yüzünü güldürür. Hele anlatayım da bakalım beni güldüren sizi de güldürür mü?

Mevzu Barla Lahikası'ndaki 'Mesail-i Müteferrika' bölümünden çıkıyor. Evet. Burası şöyle bir soruyla başlıyor: "Salâvatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?" Sualde yadırganacak birşey yok. Teslimiyetin şu denli bozulduğu zamanda hikmetten bu denli sorulması garip değil. Zaten ahirzaman demek 'son tüketim tarihi' geldi-geçiyor demek. Tarihi yaklaşmış gıdalara nasıl muamele ettiğimizse malumdur. "Yesek mi yemesek mi?" Şöyle kaşığın ucuyla bir parça dile dokundursak? Tattan bir sonuca ulaşma çabaları. Kıvamdan birşeyler çıkarmaya çalışma. "Yoksa kokuyor mu?" Emin olamazsam bir de sorarım. Bir değil bin düşünürüm. Tefekkür bir zenginliğimiz. Doğru. Elhamdülillah. Ama aynı zamanda şimdinin mecburiyetidir. Çünkü eğilen kaşık değil Neo. Estağfurullah. Bozulan gıda değil biziz.

İslam bozulmadı. Bozulan biziz. Bu sebepten çok sual ediyoruz. Yediğimiz bizi zehirlemiyor. Hâşâ. Kevser zehirlemez. Esasında şifaya tâlip değiliz. Olur böyle şeyler. Sarhoşlar ayıltıcıları reddeder. Müptela için normali iptiladaki haletidir çünkü. Nefsin bu deliliğine karşı elbette bizde de silahlar var. İşte onlardan birisi tefekkür. Aklı ikna edersek ona karşı bir şansımız olabilir. Yok. Aklı dahi ikna edemiyorsak, o zaman hazırlanalım, nefsin seçtiği artık 'akıllıca' oluverecek.

Sadede dönelim. Mürşidim 'salat' ile 'selam'ın mü'min dillerinin bal u şekeri olmasını şöyle aydınlatıyor: "Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu es-salât ifade eder. Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor. Hem biz seyyidinâ lâfzıyla tabir ettiğimizden, diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin."

Hadi bakalım. "Şimdi bunun 'temsilî sistem' ile ne ilgisi var?" Böyle sormakta elbette hakkınız var karilerim. Ben de 'cumhuriyet, demokrasi, seçim' vs. gibi kavramlarla büyümüş bir ahirzaman çocuğu olarak şöyle cevap vereceğim: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, bir yönüyle, Hak Teala Hazretlerinin içimizden seçtiği mebusumuzdur. Yani içimizden seçilen elçisidir. Bu seçiliş bir 'akrebiyet' sırrıyla olmuştur. Biz oy vermiş değiliz. Fakat elbette Alîm u Hakîm olan Allah'ın seçişinden yüce bir seçiş olamayacağından müslüman gönüllerin oyları hep onadır. Biatları tereddütsüz âlemlere rahmet olan Efendilerinedir. (Biatın oydan farkı buradan görünür.) 

Seçerken biz seçmedik. Tamam. Fakat biatımız nasıl ona olacak? İşte bizim biatımız da önce kelime-i şehadetimiz, imanımız; sonra da dilimize bal u şeker kıldığımız salat u selamımızdır. Evet. Elhamdülillah ki elhamdülillah. Biz her salat u selam getirdiğimizde Aleyhissalatuvesselam Efendimize tekrar tekrar biat ederiz. Tekrar mebusluğunu sahipleniriz. Tekrar ümmeti oluruz.

Experimenter filminde Stanley Milgram hani eşine şöyle bir iltifatta bulunuyordu: "Seni hergün yeniden seçiyorum." (Filmi izleyenler veya Milgram deneyleri nedir bilenler mezkûr iltifatın edenin-edilenin gözünde ne denli büyük olduğunu kavrayacaklardır.) Biz de her salat u selam getirişimizde şunu söylemiş oluyoruz belki: "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz."

Şimdi ilk paragrafı hatırlamak da yerinde olacak: "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü'l-âbâdda, nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir."

İşte bir 'temsilî sistem' dersi daha. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz zaten Allah'ın peygamberi. Bizim biatımız onun bu akrebiyet makamında bir değişiklik yapmayacak. Yani onayımızla-biatımızla nebi olmayacak. Lakin yine de duamıza ihtiyaç gösteriyor. Neden? Çünkü ona dua etmeye bizim ihtiyacımız var. Zaten bihakkın ifa ettiği vazifeyi yapabilmesi ümmetinin 'kurbiyetinin artması yönünde edeceği dua'yla da ilgilidir. Çünkü o 'abduhu ve resuluhu'dur. Hem abddır hem resuldür. Salatın bir manası da yardımdır. Biz Aleyhissalatuvesselama onun Rabbü'l-Âlemîn katında daha büyük mazhariyetlere uğraması için dua ederiz. Ubudiyetine karıncalığımızla iştiraktir bu. Desteğimizi-sevgimizi gösteririz. Tıpkı bir memleket ahalisinin devlet katında nüfuzu tam olsun diye mebuslarına desteklerini gösterdikleri gibi. Temsilî sistemin bir ayağı budur.

Yanlış anlaşılmasın. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz seçim bölgelerine beş senede bir uğrayan mebuslara benzemez. Yukarıda deniliyor ya: 'bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır.' (Hem ayet zaten haber veriyor: "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir.") Onun bu şiddetli ilgisidir ki, üzerimizdeki hakkı olarak, bizi de kendisiyle daha dinamik bir ilişki içinde olmaya itmiştir. Biz beş senede bir oy kullanmayız. Her namaz kılışımızda, her tesbihat yapışımızda, hatta her ismi anıldığında ona oyumuzu veririz. Bu oy hem kalbimizin ona olan biatını yeniler hem de onun elçimiz olduğu makama yardım eder. Sünnete ittibamız da yine minvaldedir. Madem o elçinin hayatımızın her anına ilgisi vardır, elbette, endişelendiği her ana rehberliği de olacaktır. İşte o rehberliğin zarureti sünnet-i seniyyesinin aramızdaki itibarıdır. İttibaımızdır.

Peki ya selam? Onu nasıl anlamalıyız? "Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor." Evet. Bir mebusun hem devlete karşı hem halkına karşı vazifeleri var. Devletten emredileni halkına bildirdiği gibi halkın ihtiyaçlarını da devlete bildiriyor. İhtiyaçlarımızı bildirebilmesi için 'salat' ile yardımda bulunduk. Üzerindeki rahmet tecellilerinin artmasını diledik. Zira o tecelliler arttıkça, Rahman u Rahim'in, onun üzerinden muhtaç olduklarımızı bağışlaması da artacak. Fakat, dedik ya, elçinin görevi yalnızca bir boyutlu değil. Allah'ın emirlerini de bize bildiriyor. Orada da bizden selamet bulması lazım. Devletin gönderdiği elçiye eziyet edenler, mesajını reddedenler, sünnetine hakk-ı hayat vermeyenler elbette selamet de sunmamış olurlar. "Elçiye zeval yok!" denilir. Eğer ona selamet alanı sağlanmazsa irşadının nimetlerinden de faydalanılamaz.

İşte bir 'temsilî sistem' öğretisi daha: Biat ettiğiniz aranızda selamet bulmalı. Bulması için de dua etmelisiniz. Dikkat göstermelisiniz. Fem-i mübarekinden çıkmış sözün kalbimizde selamet bulmasından tutun, en küçük sünnî detayın dahi hayatınızda selamet bulmasına kadar, 'müsaitleşmelisiniz.' Sadece mebustan istemek yok. Öyle değil. Mebusun emrettiklerine de riayet edilecek. (Mebus onunla da elçiliğine destek kazanacak.) Sadece mebusun ihtiyaçlarınızı kollaması yok. Öyle değil. Siz de mebusun aranızdaki emeğini kollayacaksınız. Elçiniz önce sizde selamet bulacak ki elçilik yapabilecek. İttibaınızla muvaffakiyeti artacak. Ve siz de selameti için duaya berdevam olacaksınız. Evet. Bu iki kanadın birlikteliğiyle Hakkın kainatta insana biçtiği fonksiyon yerini bulacak. Nübüvvetin akrebiyeti ile velayetin kurbiyeti birbirleriyle buradan buluşacaklar.

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salâvat getirmek tek başıyla bir tarik-i hakikattır." İlk cümleye en son gelebildik. Sağlık olsun. Eh, evet, bir ahirzaman çocuğunun mürşidini anlamaya çalışmasına şahit oldunuz. Kızmayın. Ve de korkmayın. Olayı "Demokrasiyi önce müslümanlar bulmuştu!" gibi saçma bir noktaya götürmeyeceğim. Sadece şunu söylüyorum: "Müslümanlar 'temsilî sistem' nasıl işler bunu 'peygambere iman' ettikleri günden itibaren biliyorlardı." İnanmayanlar için şahit de tutuyorum: Salavattaki derinlik derinliğimizin ispatıdır, vesselam.


22 Mayıs 2016 Pazar

'Selamsızlar' ittihad edemez

Şuradan başlayayım arkadaşım: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz birşey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!" hadis-i şerifini eksik anladığım kanaati hasıl oldu bende. Özellikle 'selamı yayma’yı sadece 'denk geldiklerime selam vermek' şeklinde anlamak pek az göründü. Peki bu ‘parıldama’ nasıl yaşandı?

Oraya geleyim: Hayat insanı bazen öyle yerlere savuruyor ki, pek yakın olduğunuz dostlarınızla dahi, ancak teknoloji vasıtasıyla görüşebiliyorsunuz. Belki bir zamanlar yediğiniz-içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlar bunlar. 'Bir selam vermiş olayım!' diyerek ya yılda bir arıyorsunuz yahut da benim gibi ‘mailleşmeyi’ tercih ediyorsunuz. Peki bu selamlaşma ihtiyacı nereden geliyor?

Bu nokta önemli. Çünkü hadis-i şerifin nasihat ettiği hakikatin özü sanki burada saklanıyor. Yani ‘selam vermediğinizde’ birşeylerin giderek yitiyor olduğunu hissediyorsunuz. Aranızda muhabbetten bir bağ vardı. (Muhabbet ki öteki olanı parçamız kılar.) O bağ da bir açıdan imanınızla bağlı idi. (İman cümle mevcudatla tevhid bayrağı altında kurulan kardeşliktir.) İşte, evet, belki selamlaşmadığınızda giderek açıldığını farkettiğiniz mesafe aslında onlarla da aranızda açıldığını hissettiğiniz mesafe. Silsile halinde büyüyen bir çağrışım.

Bu yoksunluk korkutuyor. Yeniden hatırlamak-hatırlatmak gece rahat uyumanızı sağlayacak. Varlığını hissetmek-hissettirmek, bir parçanızın daha güvende olduğunu göstermekle, içinizi huzurla dolduracak. Uzun süre alçıda kalan parmaklarını oynatarak mutlu olan hasta gibi olacaksınız. O hâlâ orada yani. O hâlâ sizinle.

Birşeyin yokluğunu tanımak varlığını tanımaya bağlıdır. Varlığı tanınan/tadılan şeyin ancak yokluğu bilinir. Hiç varolmamışken yokolanın yoksunluk sancısı da varolmaz. ‘Panda’ diye bir hayvanın varlığını bilmeyenler için nesillerinin tükenmesinin acısı da yoktur. Acı ademden/yokluktan doğar. Varolmayan nasıl yokolabilir? İşte bu yüzden varlığı tadılmayanın yokluğu da tanınmaz.

Allahu’l-a’lem: İman böylesi tevhidî bir bakışla-uyanışla tanıştırdığı için 'selamlaşmamak' bize acı verir. Mürşidimin altını sıkça çizdiği birşeydir: İman varlığı insana dost kılar. Sahi, ehline meleklerin vereceği selam, cennetten daha mı az mutlu edecektir bizi? Bence selamlaşmadığımız yerde huzur da duymayız biz. Varlıklarına mutlu/duacı olduklarımızın yanındadır saadetimiz.

Meselenin bir de şu boyutu var: Selam, yukarıda saydığım şeylerin başı olduğu gibi, başka bir dizi eylemin de sonucudur. Ne demek bu? Yani 'yalnız bir eylem' değildir selam. Meyve gibi ağacıyla bağlıdır. Devamıdır. Selam vermek için öncesinde başka süreçlerin sizde (veya sizin tarafınızdan) işlenmesi gerekir. Hadis-i şerifin ‘dinamik sevgiyi netice verecek amel’ olarak zikrettiği selam aslında zaten ‘potansiyel sevginin neticesi olarak’ vücuda gelir. Yani başlangıcı sevgi olduğu gibi sonucu da o sevginin artmasıdır.

Burada selamın sağladığı şey, hiç duyulmamış bir hissi vücuda getirmek değil, potansiyel olarak varolanı açığa çıkarmaktır. Tanım olarak varolanı sahaya yansıtmaktır. Aralarında zaten imanın muhabbet/kardeşlik kıvılcımı bulunanların fırınına kömür atmaktır selam. O ateşi harlamaktır. Çünkü ancak beslenen ateş diri kalır. Bu yönüyle selam verilmesini sağlayacak her teknoloji-imkan yayımının bir parçasıdır. Yani, selamın yaygınlaşması emri içinde, Allahu’l-a’lem, mü’minler mabeyninde iletişim-ulaşım imkanlarının arttırılması emri de saklıdır. Ki mürşidim hacca dair der:

"Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu, ba'de harabi'l-Basra anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa'tebirû."

Nihayet demem o ki arkadaşım: 'Selamın yayılması' emri içinde her yardımcının bir hissesi olabilir. Evet. Birbirimizi daha sık ziyaret etmemizden tutun (ulaşım), daha iyi haberdar olmamız (iletişim) ve hatta sohbet mekanizmalarını arttırmamızın da (istişare) bu hadiste payı mümkün görünüyor. Elhak: Sevmek tanımaktan geçiyor. İttihad-ı İslam'ın her açıdan şu 'selamı yayma' çabasına ihtiyacı var. Cennetimiz orada saklı çünkü. Hak Teala kavuştursun. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...