Allah'ı neden göremiyoruz? Çünkü biz herşeyi göremeyiz. Görebileceklerimizin sınırı var. Sadece gözlerimiz sınırlı değil üstelik. Âlemin de bir sınırı var. Evet. Bizim algılayabildiğimiz 'dört boyutlu âlem' yani 'âlem-i şehadet' de varlık yönüyle sınırlı. Bunu 'karanlık madde' gibi şeyler üzerinden bilimadamları da kabul ediyorlar artık. Sicim teorisyenleri, boyut sayısının, o da şimdilik, 20'den aşkın olduğunu öngörüyorlar. Yani varın da sadece 'çok küçük bir kısmını' görmekteyiz. 'En, boy, derinlik, zaman' kapsamına giren şeyler bizim için 'görünüyor' oluyor. Peki ya ötesi? Ötesi bizim için bilinmezlik. Üstümüzde varoluşlar. Melekleri göremeyişimiz de bununla ilgili... Biz uzaya baktığımızda kendimiz gibi şeyler arıyoruz. Fakat hayat buna sınırlanmak zorunda mı? Fiziği kavrayışımız yükseldikçe uzaylı yaklaşımımız da yükseliyor. Evet. E.T.'leri terkederek meleklere yaklaşıyoruz.
Bediüzzaman Hazretlerinin, Cenab-ı Hak hakkında, 'şiddet-i zuhurundan gizlenmiş' veya 'azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş' gibi ifadeler kullanması böyle de anlaşılabilir. Nasıl duyma seviyemizden üst sesler kulaklarımız için yok hükmündedir. Gizlidir. Aynen öyle de gözümüzün görme seviyesinden üst görünüşler de gözlerimiz için yok hükmündedir. Onlarla temas kuramazlar. Fakat, mesela, köpekler insan kulağının duyamadığı kimi seslerle de ilişki kurabilirler. Çünkü duyma yetileri Allah'ın bir lütfu olarak daha geniştir. Yarasalar onlardan da yüksek frekansları duyabilirler. Hatta yarasalar 'seslerle görürler.'
Daha da ilerisini tefekkür ettiğimizde, Cenab-ı Hakkın, dört boyutlu âlemin kaldıramayacağı bir 'şiddette' zuhur ettiği için, yani varolduğu-göründüğü için, âlem-i şehadetin de ona ister-istemez 'körleştiğini' söyleyebiliriz. (Buna İslam ıstılahında vücud mertebelerinin en yükseği olan 'Vacib Vücud' deniliyor.) Daha yalın bir ifadeyle: Hak Teala o kadar şiddetli bir şekilde vardır ki, dört boyutlu algımız gibi, dört boyutlu âlemimiz de bu varlığı kavrayabilmekten yoksundur. Taşıyamaz. Sığdıramaz. Tıpkı geçenlerde bir ateiste söylediğim gibi: İki boyutlu çizgifilm dünyasında varolan bir karakter, dört boyutlu dünyada varolan çizerini göremez, ancak kendi boyutuna giren tasarrufundan varlığını anlar. Çizer bir merdiven çizdiğinde, mesela, merdivenin varoluşunu görür. Fakat kalemini asla göremez. İki boyuttaki tasarrufun üzerinden tefekkürle ancak çizerin varlığına ulaşabilir.
Yahut da tek boyutlu yazılım dünyasına inelim. Bilgisayar oyunundaki karakter yazılımcısını göremez. Çünkü yazılımcı dört boyutludur. Fakat, eğer şuuru varsa, âlemindeki tasarrufatı üzerinden varlığına dair fikir yürütebilir. O yüzden Efendimiz Aleyhissalatuvesselam, bizi, Rabbü'l-Âlemîn'in Zât-ı Subhanîsi hakkında düşünmekten menetmiştir. Biz ancak Onun dairemize giren eserleri, isimleri, sıfatları üzerine tefekkürde bulunabiliriz. Zira bunlar 'bilgi alanımıza kısmen girmiş' şeylerdir. Kuantum fizikçilerinin insanlara teoriyi anlatmakta çektiği sıkıntıların başında da bu gelir Philip Ball'e göre. Zira kuantum fiziği bizim dört boyutlu âlemde algılayageldiğimiz gerçekliğin 'her yerde geçerli olmadığını' gösterir. Tuhafı Aşma Zamanı'ndan alıntılayalım:
"Kuantum mekaniği bu yaklaşımın sınırlarını, yani bizim konvansiyonel, sezgisel mantığımızın nihai olarak çöktüğü yeri gösterir. Bunun mikroskobik bir sınır olması bile gerekmez. Kuantum kurallarının klasik bir kestirim yapamayacağı herhangi bir yer de olabilir. Böyle bir sistemde, der Omnes, artık bir 'gerçeklik'ten söz edemeyiz. Ona göre gerçeklik olguların emsalsiz olduğu bir uzam olmalıdır. Yani olayların olduğu bir uzam. Geri kalanı bizim akıl gücümüzü aşar. Bu uçurumu kapatamayız ya da en azından sadece kuantum kuramı bunun için kâfi gelmez. (...) Bizim gerçeklik bilgimizin sınırına ulaşmamız ağıt yakmayı değil de kutlamayı haketmiyor mu? Belki de. (...) John Bell'in bu konuda söyleyeceği kendine has muzip birşeyi vardı: 'Bir işe yaramasa bile neyin ardından ne geldiğini bilmek iyi olmaz mı?' diye soruyordu. 'Sözgelimi, diyelim ki, kuantum mekaniğinin net bir biçimde formülleştirilmeye direndiği keşfedildi?'" Formülleşmeye direnen bir fizik elbette kavrayış dünyamızı hayli aşar.
"İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî..." diyor Bediüzzaman Hazretleri yine. Evet. Fiziğin sınırlarına doğru yolculuğumuz bizi materyalizmin "Ben görmüyorsam yoktur. Ben deneyleyemiyorsam yoktur. Ben bilmiyorsam yoktur..." bağnazlıklarından kurtarıyor. Tecrübenin kendisinin bir sınır olduğunu, fiziğin bu sınıra takılmak zorunda olmadığını, "Biz hep öyle göregeldik!" ile hiçbir inkârın geçerlilik kazanmadığını belirtiyor. İşte, Kur'an'da, 'rumuzu tavazzuh eden' bir ayet daha: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" Materyalist bilim de bir 'atalar yolu'dur arkadaşım. Deneyi aşan şeylere aynen ayetteki tepkiyi verir.
Bilgisayar Oyunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilgisayar Oyunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Temmuz 2025 Salı
6 Ekim 2018 Cumartesi
Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum?
Metin Karabaşoğlu abi Fethi Çağıl'ın konuğu olduğu bir Haftanın Yorumu Özel'de FETÖ hakkında şunları söylemişti: "'Böyle bir darbe teşebbüsü (YN: 15 Temmuz kastediliyor) savuşturuldu. Tamam. Mesele bitti!' olarak da görmüyorum. Bakarsak; sürekli, zemin altında, kırk-kırkbeş senedir kök salan bir yapı artık ifşa oldu. Evet. Son beş sene içerisinde. MİT Krizi, dersaneler meselesi, 17-25 Aralık derken ifşa oldu. Fakat ifşa olmasına karşılık o yapı sürekli el arttırdı. Her aşmada bir öncekinden daha da beteri bir savrulma, bir ihanet, bir eylemsellik ile çıkıyor karşımıza. Burada kalmayabilir. Bundan daha da beterini görebiliriz. Bunu da dikkate almamız gerekir diye düşünüyorum.
Niye böyle söylüyorum? Çünkü, tekrar ifade edeyim, daha hakkıyla üzerinde durulmamış bütün o tırnak içinde 'sabırlı' hazırlık sürecini yöneten, ondan sonra yeri geldiğinde hakimse hakim, polisse polis, akademisyense akademisyen, esnafsa esnaf, subaysa subay. Herkes yeri geldiğinde, emir geldiğinde artık, kurulmuş bir robot gibi harekete geçiren unsur. O unsur, evet, teolojik bir boyut taşıyor. Bir teolojinin ürettiği bir psikolojik motivasyon var."
Dostlarım affetsinler. Ben galiba bu türden cümleleri kurmanın normal olduğu bir zamanda takılıp kaldım. Sonrasında yaşanan gelişmeleri de yeterince kavrayamadım. Doğrudur. Olabilir. Kafam biraz yavaş çalışır zaten. Fakat şunu yine de anlayamıyorum: Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum? Nasıl bu kadar ileriye gidebildim? Doğrusu bunu bilmek, değişimimi gözlemleyebilmek, en azından 'değiştiğimden haberdar olmak' isterdim. Lakin, yok, olmadı. Ben kendimin değiştiğini anlayamadım. Fakat beni dışarıdan izleyenler 'şıp' diye anladılar.
Halbuki 15 Temmuz'un yaşanmasından beri 'Yaş da yansın kurunun yanında!' diye birşey söylemedim. Masum olduğunu bildiğim, hadi isim de verelim, Ahmet Yıldız abi gibi insanların görevden alınmasına tepki verdim. (Tanımadıklarımda, istikameti burada gördüğüm için, sessiz kaldım.) Bunlarla ilgili yazdıklarım, geçmişimi silmek âdetim olmadığı için, sosyalmedya hesaplarımda bulunabilir.
Ancak hep şuna dikkat çektim: FETÖ mevzusu 'suçun şahsiliği' ilkesini (fıkıh yerine ilkenin konmasına nasıl gıcık olduğumu başka yazının konusu yapacağım) koyup da 'Hop!' diye sonuç alınabilecek bir olay değil. Bir kere bu suç 'şahsî' mi 'organize' mi? Taraflar bu konuda uzlaşabilmiş değil. Bunun tartışmasını yapmaya yanaşmadan yürüyoruz meseleye. Bu yürüyüşten insanların/devletin kulak vereceği bir nasihat çıkmayacak. Belki ancak şu olacak: İşte, tıpkı benim yakın zamanda yaşadığım türden, kendileriyle aynı şekilde düşünmediğim kişiler 'imtihanı kaybedenler' başlığı açıp adımı da üstlerde bir yere yazacaklar. Tabii, bunu yaparken, FETÖ'nün da aynı şekilde başlıklar açıp, kendisi gibi düşünmeyen dindarları içine yazdıklarını hatırlamayacaklar.
Köşelerden savaşmak kolaydır. Artık epey eskidiğini biliyorum ama gençliğimde çok oynadığım Quake diye bir oyun vardı. Elinizde silahla sanal mekanlarda dolaşıp birbirinizi avladığınız oyunların ilkiydi sanırım. Orada, en sevilmeyen oyuncular, köşeleri tutanlardı. Evet. Köşe tutmanın rahat bir tarafı vardı. Sağınızdan-solunuzdan düşman gelmeyeceğini bilirdiniz. Köşede beklerdiniz. Gelip-geçen olursa vurup puan alırdınız. Ancak böyle oyuncuların artmasıyla oyun tatsızlaşırdı. Herkesin bir köşe bulup kurulduğu oyunda kimse ortalarda dolaşmadığından can sıkılırdı. Bu yüzden öyle oynamayı âdet edinenlerle kimse oynamak istemezdi.
Doğrusu artık ben de sıkılıyorum. Çünkü kimse köşesinden çıkmak istemiyor. Herkes bir başlığı kendi adına mülk edinip rakibini diğer başlık içinde kalmaya zorlayarak (hatta itekleyerek) kolay yoldan haklılık arıyor. Müzakere zemini var mı? Sanmıyorum. Varsa da çok kısıtlı. Azıcık konuşsanız "Hakkın hatırı âlidir!" ile ağzınıza bir şamar alıyorsunuz. O cümle sanki "Ben ne diyorsam o!" makamında söylenmiş gibi bir muamele görüyorsunuz. Her neyse... Meselenin bu tarafı gayet acı olmakla birlikte çok da konuşmayla sonuç alınabilesi değil. Çünkü saflar giderek kalıcılaşıyor. Duygusallığın arttığı yerde empati azalır.
İşte, 'adalet-i mahza'yı daha oyunun ilk dakikalarında tutup, oradan düşman avlamaya çıkan sniperlar da "Ya bu iş o kadar basit değil!" diyen herkesi 'adalet-i izafiye' torbasına sokuyorlar. "Şunu bir konuşalım/tartışalım!" diyen herkes "Oooo filanca beyler de adalet-i izafiyeci olmuşlar!" rivayetlerine dahil ediliyorlar. Argümanları, karşı başlık altına sokulmakla, 'konuşulmaz' kılınıyor. Bunu herkes yapıyor. Ben de sadece bir tarafı suçlayarak aynı hataya düşmek istemem.
Lakin meseleyi bu kadar basitleştirmek de istemem. Zira bu kadar basitleştirilince birşey üretilmez. Çözüm çıkmaz. Nasihat edilmez. Edenler de dinlenilmez. Herkes kendi köşesinden çıkmadan havayı yumruklamaya devam eder. Bu yüzden, tıpkı maçı başlatan hakem gibi, her iki tarafa da bir parça 'köşesinden çıkmayı' teklif ediyorum. Bir kere 'adalet-i mahza'cılara şöyle bir soruya cevap vererek azıcık dışarıya adım atmalarını öğütlüyorum: "Sizler FETÖ'nün işlediği suçların 'bireysel' mi 'organize' mi olduğunu düşünüyorsunuz?"
Bence bu soruya hiçbir insaflı muhatap 'bireysel' diye cevap vermez. Çünkü eylenenlerin bir organizasyon işi olduğu hepimizin kabulü. Güneş gibi aşikâr olan birşey. Bizim burada tartışmamız gereken 'suçun şahsiliği' değil. Suça kimlerin/ne kadar dahil olduğu? Kimin/ne kadar mesul tutulabileceği? Kimin/ne kadar içinde yeraldığı? Soru bu olmalı ve cevap da şu şekilde aranmalı. Eğer siz organize bir örgütün işlediği suçlardan 'suçun şahsîliği' ile çıkmaya çalışırsanız ne sorunu çözebilirsiniz ne de muhatabınız ne söylemek istediğinizi anlar. Mevcut iletişimsizliğin kaynağı da budur bence. Tedavisi tavrın değişiminde saklıdır.
Suçun şahsîliği organize eylemlerde ne şekilde uygulanır? Cevap aramamız gereken soru bu olmalı. Veya ondan öncesinde, FETÖ özelinden konuşursak, cemaat nerede başlar nerede biter? Örgüt nerede başlar nerede biter? Silahlı terör örgütü nerede başlar nerede biter? Bu tür birçok soruya kesinleştirilmiş cevaplar bulunmalı. FETÖ başlığı altında bu tanımların tarifi, tasnifi, kriterleri konulmalı.
Eğer siz bu alt soruların tamamını görmezden gelip, yanıtlamaktan çekinip, alternatif üretmekten kaçarsanız, sizi kimse muhatap almaz. Çünkü aklın muktezasını iptal ediyorsunuz. Adamlar karşılarında bir organizasyon görüyor. Çok komplike bir hazırlık ve eylem süreci yaşıyorlar. Siz de diyorsunuz ki: Suçun şahsîliği...
İyi de bu bireysel suç değil ki. Bireylerin bireysel olarak işledikleri suçlar büyük resmin görünürlüğünü ortadan kaldırmıyor. Atıyorum: Ankara'da sivilleri bombalamış F-16 pilotunun girdiği kanda İstanbul'da tank ile yol kesmiş subayın ne ölçüde payı var? Ona sosyalmedyadan destek vermiş sivilin buradaki payı ne kadardır? Darbeyi meşrulaştırmaya çalışan köşeyazarının bu cürmden payı ne olmalıdır? "Yoktur!" derseniz alacağınız cevap "Hadi ordan!" Daha ötesi değil. Bütün bu alt sorulardan kaçıldığı sürece hiçbir yere varılmaz.
Elbette iyi bir tasnif şart. Elbete bu tasnifte somut delillere şüpheden daha fazla pay verilmeli. Ancak şunu da kabul edelim: Kendisini gizlemeyi daha çocuk yaşlarda öğrenmiş böyle bir örgütün mensuplarına karşı hiçbir şüpheyi haklı görmezseniz yarın iş hakikaten Metin Karabaşoğlu abinin dediği noktaya gelir: 15 Temmuz'un bin beterini yaşarsınız. Ve sokakta işlenen ve faili belli/sınırlı bir suçla FETÖ'nün eylemlerini aynı ilkeyle, hiçbir farklılık kollamadan, çözmeye çalışırsanız kendi ellerinizi ellerinizle bağlarsınız. Benim bu söylediklerime 'ademe vücud rengi vermek' olarak bakanlar da azıcak insaf etsinler. Bizi aptal yerine koymasınlar. Bu bütün ithamlardan daha çok can yakıyor.
Anlatılır ki: Mızrağa Kur'an sayfası asılıp kaldırıldığında durmak isteyen Hz. Ali (r.a.) değildi. Ancak ordusundakileri ikna edemedi. Bunun bir hile olduğunu biliyordu. Yaklaşan galibiyetin kesinleştirilmesi için devamını istiyordu. Olmadı. Savaşın devam ettirilememesi tedavisi asırlar süren bir yaranın açılmasına sebep oldu. Biz de buradaki dersi günümüze taşıyalım: Taraflardan birisine biraz daha 'merhamet' diğerine biraz daha 'empati' lazım. Başka birşey değil. Böyle olursa ancak çözüm bulunur.
Niye böyle söylüyorum? Çünkü, tekrar ifade edeyim, daha hakkıyla üzerinde durulmamış bütün o tırnak içinde 'sabırlı' hazırlık sürecini yöneten, ondan sonra yeri geldiğinde hakimse hakim, polisse polis, akademisyense akademisyen, esnafsa esnaf, subaysa subay. Herkes yeri geldiğinde, emir geldiğinde artık, kurulmuş bir robot gibi harekete geçiren unsur. O unsur, evet, teolojik bir boyut taşıyor. Bir teolojinin ürettiği bir psikolojik motivasyon var."
Dostlarım affetsinler. Ben galiba bu türden cümleleri kurmanın normal olduğu bir zamanda takılıp kaldım. Sonrasında yaşanan gelişmeleri de yeterince kavrayamadım. Doğrudur. Olabilir. Kafam biraz yavaş çalışır zaten. Fakat şunu yine de anlayamıyorum: Ben ne ara 'adalet-i izafiyeci' oldum? Nasıl bu kadar ileriye gidebildim? Doğrusu bunu bilmek, değişimimi gözlemleyebilmek, en azından 'değiştiğimden haberdar olmak' isterdim. Lakin, yok, olmadı. Ben kendimin değiştiğini anlayamadım. Fakat beni dışarıdan izleyenler 'şıp' diye anladılar.
Halbuki 15 Temmuz'un yaşanmasından beri 'Yaş da yansın kurunun yanında!' diye birşey söylemedim. Masum olduğunu bildiğim, hadi isim de verelim, Ahmet Yıldız abi gibi insanların görevden alınmasına tepki verdim. (Tanımadıklarımda, istikameti burada gördüğüm için, sessiz kaldım.) Bunlarla ilgili yazdıklarım, geçmişimi silmek âdetim olmadığı için, sosyalmedya hesaplarımda bulunabilir.
Ancak hep şuna dikkat çektim: FETÖ mevzusu 'suçun şahsiliği' ilkesini (fıkıh yerine ilkenin konmasına nasıl gıcık olduğumu başka yazının konusu yapacağım) koyup da 'Hop!' diye sonuç alınabilecek bir olay değil. Bir kere bu suç 'şahsî' mi 'organize' mi? Taraflar bu konuda uzlaşabilmiş değil. Bunun tartışmasını yapmaya yanaşmadan yürüyoruz meseleye. Bu yürüyüşten insanların/devletin kulak vereceği bir nasihat çıkmayacak. Belki ancak şu olacak: İşte, tıpkı benim yakın zamanda yaşadığım türden, kendileriyle aynı şekilde düşünmediğim kişiler 'imtihanı kaybedenler' başlığı açıp adımı da üstlerde bir yere yazacaklar. Tabii, bunu yaparken, FETÖ'nün da aynı şekilde başlıklar açıp, kendisi gibi düşünmeyen dindarları içine yazdıklarını hatırlamayacaklar.
Köşelerden savaşmak kolaydır. Artık epey eskidiğini biliyorum ama gençliğimde çok oynadığım Quake diye bir oyun vardı. Elinizde silahla sanal mekanlarda dolaşıp birbirinizi avladığınız oyunların ilkiydi sanırım. Orada, en sevilmeyen oyuncular, köşeleri tutanlardı. Evet. Köşe tutmanın rahat bir tarafı vardı. Sağınızdan-solunuzdan düşman gelmeyeceğini bilirdiniz. Köşede beklerdiniz. Gelip-geçen olursa vurup puan alırdınız. Ancak böyle oyuncuların artmasıyla oyun tatsızlaşırdı. Herkesin bir köşe bulup kurulduğu oyunda kimse ortalarda dolaşmadığından can sıkılırdı. Bu yüzden öyle oynamayı âdet edinenlerle kimse oynamak istemezdi.
Doğrusu artık ben de sıkılıyorum. Çünkü kimse köşesinden çıkmak istemiyor. Herkes bir başlığı kendi adına mülk edinip rakibini diğer başlık içinde kalmaya zorlayarak (hatta itekleyerek) kolay yoldan haklılık arıyor. Müzakere zemini var mı? Sanmıyorum. Varsa da çok kısıtlı. Azıcık konuşsanız "Hakkın hatırı âlidir!" ile ağzınıza bir şamar alıyorsunuz. O cümle sanki "Ben ne diyorsam o!" makamında söylenmiş gibi bir muamele görüyorsunuz. Her neyse... Meselenin bu tarafı gayet acı olmakla birlikte çok da konuşmayla sonuç alınabilesi değil. Çünkü saflar giderek kalıcılaşıyor. Duygusallığın arttığı yerde empati azalır.
İşte, 'adalet-i mahza'yı daha oyunun ilk dakikalarında tutup, oradan düşman avlamaya çıkan sniperlar da "Ya bu iş o kadar basit değil!" diyen herkesi 'adalet-i izafiye' torbasına sokuyorlar. "Şunu bir konuşalım/tartışalım!" diyen herkes "Oooo filanca beyler de adalet-i izafiyeci olmuşlar!" rivayetlerine dahil ediliyorlar. Argümanları, karşı başlık altına sokulmakla, 'konuşulmaz' kılınıyor. Bunu herkes yapıyor. Ben de sadece bir tarafı suçlayarak aynı hataya düşmek istemem.
Lakin meseleyi bu kadar basitleştirmek de istemem. Zira bu kadar basitleştirilince birşey üretilmez. Çözüm çıkmaz. Nasihat edilmez. Edenler de dinlenilmez. Herkes kendi köşesinden çıkmadan havayı yumruklamaya devam eder. Bu yüzden, tıpkı maçı başlatan hakem gibi, her iki tarafa da bir parça 'köşesinden çıkmayı' teklif ediyorum. Bir kere 'adalet-i mahza'cılara şöyle bir soruya cevap vererek azıcık dışarıya adım atmalarını öğütlüyorum: "Sizler FETÖ'nün işlediği suçların 'bireysel' mi 'organize' mi olduğunu düşünüyorsunuz?"
Bence bu soruya hiçbir insaflı muhatap 'bireysel' diye cevap vermez. Çünkü eylenenlerin bir organizasyon işi olduğu hepimizin kabulü. Güneş gibi aşikâr olan birşey. Bizim burada tartışmamız gereken 'suçun şahsiliği' değil. Suça kimlerin/ne kadar dahil olduğu? Kimin/ne kadar mesul tutulabileceği? Kimin/ne kadar içinde yeraldığı? Soru bu olmalı ve cevap da şu şekilde aranmalı. Eğer siz organize bir örgütün işlediği suçlardan 'suçun şahsîliği' ile çıkmaya çalışırsanız ne sorunu çözebilirsiniz ne de muhatabınız ne söylemek istediğinizi anlar. Mevcut iletişimsizliğin kaynağı da budur bence. Tedavisi tavrın değişiminde saklıdır.
Suçun şahsîliği organize eylemlerde ne şekilde uygulanır? Cevap aramamız gereken soru bu olmalı. Veya ondan öncesinde, FETÖ özelinden konuşursak, cemaat nerede başlar nerede biter? Örgüt nerede başlar nerede biter? Silahlı terör örgütü nerede başlar nerede biter? Bu tür birçok soruya kesinleştirilmiş cevaplar bulunmalı. FETÖ başlığı altında bu tanımların tarifi, tasnifi, kriterleri konulmalı.
Eğer siz bu alt soruların tamamını görmezden gelip, yanıtlamaktan çekinip, alternatif üretmekten kaçarsanız, sizi kimse muhatap almaz. Çünkü aklın muktezasını iptal ediyorsunuz. Adamlar karşılarında bir organizasyon görüyor. Çok komplike bir hazırlık ve eylem süreci yaşıyorlar. Siz de diyorsunuz ki: Suçun şahsîliği...
İyi de bu bireysel suç değil ki. Bireylerin bireysel olarak işledikleri suçlar büyük resmin görünürlüğünü ortadan kaldırmıyor. Atıyorum: Ankara'da sivilleri bombalamış F-16 pilotunun girdiği kanda İstanbul'da tank ile yol kesmiş subayın ne ölçüde payı var? Ona sosyalmedyadan destek vermiş sivilin buradaki payı ne kadardır? Darbeyi meşrulaştırmaya çalışan köşeyazarının bu cürmden payı ne olmalıdır? "Yoktur!" derseniz alacağınız cevap "Hadi ordan!" Daha ötesi değil. Bütün bu alt sorulardan kaçıldığı sürece hiçbir yere varılmaz.
Elbette iyi bir tasnif şart. Elbete bu tasnifte somut delillere şüpheden daha fazla pay verilmeli. Ancak şunu da kabul edelim: Kendisini gizlemeyi daha çocuk yaşlarda öğrenmiş böyle bir örgütün mensuplarına karşı hiçbir şüpheyi haklı görmezseniz yarın iş hakikaten Metin Karabaşoğlu abinin dediği noktaya gelir: 15 Temmuz'un bin beterini yaşarsınız. Ve sokakta işlenen ve faili belli/sınırlı bir suçla FETÖ'nün eylemlerini aynı ilkeyle, hiçbir farklılık kollamadan, çözmeye çalışırsanız kendi ellerinizi ellerinizle bağlarsınız. Benim bu söylediklerime 'ademe vücud rengi vermek' olarak bakanlar da azıcak insaf etsinler. Bizi aptal yerine koymasınlar. Bu bütün ithamlardan daha çok can yakıyor.
Anlatılır ki: Mızrağa Kur'an sayfası asılıp kaldırıldığında durmak isteyen Hz. Ali (r.a.) değildi. Ancak ordusundakileri ikna edemedi. Bunun bir hile olduğunu biliyordu. Yaklaşan galibiyetin kesinleştirilmesi için devamını istiyordu. Olmadı. Savaşın devam ettirilememesi tedavisi asırlar süren bir yaranın açılmasına sebep oldu. Biz de buradaki dersi günümüze taşıyalım: Taraflardan birisine biraz daha 'merhamet' diğerine biraz daha 'empati' lazım. Başka birşey değil. Böyle olursa ancak çözüm bulunur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Kaç kutu kola bir F-16 eder?
Bilmiyorum daha ne kadar rezil olabiliriz? Ne kadar hiçe dönüşebiliriz? Ne kadar aşağılanabiliriz? Ne kadar kendi gözlerimizden düşebiliriz?...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...