Onlardan ne denli şikayetçi olursak olalım. Tekrarlara muhtaç olduğumuzu derinlerde bir yerde hissediyoruz. Evimize gittiğimizde onu aynı yerinde bulmak, kapısını sabah kilitlediğimiz anahtarla açabilmek, gece dost olarak bıraktığımızı gündüz de öyle karşılamak, bunlar bizi hayatta tutuyor. Daha doğrusu: Hayatı güvenilir kılıyor.
Hayatta tekrar edenler değişenlerden fazladır. Aksi takdirde pek kolay delirebilirdik. Anların birbirini takip eden düzenlere sahip olmayışı an'dan an'a geçerken kafayı yememize neden olabilirdi. Çünkü dikkat, tutunacak birşey bulamadığında, aklın etini dişlemeye başlar. Kendisiyle beraber onu da dibe çeker.
Sizin de dinlediğiniz yaşanmışlıklar varsa onları hatırlamaya çalışın. Benim dinlediklerimde insanlar hep kaldıramayacakları büyük değişimlerin eşiğinde deliriyorlardı. Örneğin: Kendi hatasından dolayı bir anne evladını yitiriyor. An'dan an'a büyük bir sıçrayış. Dikkatin elinden büyük bir kopuş. Değişimi anlamlandıramıyor. Geçişteki bağı kuramıyor. İşte o an deliriyor.
Allah göstermesin. Buna benzer dinlediğim daha birçok misalde değişimler deliliğin önsözü oluyorlardı. İşte bu tip yaşanmışlıkların yukarıda söylediğim şeyle ilgisi var bence. Dikkat tutunabileceği bir devamlılık bulamazsa batarken aklı da yanında götürür. Sabır dikkatin tutunacağıdır. Bu yüzden 'eşiklerin bilgisi' insan için hayatîdir. Her ikramın öncesindeki ikramdır. Doğduğunda hazır bulduğudur.
Eşiklerin bilgisi derken bir anlamda İslam'ın bize öğütlediği bakışı kastediyorum. Daha üst boyutta ise Cenab-ı Hakkın Hakîm, Rahîm, Kerîm, Cemîl gibi isimlerine nazarlarını çevirmek istiyorum. Bu isimler, bencileyin tabir edersem, 'eşik atlatıcı isimler'dir. Boşlukta hayatta kalmayı sağlarlar. Onların varlığına iman edildiği zaman an'dan an'a sıçramalar kolaylaşır. Dikkat tutunabileceği birşey bulamadığında bu isimlerden istifade eder. Onlara tutunur. Sırt verdikleri yüce mana dünyası sabrı tazeler. Ve böylece biz delirmekten kurtuluruz.
Hatıralarınızı bir yoklayın lüften. Mutlaka anlattığım şeye hissen yaklaştığınız durumlar bulursunuz. Mesela: Başınıza gelen kötü bir işte önce bir donarsınız. Bu an'dan an'a sıçramanın başladığına işarettir. Sonra elleri boşta kalan dikkatiniz hemen refleks olarak ona öğrettiğiniz manaları arar. Bu da arkaplanınızı ne ile beslediğinizle ilgilidir. Eğer arkaplanınızda Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sı varsa, dikkat hemen onlara el atar, birini-birkaçını yakalar. Boşluğun üzerinde onlarla uçar. Sonra diğer an'a geldiğinizde size pek sevdiğim bir türküdeki gibi şöyle der: "Ağlama gözlerim. Mevla Kerîm'dir."
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider." Ben burada bahsedilen 'aczin aşka olan üstünlüğünü' de yukarıda verdiğim misallerle anlayabiliyorum. Yani, aynı şekilde, dikkatin acze düşüp boşlukta kaldığı an aklına gelen şeylerin 'eşik atlatıcı isimler' olduğunu zannediyorum. Ancak aşka düşüldüğünde böyle bir boşluk hissi yaşanmıyor. Gafil dikkat Allah'tan gayrı sevilebilecek çok şey bulabiliyor.
Çok dağıttım. Sadede geleyim. Mürşidim İşaratü'l-İ'caz'da 'inayet' ile 'intizam'ı birbirine bağlayan ilginç bir tarif yapıyor. Diyor ki: "Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır."
Hani başta demiştim ya. Tekrarlara da ihtiyaç duyuyoruz biz. Evet. Aynılık aklımızı delirmekten alıkoyuyor. Çünkü an'dan an'a geçerken ünsiyet hissimizi koruyabilmeyi tekrarlar sayesinde başarabiliyoruz. Çayı her içişimizde seviyoruz. Suyu her tadışımızda kanıyoruz. Yemeği her yiyişimizde doyuyoruz. Bize bağışlanan her inayet öncesinde kurulmuş bir düzene dayanıyor.
Elma bir ikram mı? Evet. Ama elmadan önce 'elmanın hep elma olma kanunu' bir ikram. Güneş bir ikram mı? Evet. Ama güneşten önce 'güneşin hep güneş olma kanunu' bir ikram. Yani "Allah'ın inayetiyle..." dediğimiz vakit, Rabbimizin o an edeceği müstakil bir ikramı değil sadece, evreni kuşatan kanunlarıyla zamanlar ötesinden verdiği desteği ifade ediyoruz aynı zamanda. Her eylediğimizin onunla bağlı olduğu şuuruna gönderme yapıyoruz. Yani kıvırmayı becerdiğimiz her işin ancak ucunu kıvırdığımızı geri kalanın tamamının Cenab-ı Hakkın kudretiyle vücuda geldiğini itiraf ediyoruz. Allahu'l-a'lem.
Nimet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nimet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
30 Mart 2019 Cumartesi
26 Eylül 2016 Pazartesi
Bölünmek de bir nimettir
“Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Hangisinden hadis alırsanız, doğruyu bulursunuz. Ashabın ihtilâfı sizin için rahmettir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I/210-212)
Bediüzzaman'ın hayatını bilenler bilirler ki; sakındığı şeylerden birisi de 'çokça ziyaret edilmek'tir. Özellikle Lahika mektuplarında, talebelerini, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumaya yönlendirir. Onları okumanın kendisiyle sohbet etmekten daha faydalı olacağını söyler. Bu, bana, Fetullah Gülen'in 'ziyaret edilme merakı' ile birlikte ele alınınca ilginç geliyor. Aslında her iki cemaatin (birine artık cemaat demiyoruz) yapılanma şekilleri, mürşidlerinin ziyaretçilere karşı takındıkları tavırlar üzerinden bir derece okunabilir.
Bediüzzaman, kendisiyle görüşmek isteyenleri, mümkün mertebe metinlerine yönlendirerek adem-i merkeziyetçi bir cemaat yapısını destekler. Doğru, metinler bireylerce tefekkür edilerek keşfedilecektir. Yorumlar, o doğruların farklı renklerini ortaya çıkaracaktır. Belki biraz da bu yüzden nur talebeleri, sayılarını kendilerinin bile bilemediği kadar, grup ve grupçuklara ayrılmıştır. (Hiçbir gruba bağlı olmayan fertleri de vardır.) Fetullahçılıkta iş böyle değildir. Zira Gülen ziyaret edilmeyi sever. Hatta ondan fayda bulacağını düşündüğü isimleri bazen 'davet ederek' bazen de 'mecbur bırakarak' kendisini ziyaret ettirir. Pensilvanya'daki ini bu açıdan tam bir ziyaretgâh olmuştur.
İşin şurası da mühim: Bu, yurtdışına çıktıktan sonra gelişen bir ahlak değildi onda. Türkiye'den ayrılmadan önce de ziyaret edilmeyi seviyordu. Lise dönemimden, her ilden öğrencilerin kendisini ziyarete götürüldüğünü hatırlıyorum. (Böyle bir teklif bana da yapılmıştı.) Zaten bu cemaatimsi örgütün yapısını az-çok bilen, Gülen'in müntesipleriyle metinler üzerinden değil de şifahi/sözlü şekilde iletişim kurmayı sevdiğini bilir. Kitaplarının baskı sayısı vaaz kasetlerinin satış sayısıyla asla boy ölçüşemez. Hatta kitaplarının çoğu da vaazlarının/konferanslarının deşifre edilmiş halidir.
Bu tefekkür, beni, 'bölünmenin de nimet olduğu' düşüncesine sürükledi. Eğer Bediüzzaman, bizi, Risale-i Nur metinleri üzerinden bir ilişkiye teşvik etmese de 'mutlak vekillik' gibi kişi merkezli bir ilişkiye zorlasaydı, biz de FETÖ'de olduğu gibi 'parçalanmayan' ama bunun bedeli olarak da 'sorgulamayan' bir yapıya dönüşebilirdik. Elhamdülillah ki, böyle olmadık. Metinler üzerinden birbirimizle/hakikatle kurduğumuz ilişki daha hür iradeler geliştirebilmemize ve yeri geldiğinde birbirimizi eleştirebilmemize yol açtı. Zâhiren baktığımızda nur talebelerinin parça parça olması kötüydü. Ama biraz daha derinlemesine baktığımızda bölünmek de bir nimetti. Bölünmemiz sayesinde bir diğerimizin yoldan çıkmasına (elimizden geldiğince) engel olduk.
Belki İslam ümmeti olarak bu denli çok mezhep, meslek, meşrep sahibi olmamız da böylesi bir hayır saklıyor. Her ekolün müntesibi, kendi ekolünün haklılığını inşa ederken, diğer ekolün de eleştirisini geliştirmiş oluyor.
Bu illa hakikat dairesinin dışına atmak şeklinde değil; hasen ve ahsen, hak ve ehak düzleminde de yaşanıyor. Daha güzeli ararken veya daha güzelin bizcesini tarif ederken bir diğerimize eleştiri geliştirmiş oluyoruz. Farklılığın zenginlik olması hakikati tam da burada karşımıza çıkıyor. Farklı olan, farklı olduğu şeylere geliştirdiği eleştiri üzerinden, istikametin de kaynağı oluyor. Ancak elbette bu farklılıkların en nihayet ümmet bütünlüğünde erimeye yatkın olması lazım. Bölünmelerin de 'daha büyük bir bütünlükte erime adına' yaşanması lazım. Yoksa toplulukta asabiyet, bireyde ise enaniyet olurlar.
FETÖ toplululuk olarak kütük gibi bir asabiyete (Gülen de birey olarak kocaman bir enaniyete) sahipti. Üstelik bir kaya parçası gibi de bölünmekten yoksundu. Hükümetle çekiştiği birkaç yılda da (bireysel ayrılıklar dışında) ciddi bir bölünme yaşamadı. Bu katı liderciliğin bir zararı olarak karşımızda duruyor. Bir kişinin hatası onu sorgulamayan bin kişinin hatası olabiliyor. O halde bölünmelerimize üzülmeyelim. Güzel bir şekilde bölünmememize üzülelim. Küslükle ve kavgayla, ümmet bütünlüğüne zarar verecek şekilde, bölünmüşsek ona üzülelim. Böyle şeylerin yaşanmadığı bölünmeler esasında bölünme de değildir. Çoğalmaktır. Bütünün kemaline yapılmış bir katkıdır. Hücre sayısının milyonları aşması vücuda zarar vermez. Kanserli bir hücrenin tüm vücuda kendi düzenini dayatmasıdır asıl zarar verici olan.
Bediüzzaman'ın hayatını bilenler bilirler ki; sakındığı şeylerden birisi de 'çokça ziyaret edilmek'tir. Özellikle Lahika mektuplarında, talebelerini, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumaya yönlendirir. Onları okumanın kendisiyle sohbet etmekten daha faydalı olacağını söyler. Bu, bana, Fetullah Gülen'in 'ziyaret edilme merakı' ile birlikte ele alınınca ilginç geliyor. Aslında her iki cemaatin (birine artık cemaat demiyoruz) yapılanma şekilleri, mürşidlerinin ziyaretçilere karşı takındıkları tavırlar üzerinden bir derece okunabilir.
Bediüzzaman, kendisiyle görüşmek isteyenleri, mümkün mertebe metinlerine yönlendirerek adem-i merkeziyetçi bir cemaat yapısını destekler. Doğru, metinler bireylerce tefekkür edilerek keşfedilecektir. Yorumlar, o doğruların farklı renklerini ortaya çıkaracaktır. Belki biraz da bu yüzden nur talebeleri, sayılarını kendilerinin bile bilemediği kadar, grup ve grupçuklara ayrılmıştır. (Hiçbir gruba bağlı olmayan fertleri de vardır.) Fetullahçılıkta iş böyle değildir. Zira Gülen ziyaret edilmeyi sever. Hatta ondan fayda bulacağını düşündüğü isimleri bazen 'davet ederek' bazen de 'mecbur bırakarak' kendisini ziyaret ettirir. Pensilvanya'daki ini bu açıdan tam bir ziyaretgâh olmuştur.
İşin şurası da mühim: Bu, yurtdışına çıktıktan sonra gelişen bir ahlak değildi onda. Türkiye'den ayrılmadan önce de ziyaret edilmeyi seviyordu. Lise dönemimden, her ilden öğrencilerin kendisini ziyarete götürüldüğünü hatırlıyorum. (Böyle bir teklif bana da yapılmıştı.) Zaten bu cemaatimsi örgütün yapısını az-çok bilen, Gülen'in müntesipleriyle metinler üzerinden değil de şifahi/sözlü şekilde iletişim kurmayı sevdiğini bilir. Kitaplarının baskı sayısı vaaz kasetlerinin satış sayısıyla asla boy ölçüşemez. Hatta kitaplarının çoğu da vaazlarının/konferanslarının deşifre edilmiş halidir.
Bu tefekkür, beni, 'bölünmenin de nimet olduğu' düşüncesine sürükledi. Eğer Bediüzzaman, bizi, Risale-i Nur metinleri üzerinden bir ilişkiye teşvik etmese de 'mutlak vekillik' gibi kişi merkezli bir ilişkiye zorlasaydı, biz de FETÖ'de olduğu gibi 'parçalanmayan' ama bunun bedeli olarak da 'sorgulamayan' bir yapıya dönüşebilirdik. Elhamdülillah ki, böyle olmadık. Metinler üzerinden birbirimizle/hakikatle kurduğumuz ilişki daha hür iradeler geliştirebilmemize ve yeri geldiğinde birbirimizi eleştirebilmemize yol açtı. Zâhiren baktığımızda nur talebelerinin parça parça olması kötüydü. Ama biraz daha derinlemesine baktığımızda bölünmek de bir nimetti. Bölünmemiz sayesinde bir diğerimizin yoldan çıkmasına (elimizden geldiğince) engel olduk.
Belki İslam ümmeti olarak bu denli çok mezhep, meslek, meşrep sahibi olmamız da böylesi bir hayır saklıyor. Her ekolün müntesibi, kendi ekolünün haklılığını inşa ederken, diğer ekolün de eleştirisini geliştirmiş oluyor.
Bu illa hakikat dairesinin dışına atmak şeklinde değil; hasen ve ahsen, hak ve ehak düzleminde de yaşanıyor. Daha güzeli ararken veya daha güzelin bizcesini tarif ederken bir diğerimize eleştiri geliştirmiş oluyoruz. Farklılığın zenginlik olması hakikati tam da burada karşımıza çıkıyor. Farklı olan, farklı olduğu şeylere geliştirdiği eleştiri üzerinden, istikametin de kaynağı oluyor. Ancak elbette bu farklılıkların en nihayet ümmet bütünlüğünde erimeye yatkın olması lazım. Bölünmelerin de 'daha büyük bir bütünlükte erime adına' yaşanması lazım. Yoksa toplulukta asabiyet, bireyde ise enaniyet olurlar.
FETÖ toplululuk olarak kütük gibi bir asabiyete (Gülen de birey olarak kocaman bir enaniyete) sahipti. Üstelik bir kaya parçası gibi de bölünmekten yoksundu. Hükümetle çekiştiği birkaç yılda da (bireysel ayrılıklar dışında) ciddi bir bölünme yaşamadı. Bu katı liderciliğin bir zararı olarak karşımızda duruyor. Bir kişinin hatası onu sorgulamayan bin kişinin hatası olabiliyor. O halde bölünmelerimize üzülmeyelim. Güzel bir şekilde bölünmememize üzülelim. Küslükle ve kavgayla, ümmet bütünlüğüne zarar verecek şekilde, bölünmüşsek ona üzülelim. Böyle şeylerin yaşanmadığı bölünmeler esasında bölünme de değildir. Çoğalmaktır. Bütünün kemaline yapılmış bir katkıdır. Hücre sayısının milyonları aşması vücuda zarar vermez. Kanserli bir hücrenin tüm vücuda kendi düzenini dayatmasıdır asıl zarar verici olan.
30 Kasım 2015 Pazartesi
Mecnun vampir...
Sultan, sofrasına davet etmiş, ama biz sofraya âşık olmuşuz. İkramsa bitiyor. Sonra sultan başka odaya aldırmak istiyor. Misafirlik hep sofrada geçmez ya. Korkuyoruz. Sofra âşıklarının sofradan kalkma korkusu. Sultanın hatırını kırma cür'eti. Her yerde bulur bizi. İşte zor yazdığım günlerde kalemle misalim böyle. Sanki tabağımın sonuna geldim. Kaşığımla/kalemimle dibini dövüyorum. Çıkıyor, çıkmıyor. Kolay yazma nimeti elimden çekilmiş gibi. Birkaç günlüğüne? Daha fazla bir zaman için? Kimbilir... Nimetten yoksunluk, o nimetin zatî bir özelliğimiz olmadığını, dolayısıyla onun için ayrıca Allah'a borçlu olduğumuzu hatırlatıyor. Gaflet de perde perde. Varolduğun için borçlanmak, her defasında borçlanmak değildir. Halık ismine borcumuz, Kayyum ismine borcumuz gibi değildir.
Bu hatırlayış şükrün madenidir. Her hatırlayış azgınlıktan korur. Hatırlatıştan memnunum. Fakat, neden açıkça diyemeyeyim, Hz. Musa efendimin duasında dediği gibi, otuziki kısım tekmili birden bir dilenciyim: Allah'ın vereceği her hayra muhtacım. Çünkü yaratılışım bu açlık üzerine. Birşeylerin sonuna gelmekten karanlıktan korktuğum gibi korkarım.
Ölüm korkumun kaynağı budur. Yaşlanmak da bu yüzden üzer beni. Saçlarımın dökülmesi değil sorunum. Günlerimin de dökülmesi. Sevdiklerimin de günbegün dökülmesi. Hazan, sofradaki hiçbir şeyi ıskalamıyor. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Dökülmek ciddi bir çağrışımdır. Ve der ki: Dökülüş, istisnası bulunmayan bir kanun-u ilahîdir. Şecere-i hilkat her dem yapraklarını döker. Varlığına ölüm, korkusuna fena, sanrısına adem deriz.
Yalnız yaprakların kaderi değil, hepimizin kaderi dökülmek. Varlığımın bağlamından/dalından kopup yavaş yavaş bir kenara doğru itildiğimi görmem. Bir kırık oyuncak hikayesi. Ayaklar altında kalmam. Önemsenmez oluşum. Önemsediklerimin de önemsenmez oluşu. Sesimin çatlaklaşması. Zor duymam ve zor da duyulması. Lisanımın tuhaf bulunmaya başlanması. Daha az hayran olup daha çok acımaları bana insanların. Daha az fikrimi sorup daha çok duymazdan gelmeleri.
Beraber söylendiğim ve onunla anlamlı olduğum cümleden uzaklaşıyorum. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Yabancı bir gezegende gibiyim. Gözüne girebileceği kimse kalmayınca insan neden göze görünmek istesin? "İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et eden hazin bir gurbeti hissettim." Memleketinde gurbetçi eder zaman insanı. Mutluluk paylaşmaktır. Paylaşmak, ancak aynı şeyleri değerli bulmakla mümkün. Bu payda yok oluyor en çok, yaşlanınca. Esprilerini anlayamam. Hızlarına yetişemem. Dinledikleri müzikleri sevemeyişim de cabası. Gittikleri yeri özlüyorum. Anlaşılacağım ve anlayacağım o yeri özlüyorum. Ölüm, önce sevdiklerimi almakla kendisini bana özletiyor.
Gitme zamanı yaklaşıyor. Anlıyorum. Hiçbir şey katamıyorum dünyaya artık. Dillerin farklılaşması, anlaşmazlık, rüzgarın insanları savurması... Babil kulesinde başa gelen birşey değil yalnız. Çok konuşan ihtiyar neden sevilmez hiç düşündün mü? Konuşmak, gitmek istemediğinin işaretidir çünkü. Bir varolma çabasıdır.
Yaşlılardan beklenen daha çok susmaları. Gidiyorsun zaten, daha fazla tutunmaya çalışıp yer işgal etmek niye? Çocukluğumu özlüyorsam, o zamanlar bir sonun bahse değer olmayışından dolayı. Herşeyin daha başındaydık. Yaratıldığımız noktaya daha yakındık. Eskitemiyordu o günlerde bizi hiçbirşey. Gün bizim günümüzdü. Bağlam bizim bağlamamızdı. Şakalarımız yeniydi. Yorumlarımız orijinaldi. Duyduğumuz her espriye gülerdik. Çünkü sıkılmamıştık.
Bediüzzaman, bir yerde insanı, 'yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu' olarak tarif ediyor. Yorulmadığımız ve tok olmadığımız doğru, ancak bir sınırımız da var. Doymanın sınırı değil, yutabileceğimiz lokmanın sınırı. Birşeyleri arkamızda bırakmak zorundayız yeni şeyleri hayatımıza sokmak için. Rengini unuttuğumuz gözler olmalı yeni gözlerin aklımızda kalması için. O sınırın farkındalığına vardığımız anlarda canımız yanıyor. İnsan, sonsuz olana âşık yaratılmış.
Hayır, aşk da bir ikram gibi kaçıyor burada. İkram değil halimiz. Muhtaç olan biziz. İnsan, sonsuz olana aç yaratılmış. Bu yüzden doymak bilmiyor. Monotonluk, yürümekten yılmaz yolcunun yolun sonunun geldiğini sandığı yerde gerçekleşiyor. Bitti sanıyorsun ve canın sıkılıyor. Yüreğinde güç var halbuki. Hem fıtratın da müsait değil bitene. Hz. İbrahim efendim "Batıp gidenleri sevmem!" derken neyin altını çiziyorsa, sen de monotonluktan şikayet ederken aynı şeyin altını çiziyorsun.
Peki, nasıl aşacaksın? Aşmak, ancak Kasas sûresinin verdiği dersle mümkün: Neyin içinde ona bakan yüzü bulsan, işte o yok olup gitmeyecek. Ona bakan yüzü bulmak; salt 'saf bir niyetle onun için yapmak'tan ibaret değil. Ona dair olan, aynı zamanda, 'ondan ona, ondan ötekine, ötekinden daha bir başkasına' geçilecek bir 'birbirine bakar şe'n ve namlar' koridorudur. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi ona başlarız..." Allah'ın ismiyle başlamak, Allah'ın hakkında başlamaktır. Allah hakkında (bakmaya, görmeye, bilmeye, yorumlamaya... vs.) başlarsan sonsuz bir yolculuğa çıkmış olursun:
Sevdiklerimiz ölünce yanıyoruz. Yapraklar dökülürken hüzünleniyoruz. Çocuklar büyürken gamlanıyoruz. Tabağımızın dibine geldiğimizde üzülüyoruz. Çünkü sofraya âşık olduk biz. Çünkü tabaktakini tüketiyoruz. Tükenebilene âşık olmak bizi böyle bedbin yaptı. Tüketirken aslolanın o olduğunu düşünüyoruz. Azap veren çelişki burada: Leylasının kanını içerek mutluluk arayan vampir Mecnunlar gibiyiz. Yanlış anlama, yemek-içmek değil asıl problem. Nimeti yol kılmamak sorun. Onu onda bitirmek asıl israf. Onu onda bitirmesen elbette israf olmaz. Çünkü o, bilmekle bitmeyecek olandır. Çoğu insan sanıyor ki, 'besmele' ile başlamış 'elhamdülillah' demekle nimetle işimiz bitmiştir. Ne münasebet, 'elhamdülillah' demekle o iş yeni başlamıştır. Çünkü kafamız daha yavaş çalışır, 'fikir' o kadar kısa süreye sığmaz. Sırası üçüncüdür.
Bu hatırlayış şükrün madenidir. Her hatırlayış azgınlıktan korur. Hatırlatıştan memnunum. Fakat, neden açıkça diyemeyeyim, Hz. Musa efendimin duasında dediği gibi, otuziki kısım tekmili birden bir dilenciyim: Allah'ın vereceği her hayra muhtacım. Çünkü yaratılışım bu açlık üzerine. Birşeylerin sonuna gelmekten karanlıktan korktuğum gibi korkarım.
Ölüm korkumun kaynağı budur. Yaşlanmak da bu yüzden üzer beni. Saçlarımın dökülmesi değil sorunum. Günlerimin de dökülmesi. Sevdiklerimin de günbegün dökülmesi. Hazan, sofradaki hiçbir şeyi ıskalamıyor. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Dökülmek ciddi bir çağrışımdır. Ve der ki: Dökülüş, istisnası bulunmayan bir kanun-u ilahîdir. Şecere-i hilkat her dem yapraklarını döker. Varlığına ölüm, korkusuna fena, sanrısına adem deriz.
Yalnız yaprakların kaderi değil, hepimizin kaderi dökülmek. Varlığımın bağlamından/dalından kopup yavaş yavaş bir kenara doğru itildiğimi görmem. Bir kırık oyuncak hikayesi. Ayaklar altında kalmam. Önemsenmez oluşum. Önemsediklerimin de önemsenmez oluşu. Sesimin çatlaklaşması. Zor duymam ve zor da duyulması. Lisanımın tuhaf bulunmaya başlanması. Daha az hayran olup daha çok acımaları bana insanların. Daha az fikrimi sorup daha çok duymazdan gelmeleri.
Beraber söylendiğim ve onunla anlamlı olduğum cümleden uzaklaşıyorum. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Yabancı bir gezegende gibiyim. Gözüne girebileceği kimse kalmayınca insan neden göze görünmek istesin? "İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et eden hazin bir gurbeti hissettim." Memleketinde gurbetçi eder zaman insanı. Mutluluk paylaşmaktır. Paylaşmak, ancak aynı şeyleri değerli bulmakla mümkün. Bu payda yok oluyor en çok, yaşlanınca. Esprilerini anlayamam. Hızlarına yetişemem. Dinledikleri müzikleri sevemeyişim de cabası. Gittikleri yeri özlüyorum. Anlaşılacağım ve anlayacağım o yeri özlüyorum. Ölüm, önce sevdiklerimi almakla kendisini bana özletiyor.
Gitme zamanı yaklaşıyor. Anlıyorum. Hiçbir şey katamıyorum dünyaya artık. Dillerin farklılaşması, anlaşmazlık, rüzgarın insanları savurması... Babil kulesinde başa gelen birşey değil yalnız. Çok konuşan ihtiyar neden sevilmez hiç düşündün mü? Konuşmak, gitmek istemediğinin işaretidir çünkü. Bir varolma çabasıdır.
Yaşlılardan beklenen daha çok susmaları. Gidiyorsun zaten, daha fazla tutunmaya çalışıp yer işgal etmek niye? Çocukluğumu özlüyorsam, o zamanlar bir sonun bahse değer olmayışından dolayı. Herşeyin daha başındaydık. Yaratıldığımız noktaya daha yakındık. Eskitemiyordu o günlerde bizi hiçbirşey. Gün bizim günümüzdü. Bağlam bizim bağlamamızdı. Şakalarımız yeniydi. Yorumlarımız orijinaldi. Duyduğumuz her espriye gülerdik. Çünkü sıkılmamıştık.
Bediüzzaman, bir yerde insanı, 'yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu' olarak tarif ediyor. Yorulmadığımız ve tok olmadığımız doğru, ancak bir sınırımız da var. Doymanın sınırı değil, yutabileceğimiz lokmanın sınırı. Birşeyleri arkamızda bırakmak zorundayız yeni şeyleri hayatımıza sokmak için. Rengini unuttuğumuz gözler olmalı yeni gözlerin aklımızda kalması için. O sınırın farkındalığına vardığımız anlarda canımız yanıyor. İnsan, sonsuz olana âşık yaratılmış.
Hayır, aşk da bir ikram gibi kaçıyor burada. İkram değil halimiz. Muhtaç olan biziz. İnsan, sonsuz olana aç yaratılmış. Bu yüzden doymak bilmiyor. Monotonluk, yürümekten yılmaz yolcunun yolun sonunun geldiğini sandığı yerde gerçekleşiyor. Bitti sanıyorsun ve canın sıkılıyor. Yüreğinde güç var halbuki. Hem fıtratın da müsait değil bitene. Hz. İbrahim efendim "Batıp gidenleri sevmem!" derken neyin altını çiziyorsa, sen de monotonluktan şikayet ederken aynı şeyin altını çiziyorsun.
Peki, nasıl aşacaksın? Aşmak, ancak Kasas sûresinin verdiği dersle mümkün: Neyin içinde ona bakan yüzü bulsan, işte o yok olup gitmeyecek. Ona bakan yüzü bulmak; salt 'saf bir niyetle onun için yapmak'tan ibaret değil. Ona dair olan, aynı zamanda, 'ondan ona, ondan ötekine, ötekinden daha bir başkasına' geçilecek bir 'birbirine bakar şe'n ve namlar' koridorudur. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi ona başlarız..." Allah'ın ismiyle başlamak, Allah'ın hakkında başlamaktır. Allah hakkında (bakmaya, görmeye, bilmeye, yorumlamaya... vs.) başlarsan sonsuz bir yolculuğa çıkmış olursun:
"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san'atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır."
Sevdiklerimiz ölünce yanıyoruz. Yapraklar dökülürken hüzünleniyoruz. Çocuklar büyürken gamlanıyoruz. Tabağımızın dibine geldiğimizde üzülüyoruz. Çünkü sofraya âşık olduk biz. Çünkü tabaktakini tüketiyoruz. Tükenebilene âşık olmak bizi böyle bedbin yaptı. Tüketirken aslolanın o olduğunu düşünüyoruz. Azap veren çelişki burada: Leylasının kanını içerek mutluluk arayan vampir Mecnunlar gibiyiz. Yanlış anlama, yemek-içmek değil asıl problem. Nimeti yol kılmamak sorun. Onu onda bitirmek asıl israf. Onu onda bitirmesen elbette israf olmaz. Çünkü o, bilmekle bitmeyecek olandır. Çoğu insan sanıyor ki, 'besmele' ile başlamış 'elhamdülillah' demekle nimetle işimiz bitmiştir. Ne münasebet, 'elhamdülillah' demekle o iş yeni başlamıştır. Çünkü kafamız daha yavaş çalışır, 'fikir' o kadar kısa süreye sığmaz. Sırası üçüncüdür.
"Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdü lillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir."
10 Eylül 2014 Çarşamba
İhtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?
"Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse..." Alâk sûresi, 6-7.
Her nimet, bir açlığa mukabil. İnsanın muhtaç olmadığı şeyin ona bağışlanması nimet sayılmaz. Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar ediyor bize lazım olduğunu. Bu nedenle 'nimet' kelimesine bir tanım getirdiğimizde yalnız 'faydalı'yı değil, 'lazım derecesinde faydalı'yı kullanmalıyız. Fayda var ki; aslında israftır; insanın israfıdır onu faydalı sandıran. (Fayda bizde oynak bir kelime. Sanrısı çok.)
Lazım ile faydalı arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksilten.
Bu kulakla dinlersek; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi diyor ki bize: Lazım için çıktığınız yolculuk, faydalıya uğradıktan sonra; faydaya (ama sanrısı çoktur dedik) müptela olup israfı arattırmasın. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Sakın sakın! Mükafatını lazımı sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et'imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti, hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Bediüzzaman nasıl tarif ediyor onu 19. Lem'a'da:
"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Her nimet, bir açlığa mukabil. Muhtaç olmadığın şeyin sana bağışlanması nimet sayılmaz. Kumruya aslanlara layık et versen, değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa, yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağışlamışsın, sevdiler mi sandın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü 'ihtiyaç'a bakıyor. Görebilirsek.
Ve görebilirsek, Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: "Ey insanlar ve cinler topluluğu, ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?" Çünkü ihtiyaçlar, inkâr edilmezdir.
"Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir."
Orada sayılan şeylere baksan, bir yanıyla senden uzak geliyor ama, diğer yanıyla olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur'an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun.
Ey imtihana gelen insan, sen Allah'ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz'de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu da birazcık böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen. Sen Allah'a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin. İhtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur." Böyle böyle Allah'a doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah'ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?
Her nimet, bir açlığa mukabil. İnsanın muhtaç olmadığı şeyin ona bağışlanması nimet sayılmaz. Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar ediyor bize lazım olduğunu. Bu nedenle 'nimet' kelimesine bir tanım getirdiğimizde yalnız 'faydalı'yı değil, 'lazım derecesinde faydalı'yı kullanmalıyız. Fayda var ki; aslında israftır; insanın israfıdır onu faydalı sandıran. (Fayda bizde oynak bir kelime. Sanrısı çok.)
Lazım ile faydalı arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksilten.
Bu kulakla dinlersek; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi diyor ki bize: Lazım için çıktığınız yolculuk, faydalıya uğradıktan sonra; faydaya (ama sanrısı çoktur dedik) müptela olup israfı arattırmasın. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Sakın sakın! Mükafatını lazımı sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et'imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti, hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Bediüzzaman nasıl tarif ediyor onu 19. Lem'a'da:
"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Her nimet, bir açlığa mukabil. Muhtaç olmadığın şeyin sana bağışlanması nimet sayılmaz. Kumruya aslanlara layık et versen, değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa, yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağışlamışsın, sevdiler mi sandın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü 'ihtiyaç'a bakıyor. Görebilirsek.
Ve görebilirsek, Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: "Ey insanlar ve cinler topluluğu, ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?" Çünkü ihtiyaçlar, inkâr edilmezdir.
"Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir."
Orada sayılan şeylere baksan, bir yanıyla senden uzak geliyor ama, diğer yanıyla olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur'an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun.
Ey imtihana gelen insan, sen Allah'ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz'de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu da birazcık böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen. Sen Allah'a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin. İhtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur." Böyle böyle Allah'a doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah'ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...