Onlardan ne denli şikayetçi olursak olalım. Tekrarlara muhtaç olduğumuzu derinlerde bir yerde hissediyoruz. Evimize gittiğimizde onu aynı yerinde bulmak, kapısını sabah kilitlediğimiz anahtarla açabilmek, gece dost olarak bıraktığımızı gündüz de öyle karşılamak, bunlar bizi hayatta tutuyor. Daha doğrusu: Hayatı güvenilir kılıyor.
Hayatta tekrar edenler değişenlerden fazladır. Aksi takdirde pek kolay delirebilirdik. Anların birbirini takip eden düzenlere sahip olmayışı an'dan an'a geçerken kafayı yememize neden olabilirdi. Çünkü dikkat, tutunacak birşey bulamadığında, aklın etini dişlemeye başlar. Kendisiyle beraber onu da dibe çeker.
Sizin de dinlediğiniz yaşanmışlıklar varsa onları hatırlamaya çalışın. Benim dinlediklerimde insanlar hep kaldıramayacakları büyük değişimlerin eşiğinde deliriyorlardı. Örneğin: Kendi hatasından dolayı bir anne evladını yitiriyor. An'dan an'a büyük bir sıçrayış. Dikkatin elinden büyük bir kopuş. Değişimi anlamlandıramıyor. Geçişteki bağı kuramıyor. İşte o an deliriyor.
Allah göstermesin. Buna benzer dinlediğim daha birçok misalde değişimler deliliğin önsözü oluyorlardı. İşte bu tip yaşanmışlıkların yukarıda söylediğim şeyle ilgisi var bence. Dikkat tutunabileceği bir devamlılık bulamazsa batarken aklı da yanında götürür. Sabır dikkatin tutunacağıdır. Bu yüzden 'eşiklerin bilgisi' insan için hayatîdir. Her ikramın öncesindeki ikramdır. Doğduğunda hazır bulduğudur.
Eşiklerin bilgisi derken bir anlamda İslam'ın bize öğütlediği bakışı kastediyorum. Daha üst boyutta ise Cenab-ı Hakkın Hakîm, Rahîm, Kerîm, Cemîl gibi isimlerine nazarlarını çevirmek istiyorum. Bu isimler, bencileyin tabir edersem, 'eşik atlatıcı isimler'dir. Boşlukta hayatta kalmayı sağlarlar. Onların varlığına iman edildiği zaman an'dan an'a sıçramalar kolaylaşır. Dikkat tutunabileceği birşey bulamadığında bu isimlerden istifade eder. Onlara tutunur. Sırt verdikleri yüce mana dünyası sabrı tazeler. Ve böylece biz delirmekten kurtuluruz.
Hatıralarınızı bir yoklayın lüften. Mutlaka anlattığım şeye hissen yaklaştığınız durumlar bulursunuz. Mesela: Başınıza gelen kötü bir işte önce bir donarsınız. Bu an'dan an'a sıçramanın başladığına işarettir. Sonra elleri boşta kalan dikkatiniz hemen refleks olarak ona öğrettiğiniz manaları arar. Bu da arkaplanınızı ne ile beslediğinizle ilgilidir. Eğer arkaplanınızda Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sı varsa, dikkat hemen onlara el atar, birini-birkaçını yakalar. Boşluğun üzerinde onlarla uçar. Sonra diğer an'a geldiğinizde size pek sevdiğim bir türküdeki gibi şöyle der: "Ağlama gözlerim. Mevla Kerîm'dir."
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider." Ben burada bahsedilen 'aczin aşka olan üstünlüğünü' de yukarıda verdiğim misallerle anlayabiliyorum. Yani, aynı şekilde, dikkatin acze düşüp boşlukta kaldığı an aklına gelen şeylerin 'eşik atlatıcı isimler' olduğunu zannediyorum. Ancak aşka düşüldüğünde böyle bir boşluk hissi yaşanmıyor. Gafil dikkat Allah'tan gayrı sevilebilecek çok şey bulabiliyor.
Çok dağıttım. Sadede geleyim. Mürşidim İşaratü'l-İ'caz'da 'inayet' ile 'intizam'ı birbirine bağlayan ilginç bir tarif yapıyor. Diyor ki: "Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır."
Hani başta demiştim ya. Tekrarlara da ihtiyaç duyuyoruz biz. Evet. Aynılık aklımızı delirmekten alıkoyuyor. Çünkü an'dan an'a geçerken ünsiyet hissimizi koruyabilmeyi tekrarlar sayesinde başarabiliyoruz. Çayı her içişimizde seviyoruz. Suyu her tadışımızda kanıyoruz. Yemeği her yiyişimizde doyuyoruz. Bize bağışlanan her inayet öncesinde kurulmuş bir düzene dayanıyor.
Elma bir ikram mı? Evet. Ama elmadan önce 'elmanın hep elma olma kanunu' bir ikram. Güneş bir ikram mı? Evet. Ama güneşten önce 'güneşin hep güneş olma kanunu' bir ikram. Yani "Allah'ın inayetiyle..." dediğimiz vakit, Rabbimizin o an edeceği müstakil bir ikramı değil sadece, evreni kuşatan kanunlarıyla zamanlar ötesinden verdiği desteği ifade ediyoruz aynı zamanda. Her eylediğimizin onunla bağlı olduğu şuuruna gönderme yapıyoruz. Yani kıvırmayı becerdiğimiz her işin ancak ucunu kıvırdığımızı geri kalanın tamamının Cenab-ı Hakkın kudretiyle vücuda geldiğini itiraf ediyoruz. Allahu'l-a'lem.
İntizam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İntizam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
30 Mart 2019 Cumartesi
9 Kasım 2015 Pazartesi
Sonsuzluk cetvele sığmaz
Bu yazım sana uçuk da gelebilir arkadaşım. Fakat aklından ziyade kalbini açarsan, kuşatmak yerine sezmeyi seçersen, tutmak yerine tutulmaya gayret edersen güzel birşeyler de söyleyebilir. Ne yapalım? 'Göz kararı' denilen şeyin itibarı kötü. Her yanı ölçü teknolojilerinin sardığı bir zamanda gözün kararına güvenmek akılla-mantıkla açıklanamaz. 'Cahil işi' gözüyle bakılır ona. Tıpkı ders kitaplarında eski ölçüm yöntemlerinin küçük görülmesi gibi. Fakat ben ona hâlâ güveniyorum. Güvenmeden yaşayamam. Birbirinden o kadar farklı şeyleri güzel buluyoruz ki! Bu durum beni 'göz kararı' denilen şeye daha saygılı olmaya zorluyor. Çünkü her gözün kararı haklı çıkıyor. Hepsinin güzel bulduğu güzel.
Özellikle ağaçlara bakarken hissediyorum bunu. Hak aklımıza mukayyet olsun! O gövdenin nasıl bir düzenle dallandığını, budaklandığını, yapraklandığını veya çiçeklendiğini ölçebilecek olan var mı? Neye göre, hangi mizanla, ne ölçüyle yapılıyor bu iş? Bulmaya çalışsam pösteki sayan deliye dönerim herhalde. Fakat işte, tam da orada, tüm güzelliğiyle duruyor. Bütünlüğünden aldığım göz zevki, o mübarek farkediş, beni düzenine inandırıyor. Cetvelden başka düzen tanımamış bir zekaya ağacın güzelliğini sorsanız size ne söyleyebilir? Göz kararı olmadan verilebilecek bir cevap değil ki bu. Bediüzzaman'ın yıldızlar hakkında kullandığı o ifadede olduğu gibi: "İntizamsızlık içinde kemal-i intizam."
Modern insan standartlarını sever. Terazisi hassaslaştıkça elinin ayarından, cetveli inceleştikçe gözünün kararından, mezurası uzadıkça parmakla ölçmekten utanır. Fakat bu cetvele sığdırma arzusu aynı zamanda onun 'ölçülebilirlik' içinde yaşadığı bir esarettir.
Allah'ın gönlümüze sanatını ölçecek daha ne gibi cihazlar koyduğunu bilemeyiz. Sonsuzluk elbette cetvele sığmaz. Dokunamadığımız halde varlığını biliriz onun. Göremediğimiz halde sezeriz. Kendisi gaybımız iken imanı yakînimizdir. Zat'ı mekanlardan münezzehken fiileri en yakınımızdadır. Öyle şeyler vardır ki hayatımızda, varlığı malumumuz, ama mahiyeti meçhulümüzdür. Formüle edemeyiz. "Göster!" deseler gösteremeyiz. Fakat o kadar da eminizdir ki öyle olduğuna. Cetvele sığmıyorlar diye reddedemeyiz.
Şu 'güzel buluş' denilen şeyi bir kalıba sıkıştıramıyorum. Mutlaka bir dönem için özellikle güzel gelen şablonlar var. Fakat eskimekten kurtulamıyorlar. Güzel sanki mana olarak bâki kalıyor da ama yüzünü sık sık değiştiriyor. Biz onu bir kalıpta teşhis etmeye, tutmaya, esir almaya çalıştıkça da canımızı yakıyor. Şaşırıp kalıyoruz. Küçükken ayıla bayıla yediğimiz hiçbir şey bugün aynı tadı vermiyor. Aynı heyecanı duymuyoruz aynı göze baktığımızda. İlk duyduğumuzda "İşte beni anlatıyor!" dediğimiz şarkı şimdilerde can sıkıcı bir terennüm oldu. Sorun onda değil bu defa bizde. Yaşamaktan usanıyoruz. Yok. Daha doğrusu: Yaşamaya yetişemiyoruz. Allah'ın yaratışı yetişebileceğimiz bir hızın çok üstünde.
Aşk-ı mecazinin mahvediciliği biraz da buradan. Sadece sevdiğimizin güzelliğinin yitişi değil bizdeki mizanların da değişmesi sarsıyor en çok. Ona karşı hissettiğimiz hiçbirşey yalan değildi. Peki neden şimdi böyle oldu? Neden 'ona hissettiğim' ve 'onda bana böyle hissettiren' ikisi birden yitip gidiyor? Sadece sevilenin fenasıyla açıklanamayacak bir değişim var arkadaşım. Sen de değişiyorsun. Onun gidişini bir bahane olarak kullanabilirdin. Suçu ona atabilirdin. Fakat kendi yitirişini nasıl açıklayabilirsin? Salt giden kaygan olsa bu bile bir tesellidir. Suçlarsın. Kurtulursun. Ya senin ellerin de kaygansa? Ya kalmaya çalışanı bile tutabilecek gücün yoksa? Acizliğin bu kadar şiddetliyse?
Bak ne diyor mürşidim: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."
Her kalıplama aslında bir işgal arzusudur. Halbuki bu dünyada güzellik, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'pencerelerden seyredilecek'tir ancak. Eğer bu pencerelerden birisinden vuslat arzularsan içlerine de girmiş olursun. Bunu bir hortumu uzaktan izlemek ile o hortumun döngüsüne kapılmak arasındaki farkla misallendirmek istiyorum. Hortumun görünüşü, seni içine dahil olmadığın sürece, ne kadar güzeldir. Fakat onlardan birisini seyretmek değil tutmak istesen, yani ki dahil olmak istersen, işte o zaman seni içine alır. Yutar. Ötekiler gibi savurmaya başlar. Can acıtırsın. Canın acır. Yakarsın. Seni de yakarlar. Bu yüzden mürşidim der: "Pencerelerden seyret, içlerine girme!"
Göz kararı bir 'pencerelerden seyret'tir bence. Cetvelle ölçmek 'içlerine girmek'tir. Göz kararı anlar içinde değişik tecelli edebilir. Ama cetvelin kalıbına giren değiştirilemez. Karış değişir, arşın değişir, adım değişir, ama metre/kilometre değişemez. Bu bir tür eşyayla muhatap oluş şeklidir aslında. Esaretin altına almadan. Tıpkı tavafta olduğu gibi, sen etrafında dönerek, onu etrafında döndürmeden. Değişkenliğine saygı göstererek.
Bana manidar gelen birşey daha anlatayım yazıyı bitirirken: Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bereket-i taam mucizeleri nakledilirken dikkat çeken bir tekrardır. Ne zaman ki, berekete mazhar olan, bereket bulduğu şeyi ölçmeye çalışır, o bereket gider. Şu yüzden daha bir önemsiyorum bunu: Eskiden büyüklerimiz hiçbir şeyi sonuna kadar bitirmezlerdi. Hep, üzerine daha sonra tekrar konulmak üzere, bir parça bırakılırdı kabın dibinde. Sorulduğunda "Bereketi kalsın!" denilirdi. Bittiğinden emin olmamak bereket için nasıl bir sırdır? Gözü/eli bittiğinden emin kılmamak berekete ne katar? İşte düşünülesi bir nümunesi:
"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."
Özellikle ağaçlara bakarken hissediyorum bunu. Hak aklımıza mukayyet olsun! O gövdenin nasıl bir düzenle dallandığını, budaklandığını, yapraklandığını veya çiçeklendiğini ölçebilecek olan var mı? Neye göre, hangi mizanla, ne ölçüyle yapılıyor bu iş? Bulmaya çalışsam pösteki sayan deliye dönerim herhalde. Fakat işte, tam da orada, tüm güzelliğiyle duruyor. Bütünlüğünden aldığım göz zevki, o mübarek farkediş, beni düzenine inandırıyor. Cetvelden başka düzen tanımamış bir zekaya ağacın güzelliğini sorsanız size ne söyleyebilir? Göz kararı olmadan verilebilecek bir cevap değil ki bu. Bediüzzaman'ın yıldızlar hakkında kullandığı o ifadede olduğu gibi: "İntizamsızlık içinde kemal-i intizam."
Modern insan standartlarını sever. Terazisi hassaslaştıkça elinin ayarından, cetveli inceleştikçe gözünün kararından, mezurası uzadıkça parmakla ölçmekten utanır. Fakat bu cetvele sığdırma arzusu aynı zamanda onun 'ölçülebilirlik' içinde yaşadığı bir esarettir.
Allah'ın gönlümüze sanatını ölçecek daha ne gibi cihazlar koyduğunu bilemeyiz. Sonsuzluk elbette cetvele sığmaz. Dokunamadığımız halde varlığını biliriz onun. Göremediğimiz halde sezeriz. Kendisi gaybımız iken imanı yakînimizdir. Zat'ı mekanlardan münezzehken fiileri en yakınımızdadır. Öyle şeyler vardır ki hayatımızda, varlığı malumumuz, ama mahiyeti meçhulümüzdür. Formüle edemeyiz. "Göster!" deseler gösteremeyiz. Fakat o kadar da eminizdir ki öyle olduğuna. Cetvele sığmıyorlar diye reddedemeyiz.
Şu 'güzel buluş' denilen şeyi bir kalıba sıkıştıramıyorum. Mutlaka bir dönem için özellikle güzel gelen şablonlar var. Fakat eskimekten kurtulamıyorlar. Güzel sanki mana olarak bâki kalıyor da ama yüzünü sık sık değiştiriyor. Biz onu bir kalıpta teşhis etmeye, tutmaya, esir almaya çalıştıkça da canımızı yakıyor. Şaşırıp kalıyoruz. Küçükken ayıla bayıla yediğimiz hiçbir şey bugün aynı tadı vermiyor. Aynı heyecanı duymuyoruz aynı göze baktığımızda. İlk duyduğumuzda "İşte beni anlatıyor!" dediğimiz şarkı şimdilerde can sıkıcı bir terennüm oldu. Sorun onda değil bu defa bizde. Yaşamaktan usanıyoruz. Yok. Daha doğrusu: Yaşamaya yetişemiyoruz. Allah'ın yaratışı yetişebileceğimiz bir hızın çok üstünde.
Aşk-ı mecazinin mahvediciliği biraz da buradan. Sadece sevdiğimizin güzelliğinin yitişi değil bizdeki mizanların da değişmesi sarsıyor en çok. Ona karşı hissettiğimiz hiçbirşey yalan değildi. Peki neden şimdi böyle oldu? Neden 'ona hissettiğim' ve 'onda bana böyle hissettiren' ikisi birden yitip gidiyor? Sadece sevilenin fenasıyla açıklanamayacak bir değişim var arkadaşım. Sen de değişiyorsun. Onun gidişini bir bahane olarak kullanabilirdin. Suçu ona atabilirdin. Fakat kendi yitirişini nasıl açıklayabilirsin? Salt giden kaygan olsa bu bile bir tesellidir. Suçlarsın. Kurtulursun. Ya senin ellerin de kaygansa? Ya kalmaya çalışanı bile tutabilecek gücün yoksa? Acizliğin bu kadar şiddetliyse?
Bak ne diyor mürşidim: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."
Her kalıplama aslında bir işgal arzusudur. Halbuki bu dünyada güzellik, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'pencerelerden seyredilecek'tir ancak. Eğer bu pencerelerden birisinden vuslat arzularsan içlerine de girmiş olursun. Bunu bir hortumu uzaktan izlemek ile o hortumun döngüsüne kapılmak arasındaki farkla misallendirmek istiyorum. Hortumun görünüşü, seni içine dahil olmadığın sürece, ne kadar güzeldir. Fakat onlardan birisini seyretmek değil tutmak istesen, yani ki dahil olmak istersen, işte o zaman seni içine alır. Yutar. Ötekiler gibi savurmaya başlar. Can acıtırsın. Canın acır. Yakarsın. Seni de yakarlar. Bu yüzden mürşidim der: "Pencerelerden seyret, içlerine girme!"
Göz kararı bir 'pencerelerden seyret'tir bence. Cetvelle ölçmek 'içlerine girmek'tir. Göz kararı anlar içinde değişik tecelli edebilir. Ama cetvelin kalıbına giren değiştirilemez. Karış değişir, arşın değişir, adım değişir, ama metre/kilometre değişemez. Bu bir tür eşyayla muhatap oluş şeklidir aslında. Esaretin altına almadan. Tıpkı tavafta olduğu gibi, sen etrafında dönerek, onu etrafında döndürmeden. Değişkenliğine saygı göstererek.
Bana manidar gelen birşey daha anlatayım yazıyı bitirirken: Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bereket-i taam mucizeleri nakledilirken dikkat çeken bir tekrardır. Ne zaman ki, berekete mazhar olan, bereket bulduğu şeyi ölçmeye çalışır, o bereket gider. Şu yüzden daha bir önemsiyorum bunu: Eskiden büyüklerimiz hiçbir şeyi sonuna kadar bitirmezlerdi. Hep, üzerine daha sonra tekrar konulmak üzere, bir parça bırakılırdı kabın dibinde. Sorulduğunda "Bereketi kalsın!" denilirdi. Bittiğinden emin olmamak bereket için nasıl bir sırdır? Gözü/eli bittiğinden emin kılmamak berekete ne katar? İşte düşünülesi bir nümunesi:
"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."
22 Ocak 2015 Perşembe
Bana herşey mucize...
Bu, bana çok olan birşey olduğu için hakkında yazacağım. En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor. (Üretim, çok kapitalist kaçsa da, durum bu.) Ama aksine yoğun zamanlar, o yoğunluğun şiddetinden kafamın karıştığı zamanlar ve onlar arasında bulduğum bir boşluk, bir dinleniş, bir yazarken dinleniş... İki sıkıntının arası bir cennet.
En güzel yazılarımın bana bağışlandığı odacıklar oluyor bu boşluklar. Yazmak işinin insanın iradesiyle ve rahatıyla doğru orantılı olmadığını, en azından iradenin ve rahatın 'iyi yazının' garantisi olmadığını buradan anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de ağır yaralar alıyor. Sanat arttıkça nesnede, Allah'ın uluhiyetinin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Daha yüksek sesle "Bu benim!" diyor.
Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinden zuhur eden harikalara 'mucize' denmesi, ümmetin onları bu isimle anması boşuna değil. "Bunu ben yapmadım. Bunu ben yapamam. Ben bunu yapmaktan acizim. Bu bir mucizedir..." dediğiniz şey mucizedir ancak. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça sayısı artar.
Abdurreşid Şahin abinin çok dikkat çektiği birşeydir: Allah'a tevhid ile iman etmek, Allah'a kelime-i tevhid ile iman etmek, aslında yaratılan herşeyin mucize olduğunu kabul etmektir.[1]
Tanımlarımızı kontrol edelim. Mümin için yalnız 'sıradışı olan' değildir mucize, mucize herşeydir, herşey mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Kelime-i tevhid de zaten bunu görenin/şahid olanın şahitliğinin ilanıdır. "Allah'tan başka ilah yoktur!" aynı zamanda şunun itirafıdır yani: "Ol'uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allah'ım, senin 'ol'ların, benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek 'ol' sahibi sensin."
Bediüzzaman'ın, mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz'in başa, tefekkürün sona gelmesi bu açıdan bakınca ne kadar anlamlı. Kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Ve tefekkür, aczini arttırmıyorsa; yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona tefekkür denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır, çünkü sıradanlaştırıcıdır.
Nereden başladık, nereye geldik? Aslında bana dair birşeyden bahsedecektim size. Ki biraz dokundum. Aynı şeye Virginia Woolf, Deniz Feneri romanında şöyle dokunuyor: "(...) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu."
Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman'ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: "(...) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?"
Evet, Allah'ı inayeti sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zahirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, aslında desenin de daha muhteşemleştiğinin/muhteşemleşeceğinin işareti. Bir kilimi düşünün yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani, desenin en girift ve harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.
Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı. Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu, çünkü nazarınız bir manzara-yı âlâ'yı kuşatmıyordu. Allah'ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanırsın. Depresyon da parçanın bu yaşadıklarıdır belki.
İnsanın karmaşıklığı, insanın sanatı. Arzın karmaşıklığı, arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor. O kadar girift bir hal alıyor ki, onun intizamı; sen onu adem-i intizam şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan görünmez oluyor.
'İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.' Bu ne demek biliyor musun? Kainat da bunun üzerine yaratılmış demek. İnsan da bunun üzerine yaratılmış demek. Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, harikanın ta kendisi! Ve başta da söylediğim gibi: En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor.
Şimdi şu hadise de birazcık yaklaşabildin mi: "İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır." Kim, ne kadar üretecekse; o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış.
[1] Bu içerikte bir dersini dinlemek için: http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-30-bolum-gercekten-mucize-var-mi-339.html
En güzel yazılarımın bana bağışlandığı odacıklar oluyor bu boşluklar. Yazmak işinin insanın iradesiyle ve rahatıyla doğru orantılı olmadığını, en azından iradenin ve rahatın 'iyi yazının' garantisi olmadığını buradan anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de ağır yaralar alıyor. Sanat arttıkça nesnede, Allah'ın uluhiyetinin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Daha yüksek sesle "Bu benim!" diyor.
Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinden zuhur eden harikalara 'mucize' denmesi, ümmetin onları bu isimle anması boşuna değil. "Bunu ben yapmadım. Bunu ben yapamam. Ben bunu yapmaktan acizim. Bu bir mucizedir..." dediğiniz şey mucizedir ancak. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça sayısı artar.
Abdurreşid Şahin abinin çok dikkat çektiği birşeydir: Allah'a tevhid ile iman etmek, Allah'a kelime-i tevhid ile iman etmek, aslında yaratılan herşeyin mucize olduğunu kabul etmektir.[1]
Tanımlarımızı kontrol edelim. Mümin için yalnız 'sıradışı olan' değildir mucize, mucize herşeydir, herşey mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Kelime-i tevhid de zaten bunu görenin/şahid olanın şahitliğinin ilanıdır. "Allah'tan başka ilah yoktur!" aynı zamanda şunun itirafıdır yani: "Ol'uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allah'ım, senin 'ol'ların, benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek 'ol' sahibi sensin."
Bediüzzaman'ın, mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz'in başa, tefekkürün sona gelmesi bu açıdan bakınca ne kadar anlamlı. Kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Ve tefekkür, aczini arttırmıyorsa; yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona tefekkür denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır, çünkü sıradanlaştırıcıdır.
"Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"
Nereden başladık, nereye geldik? Aslında bana dair birşeyden bahsedecektim size. Ki biraz dokundum. Aynı şeye Virginia Woolf, Deniz Feneri romanında şöyle dokunuyor: "(...) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu."
Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman'ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: "(...) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?"
Evet, Allah'ı inayeti sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zahirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, aslında desenin de daha muhteşemleştiğinin/muhteşemleşeceğinin işareti. Bir kilimi düşünün yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani, desenin en girift ve harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.
Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı. Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu, çünkü nazarınız bir manzara-yı âlâ'yı kuşatmıyordu. Allah'ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanırsın. Depresyon da parçanın bu yaşadıklarıdır belki.
"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz'üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami', en bedi', en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür'atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur."
İnsanın karmaşıklığı, insanın sanatı. Arzın karmaşıklığı, arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor. O kadar girift bir hal alıyor ki, onun intizamı; sen onu adem-i intizam şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan görünmez oluyor.
"Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."
'İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.' Bu ne demek biliyor musun? Kainat da bunun üzerine yaratılmış demek. İnsan da bunun üzerine yaratılmış demek. Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, harikanın ta kendisi! Ve başta da söylediğim gibi: En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor.
Şimdi şu hadise de birazcık yaklaşabildin mi: "İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır." Kim, ne kadar üretecekse; o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış.
[1] Bu içerikte bir dersini dinlemek için: http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-30-bolum-gercekten-mucize-var-mi-339.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...