Pencere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pencere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2017 Perşembe

Arrival'dan Esmaü'l-Hüsna'ya: Kaç şekilde düşünebiliriz?

- Senin kelamın böyle midir?
- Ben bütün kelamların kuvvetine sahibim.
Sözler, 15. Söz'ün Zeyli'nden.


Kütüb-i Sitte'de yeralan "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir. Teki sever!" hadis-i şerifinin bana sezdirdiği birşey var. Onu paylaşmak istiyorum bu yazıda sizinle. Tabii becerebilirsem. Şöyle bir yerden başlayayım: Cenab-ı Hakkı bilmenin, onu yalnızca bir ismiyle bilmek değil, ulaşabildiğimiz her türlü marifetiyle bilmenin, insanı cennete götürücü bir yanı var.

Üstelik bu cennet için ahireti beklemeye de gerek yok. Daha bu dünyada gidiyorsunuz. O isimlerin size öğütlediği bakış açısı, o bakış açısının öğrettiği varlık algısı, bu algı ile seyredilen manzara, o manzaradan alınan zevk... Bütün bunlar daha bu dünyada girilen bir cennetin parçaları/adımları. Fakat bu cennetin koridorlarında gezebilmenin bir şartı var. Allah'ın isimlerini bilmek kadar onlar arasında seyahat edebilmeyi de bilebilmek. Manzara karıştığında veya değiştiğinde doğru gözlüğü takabilmek. İşte, bu yüzden, Cenab-ı Hakkın yalnızca bir ismini bilen değil, 99 ismini ezberleyen cennete giriyor. Daha çok merceği olan daha çok rahat ediyor. Yani, mutlu olmak için, bu bakış açılarının tamamına ihtiyacımız var.

Bir yerde mürşidim diyor ki: "Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir..." Biz buna benzer ayak kaymalarına sık rastlıyoruz. Bugün de kimi ağızlardan dökülen "Allah şerri yaratmaz!" yanlış hükmü yine böyle bir muvazenesizliğin resmi olarak ortaya çıkıyor. Allah'ı tenzihte böylesi bir ifrat, eğer o Subhaniyet içinde Vahidiyet unutulursa, sanki ondan başka yaratıcılar varmış da kötülüğü de onlar yaratıyormuş gibi bir yanılgıya sebep oluyor.

Tarihte, mutezilî kimi isimlerde bu ifrat görüldüğü gibi, bugün de kimi modernist/ehl-i bid'a isimlerden aynı lakırdılar dökülüyor. Dillerine baksanız niyetleri güzel. Aforizmaları harika. Sesleri gür çıkıyor. Hakikate dokunan bir yanı da var söylediklerinin. Fakat muvazeneden yoksun. Güzelliği kemale erdirense muvazenedir. Ölçüsüz olduğunda her güzellik zulme dönüşür. Sesinin yüksekliği katlanılmaz olduğunda en sevdiğimiz şarkılar bile kulağa eziyettir.

İşte, bu arıza da, tıpkı yazının ilk kısmında ifade ettiğimiz gibi, 99 ismi birden kuşanamamaktan kaynaklanıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mezkûr hadisiyle bizi yönlendirdiği bilme şekli, aslında varlığı veya bilgiyi veya tecrübeyi veya şey diye dünyamızda tarif edebildiğimiz herşeyi daha farklı/çok açılardan görebilmenin dersi... Her isim yeni bir penceredir. Her pencere farklı bir perspektiftir. Her perspektif yeni bir okumadır. Yeni bir yorumlamadır. Yeni bir değerlendiriştir. Yeni bir kıstastır. İsimleri çoğaltmak bakış açılarımızı da çoğaltmaktır.

Yakın zamanda Arrival/Geliş filminde de hatırlatılan bir hipotez vardı. Sapir Whorf hipotezi. Şöyle söyleniyor o hipotezde: "Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır." Biz daha kolay bir düzlemde 'isim değiştirmek suretiyle' başarabiliyoruz bunu. Bir müslüman, Kur'an'ın ve sünnetin kendisine öğrettiği isimler sayesinde, Allah ve eserleri hakkında düşünme biçimini kolaylıkla değiştirebilir. Esmaü'l-Hüsna'nın en büyük kolaylığı budur. Her isim müslümana farklı bir dil, bir bakış açısı, bir okuma-düşünme-yorumlama biçimi öğretir.

Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: "Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır."

Hatırlayalım: Arrival/Geliş filminde uzaylılar 12 ayrı bölgeye iniyor ve insanlığın kendilerinden/dillerinden alabilecekleri bilginin de ancak bu 12 bölgenin beraber çalışmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. (Filmin sonunda bu başarılıyordu insanlar tarafından.) Biz bundan da aşkın birşeyi söylüyoruz: Allah'ı anlamak "Bütün güzel isimler Allah'ındır!" sırrını anlamakla mümkündür. Onların, kuşatabildiğimiz kadar çoğunu kuşatma, bilebildiğimiz kadar çoğunu bilme, okuyabildiğimiz kadar çoğunu okuma... Bunlar bizi daha bu dünyada cennete götürecek olan bahtiyar yaşayışın anahtarlarıdır. Cennete, inşaallah, açılan kapılardır.

"Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar..." Zımnında bulunanlar... Bu yan kapılara neden ihtiyaç var? Belki biraz şundan dolayı var: Bir çiçeğe baktığınızda ilk gördüğünüz isim Cemîl'dir. Fakat çiçeğin başına çok haller gelir. Belki küser. Belki solar. Belki bir fırtına da dağılır. Belki bir ceylanın rızkı olur. O zaman, çiçeğe olan aşkınızdan kafayı yemek noktasına gelmemek için, gideceğiz yol bellidir:

Yan koridora geçersiniz. Yan koridor, diğer ismin koridoru, aşamadığınız olaylar karşısında 'onları okuyuşunuzu değiştirerek' sizi çıldırmaktan kurtarır. Dilini anlayamadığınız olaylar karşısında size yeni bir anlama şekli ve dil öğretir. Allah'ın Hakîm olduğunu hatırlayarak ism-i Cemîl'in zımnındaki bir isimde yolculuk edersiniz. O çiçek o ceylana bir hikmetle yedirildi. O fırtına bu bahçeyi bir hikmetle dağıttı. Hakîm ismi sizi oluşlar arasında kabul edilebilir bir seyahate davet eder. Oradan ilerleyince bu sefer ceylanın güzelliği ile tekrar Cemîl ismine varırsınız. Hakîm ismi bir berzah olmuştur Cemîl'den Cemîl'e varabilmek için. Sonra bir gün ceylan da ölür...

En nihayet bütün bu yazı boyunca söylemek istediğim şu idi: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bizim Allah'ın bütün isimlerini öğrenmemizi istiyor. Çünkü, her bir isim bize farklı bir dili, farklı bir düşünme biçimini, eşyayı veya kendimizi farklı bir algılayış şeklini öğütleyecek. Aşamadıklarımızı aşmayı, kaldıramadıklarımızı kaldırmayı, barışamadıklarımızla barışmayı bu isimler sayesinde, inşaallah, başaracağız. Bir pencereden görünen kanlı yara diğer pencereden bakınca mis kokulu güle dönüşecek. Dilini bilmediğimiz kelimeleri yanlış anlamaktan kurtulacağız.

Allah isimleri sayısınca dilde konuşuyor varlık âleminde. Şifreleri Esmaü'l-Hüsna'sı. İsmini, anlamını, öğütlediği bakış açısını öğrendiğimiz an dili de çözmeye başlayacağız. O dilde söylenenleri de anlamayı öğreneceğiz. Okumamız renklenecek. Bu isimler sayesinde amacı bilinmeyen harflerin hepsinin bir anlamı, amacı ve hikmeti olacak. Bize kattığı, bizi götürdüğü, bize öğrettiği birşey olacak.

Ancak pencerelerin sayısını arttırırken hadisin ikinci kısmını da unutmamalıyız. "Allah tektir. Teki sever." Bütün bu dağılışlarımızın ardından yine tevhid ile bütün isimleri Allah'a vereceğiz. Düşünüşlerimiz birbirini tamamlayacak. Yorumlarımız aynı merdivenin basamakları olacak. Bir binanın tuğlaları gibi yükseleceğiz. Parçalar birbirini bulacak. Bu bulmaktan daha büyük bir kemale ereceğiz. Benim Rabbim'den Rabbü'l-Âlemîn'de koşacağız. Bu, bizi, dağılışlarımız içinde şirkten de koruyacak.

9 Kasım 2015 Pazartesi

Sonsuzluk cetvele sığmaz

Bu yazım sana uçuk da gelebilir arkadaşım. Fakat aklından ziyade kalbini açarsan, kuşatmak yerine sezmeyi seçersen, tutmak yerine tutulmaya gayret edersen güzel birşeyler de söyleyebilir. Ne yapalım? 'Göz kararı' denilen şeyin itibarı kötü. Her yanı ölçü teknolojilerinin sardığı bir zamanda gözün kararına güvenmek akılla-mantıkla açıklanamaz. 'Cahil işi' gözüyle bakılır ona. Tıpkı ders kitaplarında eski ölçüm yöntemlerinin küçük görülmesi gibi. Fakat ben ona hâlâ güveniyorum. Güvenmeden yaşayamam. Birbirinden o kadar farklı şeyleri güzel buluyoruz ki! Bu durum beni 'göz kararı' denilen şeye daha saygılı olmaya zorluyor. Çünkü her gözün kararı haklı çıkıyor. Hepsinin güzel bulduğu güzel.

Özellikle ağaçlara bakarken hissediyorum bunu. Hak aklımıza mukayyet olsun! O gövdenin nasıl bir düzenle dallandığını, budaklandığını, yapraklandığını veya çiçeklendiğini ölçebilecek olan var mı? Neye göre, hangi mizanla, ne ölçüyle yapılıyor bu iş? Bulmaya çalışsam pösteki sayan deliye dönerim herhalde. Fakat işte, tam da orada, tüm güzelliğiyle duruyor. Bütünlüğünden aldığım göz zevki, o mübarek farkediş, beni düzenine inandırıyor. Cetvelden başka düzen tanımamış bir zekaya ağacın güzelliğini sorsanız size ne söyleyebilir? Göz kararı olmadan verilebilecek bir cevap değil ki bu. Bediüzzaman'ın yıldızlar hakkında kullandığı o ifadede olduğu gibi: "İntizamsızlık içinde kemal-i intizam."

Modern insan standartlarını sever. Terazisi hassaslaştıkça elinin ayarından, cetveli inceleştikçe gözünün kararından, mezurası uzadıkça parmakla ölçmekten utanır. Fakat bu cetvele sığdırma arzusu aynı zamanda onun 'ölçülebilirlik' içinde yaşadığı bir esarettir.

Allah'ın gönlümüze sanatını ölçecek daha ne gibi cihazlar koyduğunu bilemeyiz. Sonsuzluk elbette cetvele sığmaz. Dokunamadığımız halde varlığını biliriz onun. Göremediğimiz halde sezeriz. Kendisi gaybımız iken imanı yakînimizdir. Zat'ı mekanlardan münezzehken fiileri en yakınımızdadır. Öyle şeyler vardır ki hayatımızda, varlığı malumumuz, ama mahiyeti meçhulümüzdür. Formüle edemeyiz. "Göster!" deseler gösteremeyiz. Fakat o kadar da eminizdir ki öyle olduğuna. Cetvele sığmıyorlar diye reddedemeyiz.

Şu 'güzel buluş' denilen şeyi bir kalıba sıkıştıramıyorum. Mutlaka bir dönem için özellikle güzel gelen şablonlar var. Fakat eskimekten kurtulamıyorlar. Güzel sanki mana olarak bâki kalıyor da ama yüzünü sık sık değiştiriyor. Biz onu bir kalıpta teşhis etmeye, tutmaya, esir almaya çalıştıkça da canımızı yakıyor. Şaşırıp kalıyoruz. Küçükken ayıla bayıla yediğimiz hiçbir şey bugün aynı tadı vermiyor. Aynı heyecanı duymuyoruz aynı göze baktığımızda. İlk duyduğumuzda "İşte beni anlatıyor!" dediğimiz şarkı şimdilerde can sıkıcı bir terennüm oldu. Sorun onda değil bu defa bizde. Yaşamaktan usanıyoruz. Yok. Daha doğrusu: Yaşamaya yetişemiyoruz. Allah'ın yaratışı yetişebileceğimiz bir hızın çok üstünde.

Aşk-ı mecazinin mahvediciliği biraz da buradan. Sadece sevdiğimizin güzelliğinin yitişi değil bizdeki mizanların da değişmesi sarsıyor en çok. Ona karşı hissettiğimiz hiçbirşey yalan değildi. Peki neden şimdi böyle oldu? Neden 'ona hissettiğim' ve 'onda bana böyle hissettiren' ikisi birden yitip gidiyor? Sadece sevilenin fenasıyla açıklanamayacak bir değişim var arkadaşım. Sen de değişiyorsun. Onun gidişini bir bahane olarak kullanabilirdin. Suçu ona atabilirdin. Fakat kendi yitirişini nasıl açıklayabilirsin? Salt giden kaygan olsa bu bile bir tesellidir. Suçlarsın. Kurtulursun. Ya senin ellerin de kaygansa? Ya kalmaya çalışanı bile tutabilecek gücün yoksa? Acizliğin bu kadar şiddetliyse?

Bak ne diyor mürşidim: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her kalıplama aslında bir işgal arzusudur. Halbuki bu dünyada güzellik, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'pencerelerden seyredilecek'tir ancak. Eğer bu pencerelerden birisinden vuslat arzularsan içlerine de girmiş olursun. Bunu bir hortumu uzaktan izlemek ile o hortumun döngüsüne kapılmak arasındaki farkla misallendirmek istiyorum. Hortumun görünüşü, seni içine dahil olmadığın sürece, ne kadar güzeldir. Fakat onlardan birisini seyretmek değil tutmak istesen, yani ki dahil olmak istersen, işte o zaman seni içine alır. Yutar. Ötekiler gibi savurmaya başlar. Can acıtırsın. Canın acır. Yakarsın. Seni de yakarlar. Bu yüzden mürşidim der: "Pencerelerden seyret, içlerine girme!"

Göz kararı bir 'pencerelerden seyret'tir bence. Cetvelle ölçmek 'içlerine girmek'tir. Göz kararı anlar içinde değişik tecelli edebilir. Ama cetvelin kalıbına giren değiştirilemez. Karış değişir, arşın değişir, adım değişir, ama metre/kilometre değişemez. Bu bir tür eşyayla muhatap oluş şeklidir aslında. Esaretin altına almadan. Tıpkı tavafta olduğu gibi, sen etrafında dönerek, onu etrafında döndürmeden. Değişkenliğine saygı göstererek.

Bana manidar gelen birşey daha anlatayım yazıyı bitirirken: Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bereket-i taam mucizeleri nakledilirken dikkat çeken bir tekrardır. Ne zaman ki, berekete mazhar olan, bereket bulduğu şeyi ölçmeye çalışır, o bereket gider. Şu yüzden daha bir önemsiyorum bunu: Eskiden büyüklerimiz hiçbir şeyi sonuna kadar bitirmezlerdi. Hep, üzerine daha sonra tekrar konulmak üzere, bir parça bırakılırdı kabın dibinde. Sorulduğunda "Bereketi kalsın!" denilirdi. Bittiğinden emin olmamak bereket için nasıl bir sırdır? Gözü/eli bittiğinden emin kılmamak berekete ne katar? İşte düşünülesi bir nümunesi:

"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...