Sapir Whorf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sapir Whorf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Arrival'dan Mesnevî-i Nuriye'ye: Hangi dilimiz eksik?

"O'nun ayetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır." (Rûm sûresi, 22)

Arrival'da uzaylılar dünyaya 12 ayrı noktadan iniş yapmışlardı. 12 ayrı bölge, 12 farklı kültür ve 12 farklı dil ailesi... Her bölge harıl harıl uzaylıların dilini çözmeye çalışıyordu. Bir noktada iş öyle bir yarışa dönüştü ki ülkeler birbirleriyle bilgi paylaşımını bıraktılar. Filmin ilerleyen kısımlarında misafirlerimiz konuyla ilgili olarak dünyalı uzmanlara şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı: "Bizi ancak yardımlaşarak anlayabilirsiniz." Bunun elbette senaryonun üzerine inşa edildiği Sapir Whorf hipotezi ile bir ilgisi vardı. Ne diyordu o meşhur hipotez? Hatırlayalım: "Her dil farklı bir düşünme biçimidir." Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır! Daha çok bakış açısına sahip olmak için, yani hakikatin bütününü bütüncül-kuşatıcı bir gözle görebilmek için, daha fazla düşünce biçimine ihtiyacımız var. Hatta düşünce biçimlerinin hepsine ihtiyacımız var.

Ben bu bakış açısına Arrival'dan önce dilbilimci David Crystal'ın kaleme aldığı Dillerin Katli (Profil Yayınları) kitabıyla sahip olmuştum. Hatta Kur'an'da dillerin farklılığının birer ayet olarak ifade edilmesinden mülhem şu başlıkta yazmıştım hakkında: "Ayetlerin katli!" Oradan bir alıntı yapayım: "Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür kitabının yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta hakkında şöyle bir öngörüde bulunuyor: 'Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.'" Arrival filmi, o kitabı okumamdan seneler sonra, bu fikri destekleyen ve daha çok bilinen bir materyal oldu sadece. Ancak yine de dil konusunu yeterince tefekkür edebildiğimi düşünmüyorum. Kaçırdığım birşeyler olduğu kesin. Fakat ne?

Bugün, bu kayıp parçalardan 'bulduğumu sandığım' birisini daha, sizinle paylaşmak istiyorum. Şöyle başlayalım: Okuyanlar bilirler. Bediüzzaman, Allah'ın, bir yerde 'üç büyük küllî muarif' bir yerde de 'dört burhan-ı küllî' ile bize varlığını anlattığını söyler. Mesnevî-i Nuriye'de geçen şekline küçücük dokunalım:

"Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtüvesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dikkat edilirse buradaki dört burhan (delil) aynı zamanda birer dildir. Anlaşılma şeklidir. Yani; Cenab-ı Hakkın, akıl-şuur sahibi mahlukatı ile konuşmasının yollarından birisidir herbiri bu burhanların. Rahman ve Rahim olan Allah, kulları ile, yalnız bir dil üzerinden değil, bu dört dilin tamamı üzerinden konuşur.

Bu yüzden Bediüzzaman'ın kainata da Kur'an gibi 'kitap' demesi veya tefsir kelimesini "Kur'an kainatı" veya "kainat Kur'an'ı" şekillerinde değişen özne ve nesnelerle kullanması bir mü'mine tuhaf gelmez. İşte şimdi de ikinci metni alıntılamanın zamanı geldi: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini 13 Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden 13. Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Kur'aniyyûnların sağır kulakları çın çın çın çınlasın. Ben de bugünlerde, tıpkı Arrival'da dikkat çekildiği gibi, 'eksik dille anlamaya çalışma'nın zararlarına kafa yoruyorum. (Filme gönderme yaparsak: 'Hediye'yi 'silah' diye okutan eksiklik.) Yani Crystal'ın 'entelektüel fakirlik' dediği şeyi anlamaya çalışıyorum. Bu yoruş, bir açıdan, sahip oldukları tüm bilgi ve birikime rağmen hidayeti elde edemeyenlerin yoksunluğunu da bana fısıldıyor.

Diğer bir açıdan da tasavvufî eğitimin insanın iç dilini anlamaya çalışmakta neden bu denli ileriye gittiğini (önemsediğini) idrak etmemi sağlıyor. Yalnız bu kadar mı? Değil. Fazlası da var elbette: Mürşidimin, özellikle 'tefekkür'den önce andığı, 'acz, fakr ve şefkat' üçlüsünün bende nasıl bir iş eylediğini de anlıyorum buradan. Demek benim, diğer dilleri anlamadan önce, bende konuşan 'ilk dili' öğrenmem lazım. Bana konulan ilk dili anlamam lazım. Kendilik (veya insanlık) dilimi öğrendiğim zaman ancak, onun yardımıyla, diğer dilleri doğru bir şekilde anlamaya başlayacağım.

İnsanın aslını idrak etmesi ondaki ilk dil gibi. Diğer bütün dilleri doğru anlamasını sağlayan ilk dil o. Beni bencillikten uzaklaştıran bir ben bilişi. En çok yaralarımız bunu sağlıyor. Zayıflıklarımız bizi diğer dillerin anlattıklarını doğru okumaya yaklaştırıyor. Çünkü tarafımızdan kurgulanmayan tek gerçek bu. Kibir bir kurgudur. Güç bir kurgudur. Yalan bir kurgudur. Şöhret bir kurgudur.

Yaralarımız dışında övündüğümüz herşey kurgudur. Arızî olan ancak muhtaçlığıyla övünürse gerçekçidir. Firavun için 'hayatı boyunca hastalık görmediğine' dair birşey duymuştum. Ne feci! İnsan hastalık görmeli. Her zayıflığımız aslında insanlığımızın parçası. Bize evimizi de en çok duvarları anlatıyor. Onlara çarpmalıyız. Onlar bize sınırlarımızı öğretmeli. Öğretmeli ki, içinde kalan o yere, o çerçeveye 'ev' diye iltifat/ülfet edilmeli. Duvarlar içinde gördükçe evimizi idrak ediyoruz. İçimizde derinleştikçe dışımızdaki okumalar gelişiyor.

Amr b. Hişam ve Ömer b. Hattab (r.a.). İki Ömer'i birbirinden ayıran ne? Birisini Ebu Cehil ötekisini Ömerü'l-Faruk (r.a.) kılan ne? Daha genel konuşalım: Kur'an'dan yalnız birkaç ayet işitmekle İslam'a giren mühtedi ile bir İslam âlimi kadar Kur'an üzerine araştırmalar yapmasına rağmen hidayetten teberri eden oryantalisti birbirinden ayıran ne? Bence bu ayrımın en özünde şu var:

Onlar kendi içdillerini bilmiyorlar. Asl-ı insanı okumuyorlar. Hakkında düşünmüyorlar. Zaaflarıyla yüzleşmiyorlar. Nefisleriyle yüzleşmiyorlar. Yaralarıyla yüzleşmiyorlar. Gafletle yüzleşmiyorlar. Gaflet nedir? Gaflet sadece Allah'tan kaçınmak mıdır? Hayır. Gaflet hem Allah'tan hem de ona götürecek olan kendindeki boşluklardan kaçınmaktır. Hidayet nurunun ancak 'dillerin yardımlaşmasıyla' kalpte yakıldığını görmek için en uygun örnek işte şunlardır. Ne demeli? Kendi aczini ve fakrını görmeyen, mahlukata ve nefsine şefkat etmeyen, tefekkürle de bir yere ilerleyemiyor. Hatta, aksine, tefekkürü karanlığını arttırıyor. Yol açacağına yol kapıyor. Karanlığıyla başkalarına da zulmediyor. Karanlıkta bırakıyor. Zaten zalim o değil midir: 'Karanlığı kendisini aşan'dır.

Biraz daha has dairemize gelirsek: "Kur'an okuyorum. Hadis okuyorum. Tefsir okuyorum. Fıkıh okuyorum. Evrad u ezkar okuyorum. Fakat onlardan nur almadığımı hissediyorum..." diyenlerimizin de devası burada. Onu okudun, maşaallah, ama yalnızca onu mu okudun? Kendi içindeki yaraları da kolladın mı?

Hiç mi ağlamıyorsun? Hiç mi canın sıkılmıyor? Hiç mi boşluğa düşmez ayakların? Hiç mi duvarlar üzerine gelmez? Hiç mi dostun ihanet etmez? Hiç mi düşmezsin düşenleri kınadığın bir çukura?

Sende, sadece 12 değil, kimbilir kaç bölge var kıymetli misafirler indirilmiş hayatına. Seninle konuşmak isteyen misafirler. "Bizi duy!" diyen misafirler. "Beni gör!" diyen misafirler. "Hakkımda düşün!" diye yakaran misafirler. Kendini eksik hissetiğin anlarda onları bulabilirsin. Bu eksikler sen onları tamamlayacak uygun parçaları ara diye hayatına bırakılmış. Bu açlıklar kendi rızıklarını araman için.

Onları aramaya kapatarak sofrada lezzet bulamazsın. İştahı kapanana sunulacak lezzet en mükellef sofrada bile yoktur. Önce onlarla yüzleş. Kaçtığın yanlarınla yüzleş. Karanlık yanlarınla yüzleş. Zayıf düştüğün yanlarınla yüzleş. Deşebildiğin kadarını deş. Kendine numara yapma. Bu iyi gelmiyor. Ne ağlamaktan sıkıl ne yardım dilemekten! Gözünün biri kalbine bakmıyorsa diğeri esrarı okuyamayacak. Nur istiyorsan, eşyaya, kendi içinden geçen gözlerle bakmalısın. Dillerin hepsini konuşmalısın. Seni bu dillerden yalnız birisini işitmeye çağıranlardan sakın. Mana bütündedir çünkü.

8 Haziran 2017 Perşembe

Arrival'dan Esmaü'l-Hüsna'ya: Kaç şekilde düşünebiliriz?

- Senin kelamın böyle midir?
- Ben bütün kelamların kuvvetine sahibim.
Sözler, 15. Söz'ün Zeyli'nden.


Kütüb-i Sitte'de yeralan "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir. Teki sever!" hadis-i şerifinin bana sezdirdiği birşey var. Onu paylaşmak istiyorum bu yazıda sizinle. Tabii becerebilirsem. Şöyle bir yerden başlayayım: Cenab-ı Hakkı bilmenin, onu yalnızca bir ismiyle bilmek değil, ulaşabildiğimiz her türlü marifetiyle bilmenin, insanı cennete götürücü bir yanı var.

Üstelik bu cennet için ahireti beklemeye de gerek yok. Daha bu dünyada gidiyorsunuz. O isimlerin size öğütlediği bakış açısı, o bakış açısının öğrettiği varlık algısı, bu algı ile seyredilen manzara, o manzaradan alınan zevk... Bütün bunlar daha bu dünyada girilen bir cennetin parçaları/adımları. Fakat bu cennetin koridorlarında gezebilmenin bir şartı var. Allah'ın isimlerini bilmek kadar onlar arasında seyahat edebilmeyi de bilebilmek. Manzara karıştığında veya değiştiğinde doğru gözlüğü takabilmek. İşte, bu yüzden, Cenab-ı Hakkın yalnızca bir ismini bilen değil, 99 ismini ezberleyen cennete giriyor. Daha çok merceği olan daha çok rahat ediyor. Yani, mutlu olmak için, bu bakış açılarının tamamına ihtiyacımız var.

Bir yerde mürşidim diyor ki: "Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir..." Biz buna benzer ayak kaymalarına sık rastlıyoruz. Bugün de kimi ağızlardan dökülen "Allah şerri yaratmaz!" yanlış hükmü yine böyle bir muvazenesizliğin resmi olarak ortaya çıkıyor. Allah'ı tenzihte böylesi bir ifrat, eğer o Subhaniyet içinde Vahidiyet unutulursa, sanki ondan başka yaratıcılar varmış da kötülüğü de onlar yaratıyormuş gibi bir yanılgıya sebep oluyor.

Tarihte, mutezilî kimi isimlerde bu ifrat görüldüğü gibi, bugün de kimi modernist/ehl-i bid'a isimlerden aynı lakırdılar dökülüyor. Dillerine baksanız niyetleri güzel. Aforizmaları harika. Sesleri gür çıkıyor. Hakikate dokunan bir yanı da var söylediklerinin. Fakat muvazeneden yoksun. Güzelliği kemale erdirense muvazenedir. Ölçüsüz olduğunda her güzellik zulme dönüşür. Sesinin yüksekliği katlanılmaz olduğunda en sevdiğimiz şarkılar bile kulağa eziyettir.

İşte, bu arıza da, tıpkı yazının ilk kısmında ifade ettiğimiz gibi, 99 ismi birden kuşanamamaktan kaynaklanıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mezkûr hadisiyle bizi yönlendirdiği bilme şekli, aslında varlığı veya bilgiyi veya tecrübeyi veya şey diye dünyamızda tarif edebildiğimiz herşeyi daha farklı/çok açılardan görebilmenin dersi... Her isim yeni bir penceredir. Her pencere farklı bir perspektiftir. Her perspektif yeni bir okumadır. Yeni bir yorumlamadır. Yeni bir değerlendiriştir. Yeni bir kıstastır. İsimleri çoğaltmak bakış açılarımızı da çoğaltmaktır.

Yakın zamanda Arrival/Geliş filminde de hatırlatılan bir hipotez vardı. Sapir Whorf hipotezi. Şöyle söyleniyor o hipotezde: "Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır." Biz daha kolay bir düzlemde 'isim değiştirmek suretiyle' başarabiliyoruz bunu. Bir müslüman, Kur'an'ın ve sünnetin kendisine öğrettiği isimler sayesinde, Allah ve eserleri hakkında düşünme biçimini kolaylıkla değiştirebilir. Esmaü'l-Hüsna'nın en büyük kolaylığı budur. Her isim müslümana farklı bir dil, bir bakış açısı, bir okuma-düşünme-yorumlama biçimi öğretir.

Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: "Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır."

Hatırlayalım: Arrival/Geliş filminde uzaylılar 12 ayrı bölgeye iniyor ve insanlığın kendilerinden/dillerinden alabilecekleri bilginin de ancak bu 12 bölgenin beraber çalışmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. (Filmin sonunda bu başarılıyordu insanlar tarafından.) Biz bundan da aşkın birşeyi söylüyoruz: Allah'ı anlamak "Bütün güzel isimler Allah'ındır!" sırrını anlamakla mümkündür. Onların, kuşatabildiğimiz kadar çoğunu kuşatma, bilebildiğimiz kadar çoğunu bilme, okuyabildiğimiz kadar çoğunu okuma... Bunlar bizi daha bu dünyada cennete götürecek olan bahtiyar yaşayışın anahtarlarıdır. Cennete, inşaallah, açılan kapılardır.

"Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar..." Zımnında bulunanlar... Bu yan kapılara neden ihtiyaç var? Belki biraz şundan dolayı var: Bir çiçeğe baktığınızda ilk gördüğünüz isim Cemîl'dir. Fakat çiçeğin başına çok haller gelir. Belki küser. Belki solar. Belki bir fırtına da dağılır. Belki bir ceylanın rızkı olur. O zaman, çiçeğe olan aşkınızdan kafayı yemek noktasına gelmemek için, gideceğiz yol bellidir:

Yan koridora geçersiniz. Yan koridor, diğer ismin koridoru, aşamadığınız olaylar karşısında 'onları okuyuşunuzu değiştirerek' sizi çıldırmaktan kurtarır. Dilini anlayamadığınız olaylar karşısında size yeni bir anlama şekli ve dil öğretir. Allah'ın Hakîm olduğunu hatırlayarak ism-i Cemîl'in zımnındaki bir isimde yolculuk edersiniz. O çiçek o ceylana bir hikmetle yedirildi. O fırtına bu bahçeyi bir hikmetle dağıttı. Hakîm ismi sizi oluşlar arasında kabul edilebilir bir seyahate davet eder. Oradan ilerleyince bu sefer ceylanın güzelliği ile tekrar Cemîl ismine varırsınız. Hakîm ismi bir berzah olmuştur Cemîl'den Cemîl'e varabilmek için. Sonra bir gün ceylan da ölür...

En nihayet bütün bu yazı boyunca söylemek istediğim şu idi: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bizim Allah'ın bütün isimlerini öğrenmemizi istiyor. Çünkü, her bir isim bize farklı bir dili, farklı bir düşünme biçimini, eşyayı veya kendimizi farklı bir algılayış şeklini öğütleyecek. Aşamadıklarımızı aşmayı, kaldıramadıklarımızı kaldırmayı, barışamadıklarımızla barışmayı bu isimler sayesinde, inşaallah, başaracağız. Bir pencereden görünen kanlı yara diğer pencereden bakınca mis kokulu güle dönüşecek. Dilini bilmediğimiz kelimeleri yanlış anlamaktan kurtulacağız.

Allah isimleri sayısınca dilde konuşuyor varlık âleminde. Şifreleri Esmaü'l-Hüsna'sı. İsmini, anlamını, öğütlediği bakış açısını öğrendiğimiz an dili de çözmeye başlayacağız. O dilde söylenenleri de anlamayı öğreneceğiz. Okumamız renklenecek. Bu isimler sayesinde amacı bilinmeyen harflerin hepsinin bir anlamı, amacı ve hikmeti olacak. Bize kattığı, bizi götürdüğü, bize öğrettiği birşey olacak.

Ancak pencerelerin sayısını arttırırken hadisin ikinci kısmını da unutmamalıyız. "Allah tektir. Teki sever." Bütün bu dağılışlarımızın ardından yine tevhid ile bütün isimleri Allah'a vereceğiz. Düşünüşlerimiz birbirini tamamlayacak. Yorumlarımız aynı merdivenin basamakları olacak. Bir binanın tuğlaları gibi yükseleceğiz. Parçalar birbirini bulacak. Bu bulmaktan daha büyük bir kemale ereceğiz. Benim Rabbim'den Rabbü'l-Âlemîn'de koşacağız. Bu, bizi, dağılışlarımız içinde şirkten de koruyacak.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...