Dillerin Katli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dillerin Katli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2024 Pazartesi

Onlar Arapçaya değil dirilttiklerine düşmanlar

“Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.” Dillerin Katli'nden.


Allah, meleklerine Âdem aleyhisselamın, dolayısıyla insaniyetin kemalini 'tâlim-i esma' ile göstermişti. Yani onların bilemedikleri isimleri Âdem efendimiz bilmişti. Maşaallah. Melekler de o kemale insafla secde ettiler. Dille gösterilen büyüklüğü kabul ettiler. Fakat İblis etmedi. Ve İblis o günden beri kelimelerimizi unutturmaya çalışıyor.

Prof. Dr. David Crystal'ın 'Dillerin Katli' isminde bir kitabı var. Altbaşlığı da şöyle: "Bir dilin ölümü bir milletin ölümüdür." Yıllar önce okumak nasip olmuştu. İstifade etmiştim. Hatta, Kur'an'da, 'dillerin farklılığı'nın neden 'ayet' olarak zikredildiğini de daha derin kavramamı sağlamıştı. Mesela bir yerinde deniliyordu ki:

“Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir 'gösterge sistemi' oluşturur. Dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”

Dillerin korunması. Peki ne için? Çünkü 'şahit olduklarımızı anlama' sürecini etkileyenlerden birisi de dillerimiz. Dilimiz varlığı nasıl tasnif ettiğimizi belirleyici bir rol oynuyor. Dilin yaşattığı manalar üzerinden varlık da anlam kazanıyor. Her insan bildiği diller üzerinden düşünebiliyor. İnsanlıksa bilinen bütün diller üzerinden...

“Dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir. (...) Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”

Kitaptan anladığım kadarıyla, 'ulus-devlet sistemini' biraz geriye kaydırırsak, bugün dillerin hayatını tehdit eden üç şey var: 1) Batı merkezli küreselleşme. 2) İlerlemeci tarih anlatımı. 3) Sosyal darwinizm.

Batı merkezli küreselleşme, aslında Batılılaşma, tek kültürün kendini dünyanın her köşesine dayatmasını içerdiğinden, dillerin yokolmasına sebep oluyor: “Herşey bu hızda giderse, gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." İlerlemeci tarih anlayışıysa 'yaşadığımız çağı herşeyin merkezine koyduğu için' uzağında kalanların gözden düşmesine sebep oluyor: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”

Sosyal darwinizmin zararı da diğerlerine benzer nitelikte. Canlılığın hep ileriye gittiği, yani evrimleştiği, gibi yanlış bir itikadı aşıladığı için, mazide kalan herşeye 'maymun işi' muamelesi yapılıyor. Halbuki gerçekler böyle değil. Crystal buna da itiraz ediyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Kuzey Amerika'nın kadim dilleri uzmanı olan Marianne Mithun da kitapta ona destek çıkanlardan: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Yani bir dilin gelişmemiş(!) bir toplum tarafından konuşuluyor olması 'geri bir dil olduğu' anlamına gelmez. Durum tam tersi şekilde de olabilir.

Geniş daireden dar daireye dönersek, işte, bu üç yanlış itikadın Türkiye'deki tezahürü de üçtür kardeşlerim:

1) Müslümanların ortak alfabesi 'İslam harflerine' karşı gösterilen düşmanlık. Evet. Halbuki aynı düşmanlık 'Batı kültürünün ortak alfabesi' sayılan Latin harflerine karşı gösterilmez. Çünkü, yukarıdaki üç yanlış itikad, onları başka yere, İslam harflerini başka yere oturtur. Birisini ileri diğerini geri sayar. 2) Osmanlı Türkçesine karşı gösterilen düşmanlık. Evet. Çünkü, Osmanlı Türkçesi, Türklerin 'yönettikleri coğrafyadaki dilleri yoketme' saikiyle değil, 'onları da dillerine katarak zenginleşme' arzusuna mebnidir. Halbuki, yukarıdaki üç yanlış itikad, coğrafyayla bütünleşmeyi değil, Batı adına onları evvela kendisi yoketme saikini aşılamaktadır. 3) Arapçaya, Kürtçeye vs. düşmanlık. Evet. Çünkü, yine yukarıdaki üç yanlış itikada göre, Avrupa ilerisidir, Asya gerisidir. O yüzden Arapça veya Kürtçe vs. konuşmak 'maymun dili konuşmak' mesabesindedir. Evrimde geriye doğru uzanmaya çalışmaktır.

Türkiye'de dil üzerinden yaşanan tartışmalar ağırlıklı olarak bu zeminde şekillenir. O yüzden esnaf tabelalarına da muameleler farklı olur. (Herhangi bir Batı dilindeyse dokunulmaz. Ama Asyalı dilindeyse heran operasyon çekilebilir.) Sokakta konuşulması da yine farklı tepkilerle karşılanır. Hülasa: Bu ülkenin insanlarının zihnine öyle operasyon çekilmiştir ki, bin yıllık cihad arkadaşlarının dilini küçümser, ama bin yıldır düşmanlıktan başka birşey görmediği Avrupalının dilini baştacı eder. Ahirzaman böyle garip bir vakittir. İmtihanı böyle ağır bir imtihandır. Müslümanı müslümana dövdürür. Tarlanın taşıyla tarlanın kuşunu öldürür.

Halbuki, meseleye birazcık ilmî endişeyle bakan birisi için, Asya'nın aşağılanacak hiçbir tarafı yoktur. Bilakis, anlaşılırsa, zenginliğin hakikatine sahip olduğu farkedilir. Mesela: Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Sohbetleri kitabında, merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca, meşhur şarkiyatçılardan Helmutt Ritter'in (ki aynı zamanda hocasıdır) Arapça yazımı hakkında 'üç vitesli yazı' diyerek büyük iltifatlarda bulunduğunu, Latin alfabesini de "Bu eşek sür'atinde gidiyor!" diye küçümsediğini aktarır:

"(Noktasız yazı) Bu âlimler vitesidir, diyor. Kütüphanelerdeki kitapların bir kısmı böyle. Onları ancak âlimler okuyabilir. İkinci viteste ise noktalı ama harekesiz yazarsınız. Okumada da yazmada da ikinci vitestir. Bu umumiyetle halk için geçerli bir vitestir. Üçüncüsündeyse noktalı ve harekeli yazarsınız. Okurken hata varsa çok kolay farkedersiniz. Fakat yazmak zaman alır. Bu üçüncü vitestir. Hocam Helmutt Ritter bunu söyledikten sonra bir kağıt aldı ve kağıda kendi ismini, Latin harfleriyle 'Ritter' yazdı. 'Bu eşek süratiyle gidiyor!' dedi ve ekledi: 'Bu da eşek vitesidir!' Arapça'daki viteslerle kitaplar müthiş bir süratle yazılıyordu."

Son ilave olarak, Bediüzzaman Hazretlerinin Lem'alar'da dikkatleri çektiği, birşeyden daha bahsedeceğim: O da İslam harflerinin 'çağrışım dünyası'dır. Evet. İslam harfleri müslümanların maneviyatından neşet ediyor. O dünyadan çıktığı için, yine o dünyayı çağrıştırıyor, hatırlatıyor, dürtüyor. Bir müslüman onları gördüğünde ister-istemez manevî tetiklenmeler yaşıyor. Şuurunda olsun veya olmasın. Harfler yapacağını yapıyor. Halbuki Latin alfabesi böyle bir yeteneğe sahip değildir. Onları gördüğümüzde ne Allah'ı, ne Peygamberi, ne İslam'ı hatırlarız.

"(...) hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kur'ân hurûfâtı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek, o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir."

Bunlar okunması, yazması, hatta bakılması bile 'başka' olan şeyler. Latin alfabesine bakmak, bir müslüman için, İslam harflerine bakmakla bir değil. Aynı tellere dokunmuyor. Aynı şifreleri çözmüyor. Aynı şiiri söylemiyor. Aynı musikiyi terennüm etmiyor. Kur'an'da anılan huruf-i mukatta belki de bizi harflerin bu yanına uyandırma hikmeti de güdüyor. Tek tek bile hikmeti var onların yani. Tek tek bile kıymetliler. Tek tek bile manidarlar. O sebeple yerlerine başkasını yerleştirmekle doğru yapılmaz. Elbise olsa değiştirilir fakat derimiz asla değiştirilemez.

Bazen düşünüyorum: Bu kemalistler, bir açıdan bakınca çok aptallar, ama başka açıdan da çok zekiler. Evet. Manevî dünyamızı ayakta tutan şeylerin köküne kibrit suyu dökmede pek mahir davranmışlar. İlk kılıçlarını şeairlere sallamışlar. Kodlarımızla oynamışlar. Çağrışımlarla dahi olsun müslüman ruhunu en geniş dairede besleyen şeylerin ensesine çökmüşler. Bugünkü avaneleri de aynı yolda ilerliyorlar. Nerede görseler sataşıyorlar.

Öyle. İslam harflerinin, Arapçanın, Osmanlıcanın, müslüman dillerinin, müslümanca kelimelerin Tek Parti döneminde tam bir zorbalıkla hayatımızdan sökülüp atılmaya çalışılmasında şeytanî bir zeka kendisini hissettiriyor. Bu zeka, bilfiil uygulayanların başlarında değilse bile, kesinlikle arkalarında bir yerlerdedir. Kulaklarına fısıldanmıştır. Ajandalarına yazılmıştır. Onlar da ödev verilen bu dersleri tekmil etmişlerdir herhalde. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü yeniden ilham eylesin. Kemalimizi tekrardan iade eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Arrival'dan Mesnevî-i Nuriye'ye: Hangi dilimiz eksik?

"O'nun ayetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır." (Rûm sûresi, 22)

Arrival'da uzaylılar dünyaya 12 ayrı noktadan iniş yapmışlardı. 12 ayrı bölge, 12 farklı kültür ve 12 farklı dil ailesi... Her bölge harıl harıl uzaylıların dilini çözmeye çalışıyordu. Bir noktada iş öyle bir yarışa dönüştü ki ülkeler birbirleriyle bilgi paylaşımını bıraktılar. Filmin ilerleyen kısımlarında misafirlerimiz konuyla ilgili olarak dünyalı uzmanlara şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı: "Bizi ancak yardımlaşarak anlayabilirsiniz." Bunun elbette senaryonun üzerine inşa edildiği Sapir Whorf hipotezi ile bir ilgisi vardı. Ne diyordu o meşhur hipotez? Hatırlayalım: "Her dil farklı bir düşünme biçimidir." Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır! Daha çok bakış açısına sahip olmak için, yani hakikatin bütününü bütüncül-kuşatıcı bir gözle görebilmek için, daha fazla düşünce biçimine ihtiyacımız var. Hatta düşünce biçimlerinin hepsine ihtiyacımız var.

Ben bu bakış açısına Arrival'dan önce dilbilimci David Crystal'ın kaleme aldığı Dillerin Katli (Profil Yayınları) kitabıyla sahip olmuştum. Hatta Kur'an'da dillerin farklılığının birer ayet olarak ifade edilmesinden mülhem şu başlıkta yazmıştım hakkında: "Ayetlerin katli!" Oradan bir alıntı yapayım: "Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür kitabının yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta hakkında şöyle bir öngörüde bulunuyor: 'Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.'" Arrival filmi, o kitabı okumamdan seneler sonra, bu fikri destekleyen ve daha çok bilinen bir materyal oldu sadece. Ancak yine de dil konusunu yeterince tefekkür edebildiğimi düşünmüyorum. Kaçırdığım birşeyler olduğu kesin. Fakat ne?

Bugün, bu kayıp parçalardan 'bulduğumu sandığım' birisini daha, sizinle paylaşmak istiyorum. Şöyle başlayalım: Okuyanlar bilirler. Bediüzzaman, Allah'ın, bir yerde 'üç büyük küllî muarif' bir yerde de 'dört burhan-ı küllî' ile bize varlığını anlattığını söyler. Mesnevî-i Nuriye'de geçen şekline küçücük dokunalım:

"Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtüvesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dikkat edilirse buradaki dört burhan (delil) aynı zamanda birer dildir. Anlaşılma şeklidir. Yani; Cenab-ı Hakkın, akıl-şuur sahibi mahlukatı ile konuşmasının yollarından birisidir herbiri bu burhanların. Rahman ve Rahim olan Allah, kulları ile, yalnız bir dil üzerinden değil, bu dört dilin tamamı üzerinden konuşur.

Bu yüzden Bediüzzaman'ın kainata da Kur'an gibi 'kitap' demesi veya tefsir kelimesini "Kur'an kainatı" veya "kainat Kur'an'ı" şekillerinde değişen özne ve nesnelerle kullanması bir mü'mine tuhaf gelmez. İşte şimdi de ikinci metni alıntılamanın zamanı geldi: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini 13 Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden 13. Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Kur'aniyyûnların sağır kulakları çın çın çın çınlasın. Ben de bugünlerde, tıpkı Arrival'da dikkat çekildiği gibi, 'eksik dille anlamaya çalışma'nın zararlarına kafa yoruyorum. (Filme gönderme yaparsak: 'Hediye'yi 'silah' diye okutan eksiklik.) Yani Crystal'ın 'entelektüel fakirlik' dediği şeyi anlamaya çalışıyorum. Bu yoruş, bir açıdan, sahip oldukları tüm bilgi ve birikime rağmen hidayeti elde edemeyenlerin yoksunluğunu da bana fısıldıyor.

Diğer bir açıdan da tasavvufî eğitimin insanın iç dilini anlamaya çalışmakta neden bu denli ileriye gittiğini (önemsediğini) idrak etmemi sağlıyor. Yalnız bu kadar mı? Değil. Fazlası da var elbette: Mürşidimin, özellikle 'tefekkür'den önce andığı, 'acz, fakr ve şefkat' üçlüsünün bende nasıl bir iş eylediğini de anlıyorum buradan. Demek benim, diğer dilleri anlamadan önce, bende konuşan 'ilk dili' öğrenmem lazım. Bana konulan ilk dili anlamam lazım. Kendilik (veya insanlık) dilimi öğrendiğim zaman ancak, onun yardımıyla, diğer dilleri doğru bir şekilde anlamaya başlayacağım.

İnsanın aslını idrak etmesi ondaki ilk dil gibi. Diğer bütün dilleri doğru anlamasını sağlayan ilk dil o. Beni bencillikten uzaklaştıran bir ben bilişi. En çok yaralarımız bunu sağlıyor. Zayıflıklarımız bizi diğer dillerin anlattıklarını doğru okumaya yaklaştırıyor. Çünkü tarafımızdan kurgulanmayan tek gerçek bu. Kibir bir kurgudur. Güç bir kurgudur. Yalan bir kurgudur. Şöhret bir kurgudur.

Yaralarımız dışında övündüğümüz herşey kurgudur. Arızî olan ancak muhtaçlığıyla övünürse gerçekçidir. Firavun için 'hayatı boyunca hastalık görmediğine' dair birşey duymuştum. Ne feci! İnsan hastalık görmeli. Her zayıflığımız aslında insanlığımızın parçası. Bize evimizi de en çok duvarları anlatıyor. Onlara çarpmalıyız. Onlar bize sınırlarımızı öğretmeli. Öğretmeli ki, içinde kalan o yere, o çerçeveye 'ev' diye iltifat/ülfet edilmeli. Duvarlar içinde gördükçe evimizi idrak ediyoruz. İçimizde derinleştikçe dışımızdaki okumalar gelişiyor.

Amr b. Hişam ve Ömer b. Hattab (r.a.). İki Ömer'i birbirinden ayıran ne? Birisini Ebu Cehil ötekisini Ömerü'l-Faruk (r.a.) kılan ne? Daha genel konuşalım: Kur'an'dan yalnız birkaç ayet işitmekle İslam'a giren mühtedi ile bir İslam âlimi kadar Kur'an üzerine araştırmalar yapmasına rağmen hidayetten teberri eden oryantalisti birbirinden ayıran ne? Bence bu ayrımın en özünde şu var:

Onlar kendi içdillerini bilmiyorlar. Asl-ı insanı okumuyorlar. Hakkında düşünmüyorlar. Zaaflarıyla yüzleşmiyorlar. Nefisleriyle yüzleşmiyorlar. Yaralarıyla yüzleşmiyorlar. Gafletle yüzleşmiyorlar. Gaflet nedir? Gaflet sadece Allah'tan kaçınmak mıdır? Hayır. Gaflet hem Allah'tan hem de ona götürecek olan kendindeki boşluklardan kaçınmaktır. Hidayet nurunun ancak 'dillerin yardımlaşmasıyla' kalpte yakıldığını görmek için en uygun örnek işte şunlardır. Ne demeli? Kendi aczini ve fakrını görmeyen, mahlukata ve nefsine şefkat etmeyen, tefekkürle de bir yere ilerleyemiyor. Hatta, aksine, tefekkürü karanlığını arttırıyor. Yol açacağına yol kapıyor. Karanlığıyla başkalarına da zulmediyor. Karanlıkta bırakıyor. Zaten zalim o değil midir: 'Karanlığı kendisini aşan'dır.

Biraz daha has dairemize gelirsek: "Kur'an okuyorum. Hadis okuyorum. Tefsir okuyorum. Fıkıh okuyorum. Evrad u ezkar okuyorum. Fakat onlardan nur almadığımı hissediyorum..." diyenlerimizin de devası burada. Onu okudun, maşaallah, ama yalnızca onu mu okudun? Kendi içindeki yaraları da kolladın mı?

Hiç mi ağlamıyorsun? Hiç mi canın sıkılmıyor? Hiç mi boşluğa düşmez ayakların? Hiç mi duvarlar üzerine gelmez? Hiç mi dostun ihanet etmez? Hiç mi düşmezsin düşenleri kınadığın bir çukura?

Sende, sadece 12 değil, kimbilir kaç bölge var kıymetli misafirler indirilmiş hayatına. Seninle konuşmak isteyen misafirler. "Bizi duy!" diyen misafirler. "Beni gör!" diyen misafirler. "Hakkımda düşün!" diye yakaran misafirler. Kendini eksik hissetiğin anlarda onları bulabilirsin. Bu eksikler sen onları tamamlayacak uygun parçaları ara diye hayatına bırakılmış. Bu açlıklar kendi rızıklarını araman için.

Onları aramaya kapatarak sofrada lezzet bulamazsın. İştahı kapanana sunulacak lezzet en mükellef sofrada bile yoktur. Önce onlarla yüzleş. Kaçtığın yanlarınla yüzleş. Karanlık yanlarınla yüzleş. Zayıf düştüğün yanlarınla yüzleş. Deşebildiğin kadarını deş. Kendine numara yapma. Bu iyi gelmiyor. Ne ağlamaktan sıkıl ne yardım dilemekten! Gözünün biri kalbine bakmıyorsa diğeri esrarı okuyamayacak. Nur istiyorsan, eşyaya, kendi içinden geçen gözlerle bakmalısın. Dillerin hepsini konuşmalısın. Seni bu dillerden yalnız birisini işitmeye çağıranlardan sakın. Mana bütündedir çünkü.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Ayetlerin katli

“Duyuyor musunuz? Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada kullanamazsınız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız. Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız! Kanuna aykırı. Sadece başkentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o. Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena cezalandırılırsınız. Bu askeri bir emir. Kanun bu. Diliniz yasak. Ölü. Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin diliniz artık yok.” (Harold Pinter, Dağlı Dili Oyunu'ndan.)

TRT’de yayınlanan Misafir Yerliler belgeselinin bir bölümünde, şimdi ismini anımsayamadığım (Google’daki aramalarımla da bir sonuca ulaşamadım) Fransız bir görsel yönetmen (öyle hatırımda kalmış) Türkçeyi konuşmakta yaşadığı güçlük için şöyle bir benzetmede bulunuyordu: “Fransızca ve Türkçe iki farklı dil değil, iki farklı düşünme biçimi.” İlk işittiğimde beni sadece gülümseten bu tesbit, yakın zamanda okuduğum Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür isimli eserle üzerinde düşünülesi bir hal aldı. Kitabın yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, önsözüne de alıntıladığı, aslı Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta için şöyle bir öngörüde bulunuyordu: “Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.”

Peki, dillerin yokoluşu, daha doğrusu; asimilasyon neticesinde katledilmesi neden bir kayıp olsun? Bunu kitapta Amerikan Dilbilim Cemiyeti’nin 1994 yılında yayınlandığı ilke raporundan bir alıntıyla izah ediyor Crystal: “İnsan dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa, dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir." Benzer bir izah yine genetik ile bağlanarak yapılıyor: "Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”

Rus yazar Vyaceslav Ivanov’un dil zenginliğinin entelektüel gücü hakkındaki düşüncesi ise şöyle: “Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir gösterge sistemi oluşturur ve dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”

Peki, bu kadar zenginleştirici olmasına rağmen diller neden ölüyor? Bunun iki nedeni var: Birincisi kültür asimilasyonu. Bu, biraz da baskın genlerin diğer genleri minder dışına atması süreci. Teknolojiyi, bilimi, edebiyatı ve bunlarla bağlantılı olarak iletişim/ulaşım kanallarını elinde tutan dil sahipleri diğer dilleri ister istemez baskılıyorlar. Onları öğrenmeye yönelik iştiyak ve ihtiyaç, daha sonraki nesillerde (eğer anadilin kıymetini bilecek bir şuur oluşmamışsa) işini gören dille yetinme ve eskisini terketme sonucunu ortaya çıkarabiliyor.

Bunlar öyle küçük tehditler de değil üstelik. Şu an dünyada 100 milyonun üzerinde konuşmacısı olan 8 dil var: Mandarin, İspanyolca, İngilizce, Bengalce, Hintçe, Portekizce, Rusça ve Japonca. Bunun diğer anlamı şu: Dünya dillerinin %96’sı nüfusun yalnızca %4’ü tarafından konuşulmakta. %4’ünün dili ise %96’sı tarafından konuşuluyor. Michael Krauss’un dillerin yokoloşu hakkındaki tahmini şu: “Herşey bu hızda giderse gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." Meselenin vahametini anlatmak için bir örnek daha alıntılayacağım kitaptan: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”

Asimilasyonun arka planında, teknolojik üstünlüğün aynı zamanda dil üstünlüğünün de kanıtı olduğuna dair bir argüman var. Halbuki Crystal, teknolojik gelişmişliğin dillerin üstünlüğünün delili olamayacağını söylüyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Ancak yine bir Kuzey Amerika dilleri uzmanı olan Marianne Mithun buna şiddetle karşı çıkıyor: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Kitapta buna dair verilen birçok örnek de var. Fakat sanıyorum kültür asimilasyonunun arkasındaki ‘üstün kültür’ tezine en sağlam yumruğu indiren Ezra Pound: "İnsan erdeminin bütünü herhangi bir dilde değildir ve hiçbir dil tek başına insan irfanının tüm şekil ve derecelerini ifade edemez.”

Bu kısımları okurken kitapta benim aklıma gelen ilk şey, Rum sûresinde geçen; “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır" ayet-i kerimesi oldu. Kur’an’da ‘dillerin farklılığının’ ayet olarak zikredilmesi, ayet kelimesinin içeriğini de düşününce daha bir anlamlı geldi. Belki de Allah, farklı dillerle bize dünyayı daha farklı açılardan ve daha farklı esma pencerelerinden okumayı öğretiyordu. Her dil, farklı bir söylemeden önce farklı düşünme biçimiydi ve her dilde biz farklı bir renkte düşünüyorduk. Bu da Ezra Pound’un ‘insan irfanının tüm şekil ve dereceleri’ dediği o çok sesliliği ve renkliliği oluşturuyordu. Yani vahiy, dillerin çok renkliliğiyle barışıktı. Onu ayeti/delili sayıyordu. (Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım. Bir tek dil hayali yok.)

Bu sırada kitapta dikkat çekilen birşey daha hatırıma geldi: Tevrat’ta geçen Babil kulesi hikayesi ele alınırken, bu hikayenin ‘dillerin çokluğunun’ Allahın bir cezası olarak algılanmasına neden olduğunu söylüyordu yazar: “Dil sayısındaki herhangi bir azalmanın bir trajedi olması bir kenara, insanlığın yararına olduğuna dair (her ne kadar yanlış olsa da) yaygın ve rağbet gören bir görüş vardır. Birkaç düşünce bu inancı beslemektedir. Bunlardan biri bazı mitolojilerde yer bulan ama en ünlüsünün Tevrat’taki Babil kulesi hikayesine dayandığı eski gelenektir. Buna göre dünyadaki dillerin çoğalması insanlığa verilen bir cezaydı ve bu cezanın kaldırılması başlangıçtaki mükemmelliğinin bir kısmını geri getirebilirdi." Sanıyorum Hristiyanlıktaki ‘ilk günah’ algısı gibi bu ‘Babil kulesi’ meselesi de Kur’an’ın ışığında analiz edilmeli ve sınanmalı. Çünkü karşımızda dilleri ceza değil, ayet sayan bir Kur’an var.

Kültür asimilasyonu ve teolojik gerekçeler dışında dillerin yokoluşunu hızlandıran en önemli etken; önce sömürü düzeni ve ikinci olarak da ulus-devlet sistemleri. Hâkim kavmin kullandığı dil dışındaki dilleri yasaklayan, yasaklamasa da aşağılayan ve kamusal alanlardan dışlayan bu süreç, dilbilimcilerin cangüvenliğini bile tehdit eden boyutlarda yaşanmış. Bazı dilbilimciler yerel diller hakkında yaptıkları araştırmalar sırasında ‘ayrılıkçılık/ajanlık’ yapmakla bile suçlanmışlar. Kan dökme hadiselerinin de olduğu coğrafyalarda da maalesef azınlıkların seçimi ‘dillerini unutmak’ yönünde olmuş ve dilbilimciler onlarda bu dil şuurunu uyandırmakta zorlanıyorlar.

Fakat yine de Crystal hepten umutsuz değil. Dillerin önemi anlaşıldığında tekrar bir uyanışın ve eski dillere dönüşün olabileceğini söylüyor. Dilbilimcilere düşen: İnsanlar geri dönmeye karar verdiklerinde onlara dillerini tekrar konuşabilmelerini sağlayacak kadar materyal biriktirmek ve sunmak. Dilbiliminin öncelikli amacı bu. Yazımızı kitabın son cümleleriyle bitirelim: “Diller, eşi görülmemiş bir hızda ölüyorlar. Eğer birinci bölümde yer verdiğim tahminler doğruysa, ben bu kitabı yazmaya başladığımdan bu yana altı tane kadarı daha yok oldu." Altı dil! Altı ayet demek. Ayetler katlolunuyor modern zamanlarda ve biz bazen izliyor, bazen de ulusal çıkarlarımıza uygun bulup seviniyoruz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...