“Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.” Dillerin Katli'nden.
Allah, meleklerine Âdem aleyhisselamın, dolayısıyla insaniyetin kemalini 'tâlim-i esma' ile göstermişti. Yani onların bilemedikleri isimleri Âdem efendimiz bilmişti. Maşaallah. Melekler de o kemale insafla secde ettiler. Dille gösterilen büyüklüğü kabul ettiler. Fakat İblis etmedi. Ve İblis o günden beri kelimelerimizi unutturmaya çalışıyor.
Prof. Dr. David Crystal'ın 'Dillerin Katli' isminde bir kitabı var. Altbaşlığı da şöyle: "Bir dilin ölümü bir milletin ölümüdür." Yıllar önce okumak nasip olmuştu. İstifade etmiştim. Hatta, Kur'an'da, 'dillerin farklılığı'nın neden 'ayet' olarak zikredildiğini de daha derin kavramamı sağlamıştı. Mesela bir yerinde deniliyordu ki:
“Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir 'gösterge sistemi' oluşturur. Dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”
Dillerin korunması. Peki ne için? Çünkü 'şahit olduklarımızı anlama' sürecini etkileyenlerden birisi de dillerimiz. Dilimiz varlığı nasıl tasnif ettiğimizi belirleyici bir rol oynuyor. Dilin yaşattığı manalar üzerinden varlık da anlam kazanıyor. Her insan bildiği diller üzerinden düşünebiliyor. İnsanlıksa bilinen bütün diller üzerinden...
“Dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir. (...) Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”
Kitaptan anladığım kadarıyla, 'ulus-devlet sistemini' biraz geriye kaydırırsak, bugün dillerin hayatını tehdit eden üç şey var: 1) Batı merkezli küreselleşme. 2) İlerlemeci tarih anlatımı. 3) Sosyal darwinizm.
Batı merkezli küreselleşme, aslında Batılılaşma, tek kültürün kendini dünyanın her köşesine dayatmasını içerdiğinden, dillerin yokolmasına sebep oluyor: “Herşey bu hızda giderse, gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." İlerlemeci tarih anlayışıysa 'yaşadığımız çağı herşeyin merkezine koyduğu için' uzağında kalanların gözden düşmesine sebep oluyor: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”
Sosyal darwinizmin zararı da diğerlerine benzer nitelikte. Canlılığın hep ileriye gittiği, yani evrimleştiği, gibi yanlış bir itikadı aşıladığı için, mazide kalan herşeye 'maymun işi' muamelesi yapılıyor. Halbuki gerçekler böyle değil. Crystal buna da itiraz ediyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Kuzey Amerika'nın kadim dilleri uzmanı olan Marianne Mithun da kitapta ona destek çıkanlardan: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Yani bir dilin gelişmemiş(!) bir toplum tarafından konuşuluyor olması 'geri bir dil olduğu' anlamına gelmez. Durum tam tersi şekilde de olabilir.
Geniş daireden dar daireye dönersek, işte, bu üç yanlış itikadın Türkiye'deki tezahürü de üçtür kardeşlerim:
1) Müslümanların ortak alfabesi 'İslam harflerine' karşı gösterilen düşmanlık. Evet. Halbuki aynı düşmanlık 'Batı kültürünün ortak alfabesi' sayılan Latin harflerine karşı gösterilmez. Çünkü, yukarıdaki üç yanlış itikad, onları başka yere, İslam harflerini başka yere oturtur. Birisini ileri diğerini geri sayar. 2) Osmanlı Türkçesine karşı gösterilen düşmanlık. Evet. Çünkü, Osmanlı Türkçesi, Türklerin 'yönettikleri coğrafyadaki dilleri yoketme' saikiyle değil, 'onları da dillerine katarak zenginleşme' arzusuna mebnidir. Halbuki, yukarıdaki üç yanlış itikad, coğrafyayla bütünleşmeyi değil, Batı adına onları evvela kendisi yoketme saikini aşılamaktadır. 3) Arapçaya, Kürtçeye vs. düşmanlık. Evet. Çünkü, yine yukarıdaki üç yanlış itikada göre, Avrupa ilerisidir, Asya gerisidir. O yüzden Arapça veya Kürtçe vs. konuşmak 'maymun dili konuşmak' mesabesindedir. Evrimde geriye doğru uzanmaya çalışmaktır.
Türkiye'de dil üzerinden yaşanan tartışmalar ağırlıklı olarak bu zeminde şekillenir. O yüzden esnaf tabelalarına da muameleler farklı olur. (Herhangi bir Batı dilindeyse dokunulmaz. Ama Asyalı dilindeyse heran operasyon çekilebilir.) Sokakta konuşulması da yine farklı tepkilerle karşılanır. Hülasa: Bu ülkenin insanlarının zihnine öyle operasyon çekilmiştir ki, bin yıllık cihad arkadaşlarının dilini küçümser, ama bin yıldır düşmanlıktan başka birşey görmediği Avrupalının dilini baştacı eder. Ahirzaman böyle garip bir vakittir. İmtihanı böyle ağır bir imtihandır. Müslümanı müslümana dövdürür. Tarlanın taşıyla tarlanın kuşunu öldürür.
Halbuki, meseleye birazcık ilmî endişeyle bakan birisi için, Asya'nın aşağılanacak hiçbir tarafı yoktur. Bilakis, anlaşılırsa, zenginliğin hakikatine sahip olduğu farkedilir. Mesela: Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Sohbetleri kitabında, merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca, meşhur şarkiyatçılardan Helmutt Ritter'in (ki aynı zamanda hocasıdır) Arapça yazımı hakkında 'üç vitesli yazı' diyerek büyük iltifatlarda bulunduğunu, Latin alfabesini de "Bu eşek sür'atinde gidiyor!" diye küçümsediğini aktarır:
"(Noktasız yazı) Bu âlimler vitesidir, diyor. Kütüphanelerdeki kitapların bir kısmı böyle. Onları ancak âlimler okuyabilir. İkinci viteste ise noktalı ama harekesiz yazarsınız. Okumada da yazmada da ikinci vitestir. Bu umumiyetle halk için geçerli bir vitestir. Üçüncüsündeyse noktalı ve harekeli yazarsınız. Okurken hata varsa çok kolay farkedersiniz. Fakat yazmak zaman alır. Bu üçüncü vitestir. Hocam Helmutt Ritter bunu söyledikten sonra bir kağıt aldı ve kağıda kendi ismini, Latin harfleriyle 'Ritter' yazdı. 'Bu eşek süratiyle gidiyor!' dedi ve ekledi: 'Bu da eşek vitesidir!' Arapça'daki viteslerle kitaplar müthiş bir süratle yazılıyordu."
Son ilave olarak, Bediüzzaman Hazretlerinin Lem'alar'da dikkatleri çektiği, birşeyden daha bahsedeceğim: O da İslam harflerinin 'çağrışım dünyası'dır. Evet. İslam harfleri müslümanların maneviyatından neşet ediyor. O dünyadan çıktığı için, yine o dünyayı çağrıştırıyor, hatırlatıyor, dürtüyor. Bir müslüman onları gördüğünde ister-istemez manevî tetiklenmeler yaşıyor. Şuurunda olsun veya olmasın. Harfler yapacağını yapıyor. Halbuki Latin alfabesi böyle bir yeteneğe sahip değildir. Onları gördüğümüzde ne Allah'ı, ne Peygamberi, ne İslam'ı hatırlarız.
"(...) hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kur'ân hurûfâtı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek, o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir."
Bunlar okunması, yazması, hatta bakılması bile 'başka' olan şeyler. Latin alfabesine bakmak, bir müslüman için, İslam harflerine bakmakla bir değil. Aynı tellere dokunmuyor. Aynı şifreleri çözmüyor. Aynı şiiri söylemiyor. Aynı musikiyi terennüm etmiyor. Kur'an'da anılan huruf-i mukatta belki de bizi harflerin bu yanına uyandırma hikmeti de güdüyor. Tek tek bile hikmeti var onların yani. Tek tek bile kıymetliler. Tek tek bile manidarlar. O sebeple yerlerine başkasını yerleştirmekle doğru yapılmaz. Elbise olsa değiştirilir fakat derimiz asla değiştirilemez.
Bazen düşünüyorum: Bu kemalistler, bir açıdan bakınca çok aptallar, ama başka açıdan da çok zekiler. Evet. Manevî dünyamızı ayakta tutan şeylerin köküne kibrit suyu dökmede pek mahir davranmışlar. İlk kılıçlarını şeairlere sallamışlar. Kodlarımızla oynamışlar. Çağrışımlarla dahi olsun müslüman ruhunu en geniş dairede besleyen şeylerin ensesine çökmüşler. Bugünkü avaneleri de aynı yolda ilerliyorlar. Nerede görseler sataşıyorlar.
Öyle. İslam harflerinin, Arapçanın, Osmanlıcanın, müslüman dillerinin, müslümanca kelimelerin Tek Parti döneminde tam bir zorbalıkla hayatımızdan sökülüp atılmaya çalışılmasında şeytanî bir zeka kendisini hissettiriyor. Bu zeka, bilfiil uygulayanların başlarında değilse bile, kesinlikle arkalarında bir yerlerdedir. Kulaklarına fısıldanmıştır. Ajandalarına yazılmıştır. Onlar da ödev verilen bu dersleri tekmil etmişlerdir herhalde. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüşdümüzü yeniden ilham eylesin. Kemalimizi tekrardan iade eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.
iblis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iblis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Eylül 2024 Pazartesi
4 Nisan 2017 Salı
İnsan iblisten neler öğrenmeli?
"Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 20. Söz'den.
Ben böyle anlıyorum. Mürşidimin 20. Söz'deki izahlarında da bunu anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Hz. Âdem aleyhisselama meleklerin secde etmesi ve şeytanın bundan sakınması kıssasında şöyle bir ders veriliyor bizlere: Kainat genel olarak insanın yanındadır. Varlık umumen insanın hayrınadır. 'Şey'ler insanla düşman olmaya değil dost olmaya çalışır. Müekkel melekleri insana secde ettikleri gibi, o şeyler de, yaptıkları hizmetlerle insanın varoluşuna secde ederler. Yani yardım ederler. Yani hizmet ederler. Yani bir bütünün parçalarıdırlar ve insan şirretlik yapmadığı (şeytana uymadığı) sürece uyumlu çalışırlar. Fakat iblis öyle değildir. Fakat iblis istisnadır. Fakat iblis cüz'îdir.
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Muhakemat'ta mürşidime şöyle söylettiren belki de bu kıssadan okuduğu sırdır: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Hakikaten de, varlığımızı devam ettirmemiz, bu cümlelerin işaret ettiği hakikate bağlıdır. İnsan gibi zayıf bir canlının binlerce yılı aşkın bir ömrü ve milyarları aşkın bir bereketi olması ancak varlıkla arasındaki bu uyum ile açıklanabilir. Melekler ve onların sorumlu oldukları şeyler insanın yanındadır ki, insan, kendi aczine rağmen varlık serüvenini sürdürebilmektedir.
Bu, aynı zamanda, Hz. Âdem aleyhisselama daha yolun başındayken yaşatılanın, Cenab-ı Hakkın ona (ve onun üzerinden oğullarına/kızlarına) bir algı dersi verdiğini gösteriyor. İnsan kendisinden önce varolanlara nasıl bakmalı? Veyahut beraber varlık sahasında yeraldığı diğer şeylerle nasıl bir ilişki kurmalı? Onlarla kurduğu mecburî bağda hangi önyargılara sahip olmalı? Suizan mı etmeli? Yoksa hüsnüzan mı kuşanmalı? Ötekilerini düşman görüp kafasına ve keyfine göre bozmaya/düzenlemeye mi çalışmalı? Yoksa zaten dost olduklarını düşünüp mümkün olduğunca zarar vermeyerek aradaki sıcaklığı mı korumalı?
Hz. Âdem aleyhisselama verilen dersin içeriğinde varlığın kendisinin yanında/uyumlu olduğu şuurunu edinmek ve korumak da var. Melek kardeşler, talim-i esma ile, 'sonra varolanın önce varolanları geçebileceğini' öğrenirlerken; Hz. Âdem aleyhisselam da 'sonra varolmanın önce varolanlarla düşman olmayı gerektirmediğini' öğreniyor. Burada dersini kaçıran tek kişi var. O da İblis.
İblis varlık sahasında 'sonradan gelen' olarak gördüğü insana pek kötü bir asabiyetle/milliyetçilikle yaklaşıyor. Kendisinin ateşten yaratılmasını bir üstünlük vesilesi saydığı gibi, (Çünkü, Allahu'l-alem, ateş topraktan çok daha önce kainatta vardı. Dünyamız gibi gezegenler soğumalarından önce birer ateş topu idiler. Yaratılıştaki bu durum, iblise, 'önce yaratılanın kıdemli olması gerektiğini' düşündürmüştü. Tıpkı bugün dünyanın değişik yerlerinde evsahibi halkların mülteci veya muhacir halklar hakkında düşündükleri gibi.) 'önce yaratılan' olmasını da bir üstünlük vesilesi saymıştı. Fakat hayır öncelikte-sonralıkta değil Allah'ın seçtiğinde idi. İblis de bunu öğrenecekti.
İblisin dersini alamayışı da bizim için bir ders oldu. Sayısız sayıda melek dostumuz yanında artık bir iblis düşmanımız var. Yani; hayır küllî, ama şer cüz'î. Hayatımızdaki herşeye akseden bir yönü var Hz. Âdem kıssasının. Mesela: Ateşin insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarına vesile kılanlar için zararı da var. Bıçağın insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarla kullananlar için zararı da var. Yağmurun saymakla bitmeyecek faydaları var. Ancak evini dere kenarına yapanlar için zararı da var. Yani varlık; tıpkı melek kardeşlerimizin atamız Hz. Âdem aleyhisselama secde ettiği gün olduğu gibi, genel olarak yanımızda ve hayrımıza; ancak bazı kötü niyetler, ihmaller, aceleler, hırslar, nefretler ve arzular küçük şerlerle muhatap olmamıza sebep oluyor.
İblis bizi kendisi gibi parçalarda boğuyor. Sabah gözlerinizi açmanızdan tutun akşam kapamanıza kadar size yardım eden, akışında giden, intizamını bozmayan, yanınızda olan milyonlarca detay var. Hayatınız bu sayede devam ediyor. Ancak siz yalnız kaçırdığınız otobüse bakıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Psikolojik sıkıntıların çoğu da bu 'parçada boğulma'lardan dolayı yaşanıyor. Halbuki Rahman ve Rahim olan sahibimiz bize daha yolun en başında şunu öğretmedi mi? Melekler arkadaşımızdır. Ve onların sorumlu oldukları varlıklar genel olarak bizim yanımızda ve yardımcımızdır. Bize secde ederler ve cidden severler. O halde iblisçiklerin itaatsizliklerine takılıp moral bozmak niye? Büyük resme baksak ya biraz? Yani Hz. Âdem kıssasının öğrettiği büyük resme...
Ben böyle anlıyorum. Mürşidimin 20. Söz'deki izahlarında da bunu anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Hz. Âdem aleyhisselama meleklerin secde etmesi ve şeytanın bundan sakınması kıssasında şöyle bir ders veriliyor bizlere: Kainat genel olarak insanın yanındadır. Varlık umumen insanın hayrınadır. 'Şey'ler insanla düşman olmaya değil dost olmaya çalışır. Müekkel melekleri insana secde ettikleri gibi, o şeyler de, yaptıkları hizmetlerle insanın varoluşuna secde ederler. Yani yardım ederler. Yani hizmet ederler. Yani bir bütünün parçalarıdırlar ve insan şirretlik yapmadığı (şeytana uymadığı) sürece uyumlu çalışırlar. Fakat iblis öyle değildir. Fakat iblis istisnadır. Fakat iblis cüz'îdir.
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Muhakemat'ta mürşidime şöyle söylettiren belki de bu kıssadan okuduğu sırdır: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Hakikaten de, varlığımızı devam ettirmemiz, bu cümlelerin işaret ettiği hakikate bağlıdır. İnsan gibi zayıf bir canlının binlerce yılı aşkın bir ömrü ve milyarları aşkın bir bereketi olması ancak varlıkla arasındaki bu uyum ile açıklanabilir. Melekler ve onların sorumlu oldukları şeyler insanın yanındadır ki, insan, kendi aczine rağmen varlık serüvenini sürdürebilmektedir.
Bu, aynı zamanda, Hz. Âdem aleyhisselama daha yolun başındayken yaşatılanın, Cenab-ı Hakkın ona (ve onun üzerinden oğullarına/kızlarına) bir algı dersi verdiğini gösteriyor. İnsan kendisinden önce varolanlara nasıl bakmalı? Veyahut beraber varlık sahasında yeraldığı diğer şeylerle nasıl bir ilişki kurmalı? Onlarla kurduğu mecburî bağda hangi önyargılara sahip olmalı? Suizan mı etmeli? Yoksa hüsnüzan mı kuşanmalı? Ötekilerini düşman görüp kafasına ve keyfine göre bozmaya/düzenlemeye mi çalışmalı? Yoksa zaten dost olduklarını düşünüp mümkün olduğunca zarar vermeyerek aradaki sıcaklığı mı korumalı?
Hz. Âdem aleyhisselama verilen dersin içeriğinde varlığın kendisinin yanında/uyumlu olduğu şuurunu edinmek ve korumak da var. Melek kardeşler, talim-i esma ile, 'sonra varolanın önce varolanları geçebileceğini' öğrenirlerken; Hz. Âdem aleyhisselam da 'sonra varolmanın önce varolanlarla düşman olmayı gerektirmediğini' öğreniyor. Burada dersini kaçıran tek kişi var. O da İblis.
İblis varlık sahasında 'sonradan gelen' olarak gördüğü insana pek kötü bir asabiyetle/milliyetçilikle yaklaşıyor. Kendisinin ateşten yaratılmasını bir üstünlük vesilesi saydığı gibi, (Çünkü, Allahu'l-alem, ateş topraktan çok daha önce kainatta vardı. Dünyamız gibi gezegenler soğumalarından önce birer ateş topu idiler. Yaratılıştaki bu durum, iblise, 'önce yaratılanın kıdemli olması gerektiğini' düşündürmüştü. Tıpkı bugün dünyanın değişik yerlerinde evsahibi halkların mülteci veya muhacir halklar hakkında düşündükleri gibi.) 'önce yaratılan' olmasını da bir üstünlük vesilesi saymıştı. Fakat hayır öncelikte-sonralıkta değil Allah'ın seçtiğinde idi. İblis de bunu öğrenecekti.
İblisin dersini alamayışı da bizim için bir ders oldu. Sayısız sayıda melek dostumuz yanında artık bir iblis düşmanımız var. Yani; hayır küllî, ama şer cüz'î. Hayatımızdaki herşeye akseden bir yönü var Hz. Âdem kıssasının. Mesela: Ateşin insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarına vesile kılanlar için zararı da var. Bıçağın insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarla kullananlar için zararı da var. Yağmurun saymakla bitmeyecek faydaları var. Ancak evini dere kenarına yapanlar için zararı da var. Yani varlık; tıpkı melek kardeşlerimizin atamız Hz. Âdem aleyhisselama secde ettiği gün olduğu gibi, genel olarak yanımızda ve hayrımıza; ancak bazı kötü niyetler, ihmaller, aceleler, hırslar, nefretler ve arzular küçük şerlerle muhatap olmamıza sebep oluyor.
İblis bizi kendisi gibi parçalarda boğuyor. Sabah gözlerinizi açmanızdan tutun akşam kapamanıza kadar size yardım eden, akışında giden, intizamını bozmayan, yanınızda olan milyonlarca detay var. Hayatınız bu sayede devam ediyor. Ancak siz yalnız kaçırdığınız otobüse bakıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Psikolojik sıkıntıların çoğu da bu 'parçada boğulma'lardan dolayı yaşanıyor. Halbuki Rahman ve Rahim olan sahibimiz bize daha yolun en başında şunu öğretmedi mi? Melekler arkadaşımızdır. Ve onların sorumlu oldukları varlıklar genel olarak bizim yanımızda ve yardımcımızdır. Bize secde ederler ve cidden severler. O halde iblisçiklerin itaatsizliklerine takılıp moral bozmak niye? Büyük resme baksak ya biraz? Yani Hz. Âdem kıssasının öğrettiği büyük resme...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...