Sözler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sözler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2021 Pazartesi

Neden 10'dan önce 9 var?

Bazen külliyattaki sıralamalar kafama takılıyor arkadaşım. Kendime soruyorum: "Neden o bunun öncesine-sonrasına konulmuş?" Mesela: "9. Söz neden 10. Söz'den önce?" Rakamlara aldanma. İş bu kadar basit değil. Mevzu başka. Hatta bambaşka. Duymuşsundur. 10. Söz, yani Haşir Risalesi, 9. Söz'den çok daha önce yazılmış. Üstelik birisi 'namazın beş vakte tahsisinin hikmetlerini' anlatırken diğeri 'öldükten sonra diriliş hakikatini' izah ediyor. Daha doğrusu isbat ediyor. Delillendiriyor. Aynen. Derdimi özetlersem: Zâhirî nazarla bakınca 9. Söz ile 10. Söz arasında pek irtibat kurulamıyor. Hangi münasebetle müellifin onları peşpeşe sıraladığı kavranamıyor. Ancak ism-i Hakîm'e mazhariyeti beyanıyla/telifiyle sabit bir mürşidin ayakizlerini takip ederken de gönül cevapsızlıkla yetinemiyor. Kanı kaynıyor. Kıpraşıyor. İlla arıyor. Araştırıyor. Dualanıyor. Evet. Doğru tahmin ettin. Aranmak, araştırmak, meraklanmak da duadır. Cevaplarsa o Rahman u Rahîm'in keremidir. İhsanıdır. Bağışıdır. Hatta say ki beklentinin kendisi de bir tür duadır. Yani, hangi şey için Rabbinden beklentiye girdin, dilsiz-sessiz bir dua ettin.

İşte, elhamdülillah, ben de şu duamla bugünlerde bir akçe kazanmış olabilirim arkadaşım. Neden olmasın? Dilencinin düşkünlüğüne değil Sultan'ın cömertliğine bakmalı böyle işlerde. Muhtacın hakareti Padişahın büyüklüğüne neyler? Hâşâ. Lütfettiği küçüldükçe keremi izzetlenir, azametlenir, büyüklenir Onun. Karıncanın sesini işitmek Süleymanlıktan eksiltir miymiş hiç? Aksine Şems'in şanıdır zerrecikten de karanlığı kovalamak. Akçem harcamakla da tükenmez üstelik. Çünkü hikmet akçesi. Bağışlandıkça çoğalır. Dağıtıldıkça artar. Ne mutlu bana. Ne mutlu avuçlarıma. Ne mutlu dilenciye. Fakat sen sevincime kanma da yazdıklarıma dikkatle kulak ver arkadaşım. Lütf-i Yezdan'a kavuşmuşluğun neşesinden avuçlarımı öpmekle meşgulüm. Belki de camı elmas sanıyorum. Herhalde acelemden karıştırdığım da olacak. Ben dağıtırsam sen merhametinle toparla. Müşteri nazarıyla incele. Fakat dostluğun hatırını da unutma. İnci bulursan alırsın. Helali hoş olsun. Yoksa kabahat benimdir. Denizlere küsme. Kabuğu kibarca geri yolla. Zamanından önce çıkarmam hazinesinden etti onu belli ki. Beklesem inci olacaktı. Beklememem ziyan etti. Yine de sen gavvassın. Gavvasın denize küsmesi caiz değildir.

Aman. Eyvah. Ve de tüh. Lafı ne kadar uzattım öyle. Hiç de uyarmıyorsun. Belli ki arkadaşına pek kıymıyorsun. O halde ben kendime kıyayım da hemen sadede koşayım. Hatta bir soru kardeş kolaylasın zorumuzu: "Haşir Risalesi'nin sertacı olan Rûm sûresinin 50. ayeti bizi hangi 'kanun'a uyandırıyor?" Kısa bir mealini alıntılarsam yanıtlarsın belki: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir." Evet. Doğru bildin. Bu ayet bizi 'haşrin kanuniyetine' uyandırıyor. Büyük resmin her parçasındaki nümunelerini görmeye özendiriyor. Ne demek bu? Açayım: Yani 'diriliş hakikati' sadece kıyametten sonra yaşanacak birşey değil. O aslında her an yaşanıyor. Her dairede tecelli ediyor. Tazelenen her aynada okunuyor. Her fanilik kendince/varlığınca bir haşrin döngüsünde. Bizim, yani insan türünün, haşri bu kanunun en ahirki parçası sadece. Bir nevi tamamlanması. Son halkanın bağlanması. Nasıl ki varlığın hikmeti insanın hilkatiyle, dünyaya gönderilişiyle, imtihanıyla tamamlanıyor; aynen öyle de; dirilişin kanuniyeti de en ahirki parçanın tekrar hayata dönmesiyle tamamlanıyor. Yaşanacak aslında bundan ibaret.

Bediüzzaman Hazretleri de eseri boyunca bize hep varlığın içindeki haşirleri gösteriyor. Elbette Furkan'ın irşadıyla oluyor bu göstermeler. Ağaçlar nasıl diriliyorsa sen de öyle dirileceksin. Tohumlar mazilerini nasıl sinelerinde saklıyorlarsa senin de sırrın saklanıyor. Özetle: Baharı iktiza eden rahmet yine iktiza ediyor ki: Varlığın kıymetlisi, misal-i musağğarı, halifesi, sanatlısı insan da kışında kalmasın. Tekrar varlığa çağrılsın. Rahmaniyetle muhatap olsun. Yine bahara imkan veren kudret mümkün kılıyor ki: Milyonlarca türü bir baharda, bir dünyada, bir toprakta, birkaç günde haşreden Kadîr-i Zülcelal, tek bir insan türünü de pekâlâ haşretsin. Hem de kolaylıkla haşretsin. Çünkü baharda yaşananlar Onun diriltme gücünün sonsuzluğuna bir şahit. Yani ki arkadaşım: Bunlar aynı kanunun parçaları. Yansımanı farklı renkleri. Tonları. Dolayısıyla olabilirliğinin/gerekliliğinin delilleri. Hem iktiza hem imkan var bu okumalarda.

Newton nasıl yerçekimini büyük resme taşıyarak kütle çekim yasasını buldu. Yani Galileo'nin dünya hakkındaki keşfini bütün uzaya yaydı. Yayıldığını gördü. Cenab-ı Hakkın irşadıyla insanoğlu da haşir kanununun bütün mekanlara/zamanlara yayıldığını keşfetti. Rum sûresinin 50. ayeti 'bahar' ile 'haşir' ilgisini kurarak bizim gözümüzü bu kanuniyete açtı. Bediüzzaman Hazretleri de bu dersi cümle tazelenmelere taşıdı. Hatta dedi: "Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar." Devamında da ekledi: "Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah'ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar."

Dur yahu. Hızlı gitme. Bu satırlar sana tanıdık gelmedi mi? Buna benzer birşey 9. Söz'de de geçiyordu: "Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar." Aaaa! Gördün mü bak. 10. Söz ile 9. Söz birbirine nasıl bir yerden bağlandı. Vay be arkadaşım! Maşaallah. Meğer gözümüz kanuniyet okumalarına 9. Söz'de alıştırılmaya başlanmış. Ne üzerinden? Namaz vakitleri üzerinden. Saatin milleri misalinden. 9. Söz bize namaz vakitlerini birer kanun olarak okumayı öğretmiş. Sonra da 10. Söz bunun üstüne Rum sûresinin tefsirini bina etmiş. Yani biz birbiriyle alakasız şeyler okumuyormuşuz. Ya? Usûlünde birbirine bakan yüzleri-yöntemleri olan iki metinle muhatapmışız. Hatta biraz daha cesaretle diyebilirim ki ben: 9. Söz'de nükteler boyunca yapılan pratiğin Haşir Risalesi'ne hazırlık olmak gibi bir misyonu da var. Olabilir. Zira bence Bediüzzaman hiçbir eserine numaralarını/yerlerini boşyere vermiyor.

Şimdi "Ne alaka?" diyebilirsin. Lakin dokunmadan edemeyeceğim. Fussilet sûresinin 47. ayeti gibi ayetlerde de böyle bir yan yok mu sence? Kısa bir mealini alıntılayayım: "Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi Ona havale edilir. Meyveler tomurcuklarından ancak Onun bilgisi altında çıkar. Dişi ancak Onun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur. Allah onlara 'Nerede bana ortak koştuklarınız?' diye seslendiği gün şöyle derler: 'Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok.'" Evet. Kıyamet bir yıkım olduğu kadar doğumdur da. Dünyanın yıkımıdır. Doğrudur. Fakat ahiretin de doğumudur. Ve her doğum sancılı olur. Cenab-ı Hak da bu yıkım-doğum ilgisini 'tomurcuk' ve 'doğum' tecellileriyle hatırlatır. Hem de kıyametten yüreğimize gelen sıkleti alır. Evet. Tomurcuğun sıkıntısı meyvelenmek içindir. Annenin sancısı doğurmak içindir. Varlığın kıyametle yaşayacağı sarsıntı da bu kanunun en büyük tecellisi sayılamaz mı? Yani kıyamet de, tıpkı haşir gibi, varlıkta işlemekte olan bir kanun olarak görülemez mi? Burada da 'saatin milleri' gibi bir ilgi yok mu?

Arkadaşım, birşeyi daha Allahu'l-a'lem kaydıyla diyeyim, avuçlarında tutuver. İşte bu eşikten bakınca ayetin ahirindeki soru-cevap faslı bana ayrıca hikmetli geliyor. Hak Teala dünyadaki tecellileri ile kıyametin uyumunu gösterdikten sonra müşriklere kendi itikadları-amelleri ile evrenin uyumsuzluğunu böyle gösteriyor: Kıyamet koptu. Vehmettiğiniz şirk kanununun tecellisini-tamamlanmasını görüyor musunuz? Hakikati olduğunu sanrıladığınız şeyin eseri, göstergesi, işareti varlıkta bulunuyor mu? Cevapları argümanlarının ne kadar kof olduğunu da ortaya koyuyor aslında: "Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok." Şimdi mü'minin imanının bir farkını da buradan derket arkadaşım: Bizim iman ettiğimiz herşeyin bu dünyada nümuneleri var. Eserleri var. İzleri var. İşaretleri var. Yansımaları var. Çünkü onlar herşeyi yaratan Allah'ın tevhid bütünlüğündeki kanunlarının parçaları. Aynı Esmaü'l-Hüsna'nın delilleri. Elhamdülillah. Bu yüzden bizim imanımız burhan üzerine yükseliyor. Kâfirlerin dalaletleri ise vehimden ibaret kalıyor. Eh, evet, bu yazı da bitti. Avucumdaki akçe artık senin de avucunda. Ama bak. Benimki de hâlâ duruyor. Bu da sonsuzluğa bir delil sayılmaz mı arkadaşım?

4 Nisan 2017 Salı

İnsan iblisten neler öğrenmeli?

"Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 20. Söz'den.

Ben böyle anlıyorum. Mürşidimin 20. Söz'deki izahlarında da bunu anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Hz. Âdem aleyhisselama meleklerin secde etmesi ve şeytanın bundan sakınması kıssasında şöyle bir ders veriliyor bizlere: Kainat genel olarak insanın yanındadır. Varlık umumen insanın hayrınadır. 'Şey'ler insanla düşman olmaya değil dost olmaya çalışır. Müekkel melekleri insana secde ettikleri gibi, o şeyler de, yaptıkları hizmetlerle insanın varoluşuna secde ederler. Yani yardım ederler. Yani hizmet ederler. Yani bir bütünün parçalarıdırlar ve insan şirretlik yapmadığı (şeytana uymadığı) sürece uyumlu çalışırlar. Fakat iblis öyle değildir. Fakat iblis istisnadır. Fakat iblis cüz'îdir.

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Muhakemat'ta mürşidime şöyle söylettiren belki de bu kıssadan okuduğu sırdır: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Hakikaten de, varlığımızı devam ettirmemiz, bu cümlelerin işaret ettiği hakikate bağlıdır. İnsan gibi zayıf bir canlının binlerce yılı aşkın bir ömrü ve milyarları aşkın bir bereketi olması ancak varlıkla arasındaki bu uyum ile açıklanabilir. Melekler ve onların sorumlu oldukları şeyler insanın yanındadır ki, insan, kendi aczine rağmen varlık serüvenini sürdürebilmektedir.

Bu, aynı zamanda, Hz. Âdem aleyhisselama daha yolun başındayken yaşatılanın, Cenab-ı Hakkın ona (ve onun üzerinden oğullarına/kızlarına) bir algı dersi verdiğini gösteriyor. İnsan kendisinden önce varolanlara nasıl bakmalı? Veyahut beraber varlık sahasında yeraldığı diğer şeylerle nasıl bir ilişki kurmalı? Onlarla kurduğu mecburî bağda hangi önyargılara sahip olmalı? Suizan mı etmeli? Yoksa hüsnüzan mı kuşanmalı? Ötekilerini düşman görüp kafasına ve keyfine göre bozmaya/düzenlemeye mi çalışmalı? Yoksa zaten dost olduklarını düşünüp mümkün olduğunca zarar vermeyerek aradaki sıcaklığı mı korumalı?

Hz. Âdem aleyhisselama verilen dersin içeriğinde varlığın kendisinin yanında/uyumlu olduğu şuurunu edinmek ve korumak da var. Melek kardeşler, talim-i esma ile, 'sonra varolanın önce varolanları geçebileceğini' öğrenirlerken; Hz. Âdem aleyhisselam da 'sonra varolmanın önce varolanlarla düşman olmayı gerektirmediğini' öğreniyor. Burada dersini kaçıran tek kişi var. O da İblis.

İblis varlık sahasında 'sonradan gelen' olarak gördüğü insana pek kötü bir asabiyetle/milliyetçilikle yaklaşıyor. Kendisinin ateşten yaratılmasını bir üstünlük vesilesi saydığı gibi, (Çünkü, Allahu'l-alem, ateş topraktan çok daha önce kainatta vardı. Dünyamız gibi gezegenler soğumalarından önce birer ateş topu idiler. Yaratılıştaki bu durum, iblise, 'önce yaratılanın kıdemli olması gerektiğini' düşündürmüştü. Tıpkı bugün dünyanın değişik yerlerinde evsahibi halkların mülteci veya muhacir halklar hakkında düşündükleri gibi.) 'önce yaratılan' olmasını da bir üstünlük vesilesi saymıştı. Fakat hayır öncelikte-sonralıkta değil Allah'ın seçtiğinde idi. İblis de bunu öğrenecekti.

İblisin dersini alamayışı da bizim için bir ders oldu. Sayısız sayıda melek dostumuz yanında artık bir iblis düşmanımız var. Yani; hayır küllî, ama şer cüz'î. Hayatımızdaki herşeye akseden bir yönü var Hz. Âdem kıssasının. Mesela: Ateşin insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarına vesile kılanlar için zararı da var. Bıçağın insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarla kullananlar için zararı da var. Yağmurun saymakla bitmeyecek faydaları var. Ancak evini dere kenarına yapanlar için zararı da var. Yani varlık; tıpkı melek kardeşlerimizin atamız Hz. Âdem aleyhisselama secde ettiği gün olduğu gibi, genel olarak yanımızda ve hayrımıza; ancak bazı kötü niyetler, ihmaller, aceleler, hırslar, nefretler ve arzular küçük şerlerle muhatap olmamıza sebep oluyor.

İblis bizi kendisi gibi parçalarda boğuyor. Sabah gözlerinizi açmanızdan tutun akşam kapamanıza kadar size yardım eden, akışında giden, intizamını bozmayan, yanınızda olan milyonlarca detay var. Hayatınız bu sayede devam ediyor. Ancak siz yalnız kaçırdığınız otobüse bakıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Psikolojik sıkıntıların çoğu da bu 'parçada boğulma'lardan dolayı yaşanıyor. Halbuki Rahman ve Rahim olan sahibimiz bize daha yolun en başında şunu öğretmedi mi? Melekler arkadaşımızdır. Ve onların sorumlu oldukları varlıklar genel olarak bizim yanımızda ve yardımcımızdır. Bize secde ederler ve cidden severler. O halde iblisçiklerin itaatsizliklerine takılıp moral bozmak niye? Büyük resme baksak ya biraz? Yani Hz. Âdem kıssasının öğrettiği büyük resme...

8 Nisan 2015 Çarşamba

Nurcuların Esmaü’l-Hüsna’ya böyle bir borcu yok mu?

“Rahmân çocuk edindi, dediler. O böyle şeylerden uzaktır, yücedir.”

(Enbiya sûresi, 21.)

Hep dikkatimi çekmiştir arkadaşım. Enbiya sûresinde ‘Rahman evlat edindi’ diyenlere cevap verilirken Allah’ın Subhaniyet’i hatırlatılır. Yani bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Meallendirmeye çalışanlar da zaten o ifadeyi bir nebze tefsir ederler. (Tıpkı yukarıda alıntıladığım gibi.) Allah sadece Rahman değildir. Ya? Rahman ve de Subhan’dır. Hadi, Rahman’a (haddiniz olmayarak) bu kusuru yakıştırdınız, bu acayibin acayibi ayıbı işlediniz, ama unuttunuz da, Subhaniyet’iyle bundan münezzehtir O. Çünkü çocuk edinmek, öyle birşeye ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.

Biricikliğinde yetinemeyen evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah olamaz. (İhtiyaç duyduğu şey Onun ilahı olur.) Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur.

Evet, arkadaşım, Allahu’l-a’lem kaydıyla konuşayım. Sen de sözlerime o dikkatle kulak ver. Beğenirsen al. Beğenmezsen bırak. Okumamın özeti şudur: Hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, mürşidimin, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini düşünüyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini farketmiş olmalı! Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:

“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Yani Yeni Said döneminde söylüyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”

Sair metinlerinde de bu geçişgenliğin derslerini görüyoruz. Mesela yine diyor ki: “Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”

Uzatmayayım. Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de bulabilir, gösterebilirsiniz. Asıl dikkat çekmek istediğim ise şu benim:

İtiraf ederim. Risale-i Nur okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. (Esma-i Hüsna’ya dair okuduğum sair eserler de mezkûr temayülü vermemişti.) Onları tek tek düşünüyordum. Tek tek tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.

‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden olduğuna dikkat çekiyor:

“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”

Bence şirk de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyor. Allah’ın isimlerine dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı Zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?

Eğer bir ezbercilikten söz edeceksek, evet, Esma-i Hüsna’yı bu şekilde kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Daralmaya daralıyordum. Çölleşmenin farkındaydım. Fakat duvarların şeffafiyetini de kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.

Şimdi bu pencereden bakınca Nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”

Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...