23 Ağustos 2014 Cumartesi

Ayetlerin katli

“Duyuyor musunuz? Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada kullanamazsınız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız. Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız! Kanuna aykırı. Sadece başkentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o. Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena cezalandırılırsınız. Bu askeri bir emir. Kanun bu. Diliniz yasak. Ölü. Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin diliniz artık yok.” (Harold Pinter, Dağlı Dili Oyunu'ndan.)

TRT’de yayınlanan Misafir Yerliler belgeselinin bir bölümünde, şimdi ismini anımsayamadığım (Google’daki aramalarımla da bir sonuca ulaşamadım) Fransız bir görsel yönetmen (öyle hatırımda kalmış) Türkçeyi konuşmakta yaşadığı güçlük için şöyle bir benzetmede bulunuyordu: “Fransızca ve Türkçe iki farklı dil değil, iki farklı düşünme biçimi.” İlk işittiğimde beni sadece gülümseten bu tesbit, yakın zamanda okuduğum Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür isimli eserle üzerinde düşünülesi bir hal aldı. Kitabın yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, önsözüne de alıntıladığı, aslı Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta için şöyle bir öngörüde bulunuyordu: “Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.”

Peki, dillerin yokoluşu, daha doğrusu; asimilasyon neticesinde katledilmesi neden bir kayıp olsun? Bunu kitapta Amerikan Dilbilim Cemiyeti’nin 1994 yılında yayınlandığı ilke raporundan bir alıntıyla izah ediyor Crystal: “İnsan dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa, dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir." Benzer bir izah yine genetik ile bağlanarak yapılıyor: "Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”

Rus yazar Vyaceslav Ivanov’un dil zenginliğinin entelektüel gücü hakkındaki düşüncesi ise şöyle: “Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir gösterge sistemi oluşturur ve dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”

Peki, bu kadar zenginleştirici olmasına rağmen diller neden ölüyor? Bunun iki nedeni var: Birincisi kültür asimilasyonu. Bu, biraz da baskın genlerin diğer genleri minder dışına atması süreci. Teknolojiyi, bilimi, edebiyatı ve bunlarla bağlantılı olarak iletişim/ulaşım kanallarını elinde tutan dil sahipleri diğer dilleri ister istemez baskılıyorlar. Onları öğrenmeye yönelik iştiyak ve ihtiyaç, daha sonraki nesillerde (eğer anadilin kıymetini bilecek bir şuur oluşmamışsa) işini gören dille yetinme ve eskisini terketme sonucunu ortaya çıkarabiliyor.

Bunlar öyle küçük tehditler de değil üstelik. Şu an dünyada 100 milyonun üzerinde konuşmacısı olan 8 dil var: Mandarin, İspanyolca, İngilizce, Bengalce, Hintçe, Portekizce, Rusça ve Japonca. Bunun diğer anlamı şu: Dünya dillerinin %96’sı nüfusun yalnızca %4’ü tarafından konuşulmakta. %4’ünün dili ise %96’sı tarafından konuşuluyor. Michael Krauss’un dillerin yokoloşu hakkındaki tahmini şu: “Herşey bu hızda giderse gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." Meselenin vahametini anlatmak için bir örnek daha alıntılayacağım kitaptan: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”

Asimilasyonun arka planında, teknolojik üstünlüğün aynı zamanda dil üstünlüğünün de kanıtı olduğuna dair bir argüman var. Halbuki Crystal, teknolojik gelişmişliğin dillerin üstünlüğünün delili olamayacağını söylüyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Ancak yine bir Kuzey Amerika dilleri uzmanı olan Marianne Mithun buna şiddetle karşı çıkıyor: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Kitapta buna dair verilen birçok örnek de var. Fakat sanıyorum kültür asimilasyonunun arkasındaki ‘üstün kültür’ tezine en sağlam yumruğu indiren Ezra Pound: "İnsan erdeminin bütünü herhangi bir dilde değildir ve hiçbir dil tek başına insan irfanının tüm şekil ve derecelerini ifade edemez.”

Bu kısımları okurken kitapta benim aklıma gelen ilk şey, Rum sûresinde geçen; “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır" ayet-i kerimesi oldu. Kur’an’da ‘dillerin farklılığının’ ayet olarak zikredilmesi, ayet kelimesinin içeriğini de düşününce daha bir anlamlı geldi. Belki de Allah, farklı dillerle bize dünyayı daha farklı açılardan ve daha farklı esma pencerelerinden okumayı öğretiyordu. Her dil, farklı bir söylemeden önce farklı düşünme biçimiydi ve her dilde biz farklı bir renkte düşünüyorduk. Bu da Ezra Pound’un ‘insan irfanının tüm şekil ve dereceleri’ dediği o çok sesliliği ve renkliliği oluşturuyordu. Yani vahiy, dillerin çok renkliliğiyle barışıktı. Onu ayeti/delili sayıyordu. (Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım. Bir tek dil hayali yok.)

Bu sırada kitapta dikkat çekilen birşey daha hatırıma geldi: Tevrat’ta geçen Babil kulesi hikayesi ele alınırken, bu hikayenin ‘dillerin çokluğunun’ Allahın bir cezası olarak algılanmasına neden olduğunu söylüyordu yazar: “Dil sayısındaki herhangi bir azalmanın bir trajedi olması bir kenara, insanlığın yararına olduğuna dair (her ne kadar yanlış olsa da) yaygın ve rağbet gören bir görüş vardır. Birkaç düşünce bu inancı beslemektedir. Bunlardan biri bazı mitolojilerde yer bulan ama en ünlüsünün Tevrat’taki Babil kulesi hikayesine dayandığı eski gelenektir. Buna göre dünyadaki dillerin çoğalması insanlığa verilen bir cezaydı ve bu cezanın kaldırılması başlangıçtaki mükemmelliğinin bir kısmını geri getirebilirdi." Sanıyorum Hristiyanlıktaki ‘ilk günah’ algısı gibi bu ‘Babil kulesi’ meselesi de Kur’an’ın ışığında analiz edilmeli ve sınanmalı. Çünkü karşımızda dilleri ceza değil, ayet sayan bir Kur’an var.

Kültür asimilasyonu ve teolojik gerekçeler dışında dillerin yokoluşunu hızlandıran en önemli etken; önce sömürü düzeni ve ikinci olarak da ulus-devlet sistemleri. Hâkim kavmin kullandığı dil dışındaki dilleri yasaklayan, yasaklamasa da aşağılayan ve kamusal alanlardan dışlayan bu süreç, dilbilimcilerin cangüvenliğini bile tehdit eden boyutlarda yaşanmış. Bazı dilbilimciler yerel diller hakkında yaptıkları araştırmalar sırasında ‘ayrılıkçılık/ajanlık’ yapmakla bile suçlanmışlar. Kan dökme hadiselerinin de olduğu coğrafyalarda da maalesef azınlıkların seçimi ‘dillerini unutmak’ yönünde olmuş ve dilbilimciler onlarda bu dil şuurunu uyandırmakta zorlanıyorlar.

Fakat yine de Crystal hepten umutsuz değil. Dillerin önemi anlaşıldığında tekrar bir uyanışın ve eski dillere dönüşün olabileceğini söylüyor. Dilbilimcilere düşen: İnsanlar geri dönmeye karar verdiklerinde onlara dillerini tekrar konuşabilmelerini sağlayacak kadar materyal biriktirmek ve sunmak. Dilbiliminin öncelikli amacı bu. Yazımızı kitabın son cümleleriyle bitirelim: “Diller, eşi görülmemiş bir hızda ölüyorlar. Eğer birinci bölümde yer verdiğim tahminler doğruysa, ben bu kitabı yazmaya başladığımdan bu yana altı tane kadarı daha yok oldu." Altı dil! Altı ayet demek. Ayetler katlolunuyor modern zamanlarda ve biz bazen izliyor, bazen de ulusal çıkarlarımıza uygun bulup seviniyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...