Mecnun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mecnun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2024 Cumartesi

Leyla Mevla'nın bahanesidir

"Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır."


Şefkati biliyoruz da 'rahîm şefkat' nasıl oluyor? 10. Söz'ün, nam-ı diğerle Haşir Risalesi'nin, 2. Hakikat'ini okurken bu soruyu sordum kendime arkadaşım. Şöyle bir mana açıldı kalbime sonra: "Anne sütü misal verildiğine göre dakikatine bir girmek lazım. 'Rahîm şefkat' nasıl oluyor sormak lazım. Örnek ondan olduğuna göre cevap da onda gizlidir..." Biraz araştırınca şu detaylar dikkatimi çekti hemen:

Anne sütü dediğimiz tekdüze birşey değil. Âdeta bebeği sürekli izleyen birşey. Yaşına, durumuna, gelişimine, hastalığına göre mahiyeti şekilleniyor. Aydan aya başka özellikler kazanıyor, değişiyor. Hatta "Sabah sütüyle akşam sütü dahi aynı değil!" diyorlar. Demek 'rahmet'ten içre 'rahîm' ile sıfatlandırılması şu sırrıyla kaim. Bediüzzaman'ın eserlerine aşina olanlar hatırlayacaklardır: Onun sistematiğinde rahmet daha çok 'vahidiyetle' rahîmiyetse 'ehadiyetle' bir anılır.

Vahidiyet nedir, ehadiyet nedir? Rahmaniyet nedir, rahîmiyet nedir? Özetle şöyle ifade edilebilir belki: Vahidiyet büyük resmin bize söylediğidir. Ehadiyet herbir parçasında ayrıca gördüğümüzdür. Vahidiyeti kuşanan, Allah'ı, 'herşeyi yaratan' olarak bulur. Ehadiyete dokunan, Rabbini, 'herbirşeyi yaratan' diye bilir. Çünkü varlık denilen ayna öyle bir tecelligâhtır ki, tamamında görünen, herbir parçasında da görünür. Yansıyan kendisini herbir parçasında özetleyerek yansıtır. Mürşidim, daha kolay kavrayabilmemiz için, güneş temsilini kullanır çok yerde:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvân-ı seb'a gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor. Öyle de, (...) temsilde hata olmasın, ehadiyet ve samediyet-i İlâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudatla alâkadar herbir ismi, bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte, vâhidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdesi unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm'dir."

Demek, tek cümle görünürken zâhiri, içiçe geçmiş üç daireyle örülüdür besmele. Ve demek, Allah için Rahman neyse, Rahman için de Rahîm odur. Yani vahidiyetten ehadiyete gitmektir. Denizden damlaya varmaktır. Herşeyden herbire inmektir. Evet. Haklısınız. Uluhiyetin geniş dairesinden haber veren bir küçük tecelligâh arıyorsanız rahmete bakmalısınız. Fakat rahmetin geniş dairesini kabiliyetince okutan bir küçük tecelligâh bakınıyorsanız rahîmiyete koşmalısınız.

Çünkü rahîmiyetin dairesinde rahmetin has yansımalarını bulursunuz. Hatta anne sütü gibi bir odağa yöneldiğinizde bebeğin her durumuna göre başka başka kesilen tecellilere rastlarsınız. Öyleyse, elhamdülillah, perde biraz açıldı. "Rahîm şefkat 'şefkatin şiddetlisi'dir!" azıcık göründü. Şiddeti nasıl olur peki arkadaşım şefkatin? Elbette dakikleşmesiyle olur. Dakik şefkat; her anın ayrıca gözetildiğini; her duruma münasip ikramlarda bulunulduğunu; Rahman'ın, herşeyin büyük resminde gösterdiği gibi ilgisini, herbirşeyde de 'rahîm ilgiler'le küçük resimler sergilediğini ilan eder. Yani, şefkatin rahîmleşmesi, aslında inceleşmesidir.

Ah, ne güzel denk geldi, buradan şuraya da uzanmak lazım şimdi: Mürşidim başka bir eserinde yolunu tarif ederken diyor ki: "Acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder."

Hadi soralım: "Fakr neden Rahman ismine isal ediyor da şefkat Rahîm ismine ulaştırıyor?" Mezkûr sırla alakalı olabilir yine cevabı. Yani, şefkatin mahiyetinde varolan dakiklik, Rahmaniyeti vahidiyetten alıp ehadiyet arşında müşahedeye zorluyor olabilir bizi. Ama ondan da önce: "İnsanın fakrını kavraması, yani ihtiyaç yaralarıyla yaralı olduğunu anlaması, neden hemen Rahîmiyet düzeyine çıkarmıyor da Rahmaniyet'te tutuyor?" Bu soruyla da yüzleşmek gerekmez mi?

Buna da yanıtım şöyle bir zeminde yeşerdi: Fakr insanın öncelikle kendisine dikkatidir. Yani kendisinin 'ihtiyaçları karşılanması gereken bir varlık olduğunu' kavramasıdır. Böyle bir bilişte detaylara kadar inmek gerekmez. İcmalîsi de gayet mümkündür. İcmalî bir bilişteyse Rahîmiyet kendisini gösteremez. Rahîmiyeti bilmek daha detaylara düşkün bir ilgiyle mümkün olur. Ve insan bu detaylı ilgiyi ancak şefkatiyle başarabilir. Evet. Bir anne çocuğuna şefkat ettiğinde onun detayları, o detaylardaki ihtiyaçları, o ihtiyaçların gerekleri daha bir görünür olur. 

Öyleyse artık şöyle desem kabahat olmaz: "Fakr insanın kendine dikkatiyse şefkat ötekine dikkatidir. Ve bazen ötekimiz bizi kendimizden daha çok açar." Yahut da son cümleyi şöyle düzeltmeli: "Fettah u Fâtır Rabbimiz bazen bizi kendimizle değil ötekimizle açar." Demek gayra dikkatte de ayrıca bir nimetiyet var. Sadece kendini bilmekle terakkiyat olmuyor. İnsan kendisini bile başkasıyla öğreniyor. Kabiliyetleri ötekisi bahanesiyle açılıyor. Ya seviyor açılıyor, ya şefkat ediyor açılıyor. Nihayetinde Leyla, Mevla'nın Kays'ı Mecnun'a dönüştürme bahanesidir. Belki şefkatin şe'nini öğrenmekle de Rahîmiyet tâlim ediliyor bize. Allahu a'lem. Evet. En doğrusunu Alîm olan Allah bilir. Tefekkürüm ancak küçücük kabıma sığandır. Taksiratımın affınıysa yine Rahman u Rahîm'den dilerim. Âmin.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Boğulmak da bir işe yarar

Bilmem ki o dönemlerde de takip edenleriniz oldu mu? Bir zamanlar kitaplar hakkında karalamayı severdim. Ancak, bir noktada, bu bana 'kendimin kenarından geçmek' gibi gelmeye başladı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Başkalarını anlatırken detaylaşıyorsunuz. Oradan size uzanan bir derinlik yoksa (yani o bir açıdan da siz değilseniz veya ondaki birşey sizde de yoksa veya onla meşgul olmaktan canınız huzur bulmuyorsa) böyle oluyor. Gösterdikçe görünmüyorsunuz. Yazdıkça (tam tersi olması gerekirken) uzaklaşıyorsunuz.

Detay olmaya diyecek birşeyim yok. Zaten aslolacak kadar kıymetli bulmuyorum kendimi. Mutlaka kendimden başka birşeyle (bir cümlenin virgülü olarak bile olsa) bir anlam bulmam lazım. Arızîye başka türlü huzur yoktur. Ama 'herşeyin detayı olmak' da o kadar silik bir his ki. Herşey hakkında konuşmuş bir hiçbirşey. Öyle ya! Her anlama gelebilen aslında hiçbir anlama gelmez.

Yüzeye yayılmış. Yayıldıkça sığlaşmış. Derinliği kaybolmuş. Çoğalırken azalmak bu. Mantık bile, bir noktadan sonra, insanı tevhide iman etmeye zorluyor. (Bu cümlemde hata var. Mantık insanı her zaman tevhide imana zorlar. Ancak insan her zaman farketmez.) Birşeye dair olmayacaksak herşeye dair olmaya başlıyoruz. Herşeye dair olmaksa hiçbirşeye dair olmaya çok yakın. Nasıl? Belki şöyle: Ayna, yansıtabildiği kadar değil, gösterebildiği kadar aynadır. Çünkü, 'yansısın' diye değil, 'görülsün' diye gösterir.

Aynanın potansiyel olarak 'herşeyi yansıtabilir' oluşu 'aynalığı' için gereklidir. Ancak onu pratikte faydalı kılan 'yansıttığı şeyi göstermesi'dir. Bu netlik gösterilecek şey sayısı arttıkça azalır. Bir ayna düşünün ki: Boyu bir karıştan hallice. Ancak bütün İstanbul'u kuşatacak bir yükseklikten, sözgelimi bir balondan, aşağı tutuluyor. O hâlâ bir ayna mıdır?

Potansiyel olarak: Evet. Pratikte ise: Hayır. O artık bir ayna değildir. Neden değildir? Çünkü görevini yapabilmesi için birşeyleri göstermesi gerekir. O kesrette ise hiçbirşey net görünmez. Bu demektir ki: Ayna ne kadar çok şeyi göstermeye çalışırsa o kadar aslî fonksiyonundan kaybeder. Potansiyelinden değil ama işleyişinden. Mahiyetinden değil amma ifasından. Sınırlı olanın 'daha çok şeye dair' oluşu, aynı zamanda, 'daha az şeye dair' oluşudur. Zaten 'sınır' dediğimizde kastettiğimiz şey de 'geçildiğinde kuralların değiştiği' yerdir. Çokluğunda zehir olan o kadar çok şey vardır ki azlığı şifadır.

Allah sonsuzdur. Çünkü Allah için isim, sıfat ve şuunatının iktizalarının/tecellilerinin kural değişikliğine uğradığı bir sınır yoktur. Ayna muhabbeti sıktı sizi. Daha somut birşey arayalım. Sahip olmaya gelelim. Sahip olunanların sayısını arttırmak, onlara sahip olma derecenizi arttırır mı, azaltır mı? Cevabı ararken Kungfu Panda'da Usta Oogway'in dediği hakikatli söze atıf yapalım: "Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur!" Sahip olduklarımızın sayısının artması onlardaki tasarrufumuzu azaltır.

Nice multimilyarderler vardır ki sahip olduklarının birçoğunu görmemişlerdir. Nice zenginler vardır sahip olduklarının bazılarını hiç bilmemişlerdir. Nice gayrimenkul kralları vardır mülklerinden birçoğuna adımlarını atmamışlardır. Sınırlı olanda 'kuşatmanın artımını' ifade eden her eylem, aslında o şeylere karşı duyulan 'birebir ilginin azalmasını' ifade eder. Bin güzele birden âşık olan Mecnun hiçbirinin vuslatına eremeyerek cezasını bulur.

Leyla-Mecnun bahsinin açıldığı iyi oldu. Çünkü Leyla'dan Mevla'ya gidiş sürecinde geçirilen o müthiş cinnet (kesretin cinneti) bana ayrıca kıymetli geliyor. Ona da dokunalım. Hikayeyi bilenler hatırlayacaklar: Mecnun birara aşkından öyle bir hale gelir ki, çölde karşılaştığı hayvanların dahi gözlerini, "Belki Leyla'yı görmüştürler!" diyerek öpmeye başlar. Bu bir cinnettir. Cinnetle aşkın yaklaştığı hal, aynı zamanda, Leyla'dan Mevla'ya geçişi de yakınlaştırır.

Sevileceklerin sayısı arttıkça insan ilgilenebilme sınırına yaklaşır. Bir kalp çok defa sevse de kaç defa atar? Sevmekte sınır yoksa da sevende sınır vardır. Sınırına yaklaşan aczine yaklaşır. Ayna, içine sığdıramayacağı kadar şeyi, aşktan bir cüretle kuşatmaya çalıştıkça yansıtmaktan kör olur. Göstermek istedikçe gizler. 'Yansıtmanın' her zaman 'göstermekle' aynı anlama gelmediğini farkeder. Bu boğulma ona suyun derinliğini ve boyunun kısalığını öğretir. Ve insan bir Leyla ile başladığı yolda, çoğalan Leyla'ların eziyetinden kurtulmak için, bir Mevla'ya sarılır. Çünü o 'bütün çoklukların kudret elinde dürüldüğü bir'dir.

Boğulmak da bir işe yarar. Sanıyorum bu türden tüm boğulmaların böyle bir öğreticiliği var. İnsan duvarlarına çarptıkça ayılıyor. Su boyunu aştıkça uyanıyor. Dışındaki nesnelerin duvarı değil çarptığı. En çok içindeki duvarlara çarpıyor. Sınırlarının duvarına çarpıyor. Kendini bilmenin aslı 'ne kadar olduğunu' bilmektir. Sınırlarını tanımayan tuttuğu alanı bilmediğinden ne olduğunu da bilmez. Sınırlarımız olduğunu farkettiğimizde 'kul' diyebileceğimiz bir mütevazı alana sahip oluruz. Sınırını farketmeyen ise 'ben' dediği ve giderek büyüdüğünü sandığı bir vehme sahip olur. "Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar."

Bunu bile bir derece hayra yorarız. Sonra bu yoğunluğun şiddetinden çökmeler başlar. Tıpkı bir Süper Nova gibi taşıyamayacağımız bir 'ben' yoğunluğu bizi içimize çökertir. Dert sahibi oluruz. Dert insanı nasıl olgunlaştırır? Dert insanı içinden ötesine yollar aratmakla ve açmakla olgunlaştırır. Omuzlarının gücüne güvenmeyen başka bir omuz arar. Ellerinin hamaratlığına güvenmeyen başka ellerden yardım ister.

Kabındaki suyla alemi sarayım diye uğraşırken en sonunda incelmekten kendini delersin. (İnşaallah) Kendinden ötesine çökersin. Böylece kısa bir yol bulursun. Yardım istemek kendini delmektir. Dua etmek bu deliği genişletmektir. Arkadaşım, sen, daha çok şeye sahip olmakla varlık arıyordun. Sınırlarını öğrenmen için bu 'had konulmamış kuvveler' gerekliydi. Zira kafesin tellerine çarpmak/tanışmak için göğü arzulamalıydın. İçindeki sınırsızlıklar aslındaki sınırları tanımanı sağladı. Had konulmayan yerlerinde haddini bildin. Canın acıya acıya bildin. Sarsıla sarsıla bildin. Artık bu yükü terket. Mahvoluyorsun.

11 Temmuz 2017 Salı

Çok öfke yoktur. Az yorgunluk vardır

Sonra insan yaşamındaki herşeyle barışmanın bir yolunu buluyor. Yaşlanmak barışmaktır. Omuz atacak gücün azaldıkça kapılarda daha sık anahtar arıyorsun. Unutmak yok ama. O yalanı söylemem. Dertlerinle uzlaşıyorsun. Huysuzluklarına alıştığın birer ihtiyarcık da onlar oluyor. Kavgası sevilen bir arkadaş. Verdiği rahatsızlık özlenen. Yoksunluklarla bile barışıyorsun. Onları anlamlandırarak var kılıyorsun. Nihayetinde anlam da bir varlıktır. Maddesi elimize geçmeyeni bir parça bizim kılar. Leyla'ya âşık olduktan sonra Mecnun, Mecnun'un olmasa da Leyla, Leyla bir parça Mecnun'undur. Leyla'nın düşmanlığı bile bunu Mecnun'un elinden alamaz.

İnsan, o kadar acizdir ki, kendi varlığını düşmanlarının elinden bile kurtaramaz. Sûretini sevmediği hafızalardan çekip alamaz. Bir şarkıya bile karşı koyamaz. Aldırdıklarımızın varlıkları karşıkonulmaz hale gelmiştir bizim için. Mecnun da bir parça Leyla'nındır. Çünkü düşmanın da sende varolur. Şahit olduğumuz herşeye bir parça ait oluruz. Duygularımız mülkiyet hukukunu aşkınlaştırır da aşkınlaştırır. Herşeyi birbirinden bir parça kılar. Neye dair duygulanırsak bir parça onun oluruz ve onun da bir parçası bizim. Sahip olduğun senin malındır. Şahit olduğun sana sahip olan.

Yorgunluk, bizi, kavgalı olduğumuz herşeyle uyuma zorlayan ve nihayetinde başaran bir zincir. Ben de şöyle söylerim: Çok öfke yoktur. Az yorgunluk vardır. Yeterince yumruk attıktan sonra, en büyük düşmanına bile, varlığıyla barışmış gözlerle bakarsın. En büyük hakaretleri bile duymazdan gelirsin. O zaman yendiğin kimdir? Kendi gücün mü? Üstündeki toprağı kazıdığın aczin mi?

Güçsüzlük güce göre daha çok uyumdur. Acizlik bizi uyuma zorlar. İnsana Allah'ı aratan da kuvveti değil acizliğidir. Pişmanlıklar da acizliğin dili geçmiş zamanı değil midir? O halde Aleyhissalatuvesselamın "Tevbe pişmanlıktır!" demesini hatırlanmış bir acizlik olarak da tefekkür et. Çünkü tevbe de geçmişe dönük bir acz öğretmenidir.

Kimliğimin büyük bir kısmını pişmanlıklar oluşturur. Kendimi 'keşke'lerimden tanırım. Ne kadar çok keşke o kadar çok iz. Yüzümü yüz yapan kırışıklık gibidir. Benzerlerimden ayrılmamı sağlayan bir kusur. Hem mutlu eden hem can sıkan bir çatlak. Ben Ahmed'im. Çünkü yalnız Ahmed'e yakışır yaralarım var. Mutluluk? Mutluluk sadece bir başlıktır. İçeriğine kimse bakmaz. Mutluluğun karizması yoktur. Sadece mutlu olsaydım Ahmed olmazdım. Herhangi biri olurdum.

Detaylardadır hayat denilen şeyin orijinal izleri. Onlar sayesinde karışmam. Unutamadıklarım sayesinde kendimi şaşırmam. Pişmanlıklarım beni fotoğraflarımdan, geçmiş bedenlerimden, evvelimin yüzlerinden ayırır. Neden yalan söyleyeyim? Memnun olduğum şeylere tekrar tekrar dönüp bakıyor değilim. İnsan güvendiklerine daha rahat arkasını dönüyor. O soruya cevap verildi. İlginçliği kalmadı. Yeni sorulara geçmeli. Hatta bazen memnun olduğum şeyleri değiştiririm. Eskiden şunu severdim. Bugün o kadar da peşinde değilim. Arkamda kaldı. Ben değiştim. Çünkü değişmemek ölüm gibi gelir bana. Aynılık bir tür esarettir insan için. Fakat pişmanlıklar neden öyle olmuyor?

Çünkü bıkkınlık bile bir varlık ister. Yoksunluklar kendilerinden bıkmadığımız aynılıklardır. Pişmanlık ise arkada bırakamamanın nükseden sızısı. Varolmadı ki yokolsun. Ancak nasıl varolacağı hayal edilen bir yoksunluk var. Yoku yok edemezsin ki. Ne demişti mürşidim: "Yok yok ise o vardır." Hayal bundan yorulur mu? Aradığı şey zaten. Her gün yeniden kurgulanacak bir masal. Hiç bitmeyen bir düş... Her sabah küllerinden yeniden doğacak anka. Bu da bir çeşit ölümsüzlük değil mi? Hem yine mürşidin sonsuzluk hakkında demez mi: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."

İnsan bir kere pişman oldu mu artık her kere pişman oluyor. Dönüp dönüp aynı sokağa uğruyor ayakları. Yaşananları tekrar tekrar kurguluyor. Eskitemiyor. Eritemiyor. Kapatıp kaldıramıyor. Yoksunluk sonsuzluğa daha yakın. Yaşanabilir olup yaşanmamakla yaşananlar ölümsüzlük kazanıyor. En mutlu anlarında bile. Onun yanında bile. Hatta bazen mutluluk sanki zıttına sesleniyor:

"Neredesin keder? Hadi, pişmanlığı da bul, gel. Beraber oynayalım." Mutlulukla kederi bazen oyun arkadaşı olarak düşlüyorum. Benden önce birbirleriyle tanışmışlar. Birinin gözünde diğerinin yerini asla alamam. Keder bizimle oynarken mutluluğu özlüyor. Mutluluk bizimle oyalanırken kederi düşünüyor. Onlar sıkı dostlar. Biz mahalleye yeni gelen çocuğuz. İkisi de bize âşık değil. Biz ikisine de âşığız. Yeni gelen asla diğerleri kadar yerli olamaz. Birbirlerinin gözlerinde tuttukları yeri alamaz. Onlardan daha fazla buna ihtiyaç duyar. Ama olamaz. O fırsat, fırsat olduğu bilinmeden önce, kaçırılmıştır. Demem o ki arkadaşım: Bu yoksunluklar olmasaydı hiç yaramız olmayacaktı. Oysa yara dediğin gönlün varlığıdır. Yoksunluk nedir bilmesen yoksullardan da fakir bir zengin olmaz mıydın?

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Leyla Mecnun'dayken güzeldir

Hepimiz bir yanımızla Abdullah b. Selam radyallahu anh gibiyiz arkadaşım. Elhamdülillah. Sırf yüzlere bakmakla da “Sahibinde yalan olmaz!” diye iman ederiz. Fakat, buraya dikkat buyur lütfen, bizimkiler o mübareğinkinden başka sûret giyer. Yüzün yaratıcısına gider. Yani ‘sanatının asıl sahibine.’ Öyle ya: Her yüzün Sânî-i Hakîm’i, dolayısıyla Mâlik-i Hakikîsi, Allah’tır. Öyle yüzler vardır ki, güzellikleri, en gafil yanlarımızı dahi Vacibü’l-Vücud’a ikna eder. Ki o kadar cemaldirler.

Bu farkediş bir parça sezgiseldir. Yani bilmeyiz ki hangi detay/detaylar güzel yaptı? Hangi kanunla-oranla bu tılsım yakalandı? Bu hususta hiçbir fikrimiz yoktur bazen. Lakin nasıllığını tarif edemesek de öyle olduğunu biliriz. Matematiğini teşhis edemeden nizamını sezeriz. İşte, arkadaşım, böylesi bir bilişle tanırım ben de güzelliği. Bir kere tanıdım mı da inkâr edemem.

Bütünden edinilen kanaattir sezgi. Gaybdan da haberli sanki. Parçalarla ifade edilmez. Tutmaya çalıştıkça dağılır. 'Hava gibi, nur gibi, su gibi.' Akılsa başka aşktadır. Kuşatabileceği şeyleri anlar. Kuşatamadığını parçalar. Güneşin varlığını ışığından/ısısından yani ki ‘tezahürünün parçaları’ diyebileceğimiz şeylerden hareketle isbat etmeye çalışır. Şems öylece gökte dursa da, her sabah doğsa ve akşam batsa da, akıl onu görebilmek için küçük delillere ihtiyaç duyar. Hansel ve Gretel'in, yani ekmek parçalarından yollarını bulmaya çalışan çocukların, şaşkınlığını yaşatır bize. Aradığının uzaktan görünen siluetine bakmak yerine yerdeki kırıntılarına bakar. Kırıntıları göremezse evin varlığına da güvenini yitirir. Bulamadığı kapıyı sarayın yokluğuna delil sayar.

Gösteremediğinde görünene güvenini yitirir. Çünkü akıl nakilcidir. İsbat edebilmekle varlığını eda eder. Bu noktada aklın nakilciliğini elbette hafızadan ayırıyorum. Hafıza birşeyi tutabildiği kadarıyla naklediyor. Ve mümkün mertebe saklayabildiğine sâdık kalıyor. Ama akıl aynı tutunmayı delalet yoluyla başarmaya çalışıyor. Akıl, hafızanın rağmına, işaret ettiğini değil işareti tutar. Düşünür ki: Parmak elde tutulursa gösterdiği zaten elegeçer. Kabul: Bu aklı bir açıdan avantajlı kılıyor. Çünkü tebliğ yapabiliyor. Farkındalığını naklediyor böylece. Başkaları da gördüğüne inandırabiliyor. Birini bin kılan bir zenginlik bu insanlık adına.

Güzelliğin matematikselliği elbette nizamı isbat eder. Nizamın isbatlanabilirliği de güzelliğin delilini oluşturur. Yani ki güzelliğin detayı düzenliliktir. Peki tek başına düzenlilik güzelliğin renklerini taşıyabilir mi? Hayır. Asla. Olmuyor. Hiçbir matematik cemali görmekle hissettiğimiz şeyi farkettirmiyor. O seziş başka bir biliştir. Şu biliş başka bir seziştir. Tamam. Elbette şahitliğimiz taşınabilir hale gelmiştir. Ancak kabından da epey dökülmüştür. Yitirmiştir. Kovanın altı delik gibidir. Öyle ki: Bazen bir denizi birkaç damla haline getirir. Ya, sahi, Mecnun ne kadar hoş şiirler de yazsa, okumak görmek gibi olmaz Leyla’yı. Bu da aklın acizliği, fakirliği.

Leyla ‘Leyla’ iken güzeldir. Ve hatta “Leyla Mecnun'dayken güzeldir.” İnsanın yaratılışındaki bir sır da böyle açılıyor sanki arkadaşım. Kalbimizden çıkmayanın sûreti, eğer kalbimize değmeseydi, yoz kayadan ne farkı vardı? Bir zevk dokunmadığı sürece metinlerin kıymeti nedir? Kıymetşinas bir nazar gezmezse tablo ne işe yarar? Mürşidimin 23. Söz'deki benzetmesiyle izah edersem: Demirciler çarşısında kaldığı sürece antikanın kıymeti ne ki? Yahut da kalbi görür Âşık Veysel’e müracaat edeyim: “Güzelliğin on para etmez./Şu bendeki aşk olmasa.”

Deistler yalan söylüyor. Öğretmensiz okul olmaz. Rabb-i Hakîmimiz kainat mektebini talebesiyle bir bütün olarak yarattı. Yokluğumuz elbette o sanatı kıymetsiz etmeyecekti. Hâşâ. Arızîler böyle iddialarda bulunamaz. Fakat Allah bereketi böyle yarattı. Böyle murad etti. Böyle diledi. Birimizi diğerimizle bin kıldı. Varlıktan geçen her insan ona bir ayna tutuyor. Varlık da insan sayısınca aynalı bir koridordan geçiyor. Ve biz şimdi 'bir güzel sûretin kalplerimize dokunmasıyla' neler olabildiğini/olabileceğini biliyoruz. Hem ne menem bir yangın olduğunu yana yana görüyoruz. Kudretine bir başka açıdan şahitlik ediyoruz. Cehenneme de imanımız tazeleniyor cennete de. Duygulandığımız kadar renk katıyoruz ilgilendiğimiz her varlığa.

Arkadaşım ‘kalp aynası’ başka birşey. Gördüğünden de fazlasını yansıtıyor. Fakat dikkat et: Gördüğünü de tastamam yansıtamıyor. Mecnun'dan Leyla'yı dinlemek elbette Leyla'yı görmek gibi değildir. Ancak Leyla'yı görmek de Mecnun'dan dinlemek gibi değildir. Tasavvufun zevkinde gördüğü ama ilm-i kelamın sofrasında bulamadığı bal böyle birşey belki. (En doğrusunu Allah bilir.) Balın formülünü kimyacı her insandan daha iyi bilse de tadını bala dili değmişler anlar. Ne dil kimyacının bildiğini küçük görebilir, ne de kimyacı dilin tattığını. İyisi mi hepimiz "Bu yüzde yalan olmaz!" diyeceğimiz yüzü arayalım. Bir Abdullah b. Selam radyallahu anh nasihatidir bu. Çünkü ciltlerle kitabın yapamayacağı bilişi bazen ferasetli bir seziş yapar. Âmenna.

30 Kasım 2015 Pazartesi

Mecnun vampir...

Sultan, sofrasına davet etmiş, ama biz sofraya âşık olmuşuz. İkramsa bitiyor. Sonra sultan başka odaya aldırmak istiyor. Misafirlik hep sofrada geçmez ya. Korkuyoruz. Sofra âşıklarının sofradan kalkma korkusu. Sultanın hatırını kırma cür'eti. Her yerde bulur bizi. İşte zor yazdığım günlerde kalemle misalim böyle. Sanki tabağımın sonuna geldim. Kaşığımla/kalemimle dibini dövüyorum. Çıkıyor, çıkmıyor. Kolay yazma nimeti elimden çekilmiş gibi. Birkaç günlüğüne? Daha fazla bir zaman için? Kimbilir... Nimetten yoksunluk, o nimetin zatî bir özelliğimiz olmadığını, dolayısıyla onun için ayrıca Allah'a borçlu olduğumuzu hatırlatıyor. Gaflet de perde perde. Varolduğun için borçlanmak, her defasında borçlanmak değildir. Halık ismine borcumuz, Kayyum ismine borcumuz gibi değildir.

Bu hatırlayış şükrün madenidir. Her hatırlayış azgınlıktan korur. Hatırlatıştan memnunum. Fakat, neden açıkça diyemeyeyim, Hz. Musa efendimin duasında dediği gibi, otuziki kısım tekmili birden bir dilenciyim: Allah'ın vereceği her hayra muhtacım. Çünkü yaratılışım bu açlık üzerine. Birşeylerin sonuna gelmekten karanlıktan korktuğum gibi korkarım.

Ölüm korkumun kaynağı budur. Yaşlanmak da bu yüzden üzer beni. Saçlarımın dökülmesi değil sorunum. Günlerimin de dökülmesi. Sevdiklerimin de günbegün dökülmesi. Hazan, sofradaki hiçbir şeyi ıskalamıyor. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Dökülmek ciddi bir çağrışımdır. Ve der ki: Dökülüş, istisnası bulunmayan bir kanun-u ilahîdir. Şecere-i hilkat her dem yapraklarını döker. Varlığına ölüm, korkusuna fena, sanrısına adem deriz.

Yalnız yaprakların kaderi değil, hepimizin kaderi dökülmek. Varlığımın bağlamından/dalından kopup yavaş yavaş bir kenara doğru itildiğimi görmem. Bir kırık oyuncak hikayesi. Ayaklar altında kalmam. Önemsenmez oluşum. Önemsediklerimin de önemsenmez oluşu. Sesimin çatlaklaşması. Zor duymam ve zor da duyulması. Lisanımın tuhaf bulunmaya başlanması. Daha az hayran olup daha çok acımaları bana insanların. Daha az fikrimi sorup daha çok duymazdan gelmeleri.

Beraber söylendiğim ve onunla anlamlı olduğum cümleden uzaklaşıyorum. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Yabancı bir gezegende gibiyim. Gözüne girebileceği kimse kalmayınca insan neden göze görünmek istesin? "İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et eden hazin bir gurbeti hissettim." Memleketinde gurbetçi eder zaman insanı. Mutluluk paylaşmaktır. Paylaşmak, ancak aynı şeyleri değerli bulmakla mümkün. Bu payda yok oluyor en çok, yaşlanınca. Esprilerini anlayamam. Hızlarına yetişemem. Dinledikleri müzikleri sevemeyişim de cabası. Gittikleri yeri özlüyorum. Anlaşılacağım ve anlayacağım o yeri özlüyorum. Ölüm, önce sevdiklerimi almakla kendisini bana özletiyor.

Gitme zamanı yaklaşıyor. Anlıyorum. Hiçbir şey katamıyorum dünyaya artık. Dillerin farklılaşması, anlaşmazlık, rüzgarın insanları savurması... Babil kulesinde başa gelen birşey değil yalnız. Çok konuşan ihtiyar neden sevilmez hiç düşündün mü? Konuşmak, gitmek istemediğinin işaretidir çünkü. Bir varolma çabasıdır.

Yaşlılardan beklenen daha çok susmaları. Gidiyorsun zaten, daha fazla tutunmaya çalışıp yer işgal etmek niye? Çocukluğumu özlüyorsam, o zamanlar bir sonun bahse değer olmayışından dolayı. Herşeyin daha başındaydık. Yaratıldığımız noktaya daha yakındık. Eskitemiyordu o günlerde bizi hiçbirşey. Gün bizim günümüzdü. Bağlam bizim bağlamamızdı. Şakalarımız yeniydi. Yorumlarımız orijinaldi. Duyduğumuz her espriye gülerdik. Çünkü sıkılmamıştık.

Bediüzzaman, bir yerde insanı, 'yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu' olarak tarif ediyor. Yorulmadığımız ve tok olmadığımız doğru, ancak bir sınırımız da var. Doymanın sınırı değil, yutabileceğimiz lokmanın sınırı. Birşeyleri arkamızda bırakmak zorundayız yeni şeyleri hayatımıza sokmak için. Rengini unuttuğumuz gözler olmalı yeni gözlerin aklımızda kalması için. O sınırın farkındalığına vardığımız anlarda canımız yanıyor. İnsan, sonsuz olana âşık yaratılmış.

Hayır, aşk da bir ikram gibi kaçıyor burada. İkram değil halimiz. Muhtaç olan biziz. İnsan, sonsuz olana aç yaratılmış. Bu yüzden doymak bilmiyor. Monotonluk, yürümekten yılmaz yolcunun yolun sonunun geldiğini sandığı yerde gerçekleşiyor. Bitti sanıyorsun ve canın sıkılıyor. Yüreğinde güç var halbuki. Hem fıtratın da müsait değil bitene. Hz. İbrahim efendim "Batıp gidenleri sevmem!" derken neyin altını çiziyorsa, sen de monotonluktan şikayet ederken aynı şeyin altını çiziyorsun.

Peki, nasıl aşacaksın? Aşmak, ancak Kasas sûresinin verdiği dersle mümkün: Neyin içinde ona bakan yüzü bulsan, işte o yok olup gitmeyecek. Ona bakan yüzü bulmak; salt 'saf bir niyetle onun için yapmak'tan ibaret değil. Ona dair olan, aynı zamanda, 'ondan ona, ondan ötekine, ötekinden daha bir başkasına' geçilecek bir 'birbirine bakar şe'n ve namlar' koridorudur. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi ona başlarız..." Allah'ın ismiyle başlamak, Allah'ın hakkında başlamaktır. Allah hakkında (bakmaya, görmeye, bilmeye, yorumlamaya... vs.) başlarsan sonsuz bir yolculuğa çıkmış olursun:

"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san'atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır."

Sevdiklerimiz ölünce yanıyoruz. Yapraklar dökülürken hüzünleniyoruz. Çocuklar büyürken gamlanıyoruz. Tabağımızın dibine geldiğimizde üzülüyoruz. Çünkü sofraya âşık olduk biz. Çünkü tabaktakini tüketiyoruz. Tükenebilene âşık olmak bizi böyle bedbin yaptı. Tüketirken aslolanın o olduğunu düşünüyoruz. Azap veren çelişki burada: Leylasının kanını içerek mutluluk arayan vampir Mecnunlar gibiyiz. Yanlış anlama, yemek-içmek değil asıl problem. Nimeti yol kılmamak sorun. Onu onda bitirmek asıl israf. Onu onda bitirmesen elbette israf olmaz. Çünkü o, bilmekle bitmeyecek olandır. Çoğu insan sanıyor ki, 'besmele' ile başlamış 'elhamdülillah' demekle nimetle işimiz bitmiştir. Ne münasebet, 'elhamdülillah' demekle o iş yeni başlamıştır. Çünkü kafamız daha yavaş çalışır, 'fikir' o kadar kısa süreye sığmaz. Sırası üçüncüdür.

"Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdü lillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...