göstermek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
göstermek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2018 Cumartesi

Şu 'değişmek' neden var?

Gücü nerede buluyoruz? Bazıları gücü 'daha fazla varolmakta' buluyorlar. Ben öyle düşünmüyorum. Varoluşumuzun gücü (veya gücümüzü) arttırması için kaynağı biz olmalıyız. Halbuki işleyiş böyle değildir. Varlığımız bir yaratılış eseri olduğundan zatında bir güç barındırmıyor. Eğer gücün kaynağı biz olsak hiçbir vakit acizliğe düşmeyiz. Dua etmeyiz. Yardım istemeyiz. Nusret dilemeyiz. Öyle ya! Hiçbir kaynak ürettiğini elde etmede acizliğe düşmez. Biz düşüyoruz. Biz üzülüyoruz. Biz yetişemiyoruz. Biz kaybediyoruz. Demek biz bir perdeyiz. Yani sinema perdesi gibiyiz. Varlığımız bizzat görünmek için değil. Üzerimizden başka şeylerin görünmesi için. Yani göstermek için. Meramımı size şöyle de anlatabilirim:

'Görünmek' ve 'göstermek' arasında şöyle bir fark var: Görünmek 'kendine dair'liktir. Göstermek 'başkası için'liktir. Birşey bizzat görünüyor olsa bu onun sabitliğini gerektirir. Görünen şeyler gösterdikleri şeyde bir sabitlikle ancak görünebilirler. Ben, eğer bizatihi görünen olsam, bu bende bir sabitlikle mümkün olur. Ben olmakta değişmem. Her an başka birşey olmam. Fakat bende iş böyle olmuyor. Ne demek bu? Kafanızı birazcık karıştırdığımın farkındayım. Meseleyi yaklaştırabilmek için, kusurlu bir örnek de olsa, 'sinema' ve 'tiyatro' arasındaki nüansa değinelim:

Tiyatro sahnesi 'bizzat görünenlerin sahnesi' olarak ele alınsa, bu durum, ondaki 'şey'lerin sabitliğiyle kendisini ortaya koyar. Oyuncular sabittir. Dekorlar, gözü aldatmak için azıcık değişse de, sahnenin bütününde yatsınamaz bir sabitelik vardır. Tiyatroyu izleyen her izleyici bilir ki: İzlenen sahnedekinin kendisidir. Bunlar gerçek şeylerdir. Salt görüntüler değillerdir. Sahdeki insanlar nefes almaktadır. Terlemektedir. Yorulmaktadır. Canlılardır. Bundan dolayı tiyatrodaki değişimler sinemaya nazaran sınırlarla sınırlanırlar.

Sinemada durum böyle olmaz. Sinemadaki gerçeklik algımız tiyatrodakinden farklı olarak bize söyler ki: Bu izlediğimiz şeyler, her ne kadar tiyatro sahnesindekine benzer de olsa, görüntülerdir. Bizzat kendisi için varolan şeyler değildir. İşaretlerdir. Yansıyan şeylerdir. Boyutça eksiktir. Yaşamca eksiktir. Varlıkça eksiktir. Bu nedenle tiyatroya nazaran bazı sınırlardan da kurtulmuşlardır.

Bu iki varlık algısı arasındaki fark en çok 'değişim' üzerinden okunur. Sinemada birkaç saniye içinde hem Mekke sokaklarında hem İstanbul'da bulunabilirsiniz. İkisini birden görebilirsiniz. Ancak gerçek hayatta bu mümkün olmaz. Bu şiddetli değişim, yani yitirilmiş sabitelik, bize o görünen şeyin aslında gösterilen olduğunu söyler. Beyaz perdeye (yoksa siyah mı demeli) bakarken birden görünmeye başlayan şekiller, böyle şiddetli bir değişim yokolan bir sabitelikten haber verdiği için, perdenin 'görünen' değil 'üzerinden gösterilen' olduğu ihtar eder. Ancak burada Vahdetü'l-Vücud'un düştüğü bir yanlışa da düşmeyelim. Yansıma için yine de, perde kadarcık olsun, bir varlığa muhtacız. Taşıyıcı bir sabitelik olmazsa görüntü nerede yansıyacaktır? Sinemada bu işi perde yapar.

Hem mürşidim bu noktada der: "Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. (...) Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücut, çendan Vâcibü'l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor."

Buradan da seni alıp şu dünyanın değişimine getirmek istiyorum arkadaşım. Görüyorsun ya, her saniye, hatta her an bir başkalık dünyamıza hücum ediyor. Evet, ruh, bir derece sabitelik sağlıyor. Ahmed beş dakika sonra da yine Ahmed oluyor. Geçmişini bir derece hatırlıyor. Huylarını bir derece saklıyor. Ama acaba büsbütün aynı Ahmed mi oluyor? Hiç mi değişmiyor? Selma aynı Selma mı? Ayşe aynı Ayşe mi kalıyor? Sen de biliyorsun ki: Varlığın coşkun nehrinde büsbütün bir aynılıktan bahsetmek mümkün değil. İşte, arkadaşım, bu yitirilmiş sabitelik sanki birşey ihtar ediyor: Sen bizzat görünen değilsin. Gösterensin. Varsın. Fakat sinema perdesi gibisin. Üzerinde birşey gösteriliyor. Bu nedenle bencil veya kibirli olamazsın. Hakkın değildir. Çünkü üzerinde görünenler senin hakkında değildir.

Hatta, fırsat bu fırsat, şunu da belirtmeliyim: Tiyatro sahnesi örneğim de seni kandırmamalı. Çünkü tiyatro sahnesi dahi 'bizzat kendisi olarak görünmek' için değil 'üzerinden bir oyunu göstermek' içindir. Başka bir hakikate işaret eder. İşaret ettiği hakikat için değişir. Oyuncular değişir. Oyunculuklar değişir. Giysiler değişir. Giyenler değişir. Dekorlar değişir. Dekoratörler değişir.

Buradan şu hakikate varabileceğimizi zannediyorum: Her ne ki, bizzat ve yalnız kendisine işaret etmemek için vardır, onun için değişim de vardır. Bu yüzden biz iman ederiz: Allah kadimdir. Bakidir. Subhandır. Kayyumdur. Bizim gibi değişmekten, halden hale geçmekten, hatta bizde olunca kemal sayılan gelişmekten münezzehtir. Zira bunlar, dolaylı bir şekilde, hem 'öncesinde bir eksikliğe' hem de 'başka birşey için varolmaya' işaret eder. Fakat biz İhlas sûresinden şunun dersini tam aldık arkadaşım: Kendisinden başka birşeye işaret eden varlık 'ilah' olamaz.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Boğulmak da bir işe yarar

Bilmem ki o dönemlerde de takip edenleriniz oldu mu? Bir zamanlar kitaplar hakkında karalamayı severdim. Ancak, bir noktada, bu bana 'kendimin kenarından geçmek' gibi gelmeye başladı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Başkalarını anlatırken detaylaşıyorsunuz. Oradan size uzanan bir derinlik yoksa (yani o bir açıdan da siz değilseniz veya ondaki birşey sizde de yoksa veya onla meşgul olmaktan canınız huzur bulmuyorsa) böyle oluyor. Gösterdikçe görünmüyorsunuz. Yazdıkça (tam tersi olması gerekirken) uzaklaşıyorsunuz.

Detay olmaya diyecek birşeyim yok. Zaten aslolacak kadar kıymetli bulmuyorum kendimi. Mutlaka kendimden başka birşeyle (bir cümlenin virgülü olarak bile olsa) bir anlam bulmam lazım. Arızîye başka türlü huzur yoktur. Ama 'herşeyin detayı olmak' da o kadar silik bir his ki. Herşey hakkında konuşmuş bir hiçbirşey. Öyle ya! Her anlama gelebilen aslında hiçbir anlama gelmez.

Yüzeye yayılmış. Yayıldıkça sığlaşmış. Derinliği kaybolmuş. Çoğalırken azalmak bu. Mantık bile, bir noktadan sonra, insanı tevhide iman etmeye zorluyor. (Bu cümlemde hata var. Mantık insanı her zaman tevhide imana zorlar. Ancak insan her zaman farketmez.) Birşeye dair olmayacaksak herşeye dair olmaya başlıyoruz. Herşeye dair olmaksa hiçbirşeye dair olmaya çok yakın. Nasıl? Belki şöyle: Ayna, yansıtabildiği kadar değil, gösterebildiği kadar aynadır. Çünkü, 'yansısın' diye değil, 'görülsün' diye gösterir.

Aynanın potansiyel olarak 'herşeyi yansıtabilir' oluşu 'aynalığı' için gereklidir. Ancak onu pratikte faydalı kılan 'yansıttığı şeyi göstermesi'dir. Bu netlik gösterilecek şey sayısı arttıkça azalır. Bir ayna düşünün ki: Boyu bir karıştan hallice. Ancak bütün İstanbul'u kuşatacak bir yükseklikten, sözgelimi bir balondan, aşağı tutuluyor. O hâlâ bir ayna mıdır?

Potansiyel olarak: Evet. Pratikte ise: Hayır. O artık bir ayna değildir. Neden değildir? Çünkü görevini yapabilmesi için birşeyleri göstermesi gerekir. O kesrette ise hiçbirşey net görünmez. Bu demektir ki: Ayna ne kadar çok şeyi göstermeye çalışırsa o kadar aslî fonksiyonundan kaybeder. Potansiyelinden değil ama işleyişinden. Mahiyetinden değil amma ifasından. Sınırlı olanın 'daha çok şeye dair' oluşu, aynı zamanda, 'daha az şeye dair' oluşudur. Zaten 'sınır' dediğimizde kastettiğimiz şey de 'geçildiğinde kuralların değiştiği' yerdir. Çokluğunda zehir olan o kadar çok şey vardır ki azlığı şifadır.

Allah sonsuzdur. Çünkü Allah için isim, sıfat ve şuunatının iktizalarının/tecellilerinin kural değişikliğine uğradığı bir sınır yoktur. Ayna muhabbeti sıktı sizi. Daha somut birşey arayalım. Sahip olmaya gelelim. Sahip olunanların sayısını arttırmak, onlara sahip olma derecenizi arttırır mı, azaltır mı? Cevabı ararken Kungfu Panda'da Usta Oogway'in dediği hakikatli söze atıf yapalım: "Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur!" Sahip olduklarımızın sayısının artması onlardaki tasarrufumuzu azaltır.

Nice multimilyarderler vardır ki sahip olduklarının birçoğunu görmemişlerdir. Nice zenginler vardır sahip olduklarının bazılarını hiç bilmemişlerdir. Nice gayrimenkul kralları vardır mülklerinden birçoğuna adımlarını atmamışlardır. Sınırlı olanda 'kuşatmanın artımını' ifade eden her eylem, aslında o şeylere karşı duyulan 'birebir ilginin azalmasını' ifade eder. Bin güzele birden âşık olan Mecnun hiçbirinin vuslatına eremeyerek cezasını bulur.

Leyla-Mecnun bahsinin açıldığı iyi oldu. Çünkü Leyla'dan Mevla'ya gidiş sürecinde geçirilen o müthiş cinnet (kesretin cinneti) bana ayrıca kıymetli geliyor. Ona da dokunalım. Hikayeyi bilenler hatırlayacaklar: Mecnun birara aşkından öyle bir hale gelir ki, çölde karşılaştığı hayvanların dahi gözlerini, "Belki Leyla'yı görmüştürler!" diyerek öpmeye başlar. Bu bir cinnettir. Cinnetle aşkın yaklaştığı hal, aynı zamanda, Leyla'dan Mevla'ya geçişi de yakınlaştırır.

Sevileceklerin sayısı arttıkça insan ilgilenebilme sınırına yaklaşır. Bir kalp çok defa sevse de kaç defa atar? Sevmekte sınır yoksa da sevende sınır vardır. Sınırına yaklaşan aczine yaklaşır. Ayna, içine sığdıramayacağı kadar şeyi, aşktan bir cüretle kuşatmaya çalıştıkça yansıtmaktan kör olur. Göstermek istedikçe gizler. 'Yansıtmanın' her zaman 'göstermekle' aynı anlama gelmediğini farkeder. Bu boğulma ona suyun derinliğini ve boyunun kısalığını öğretir. Ve insan bir Leyla ile başladığı yolda, çoğalan Leyla'ların eziyetinden kurtulmak için, bir Mevla'ya sarılır. Çünü o 'bütün çoklukların kudret elinde dürüldüğü bir'dir.

Boğulmak da bir işe yarar. Sanıyorum bu türden tüm boğulmaların böyle bir öğreticiliği var. İnsan duvarlarına çarptıkça ayılıyor. Su boyunu aştıkça uyanıyor. Dışındaki nesnelerin duvarı değil çarptığı. En çok içindeki duvarlara çarpıyor. Sınırlarının duvarına çarpıyor. Kendini bilmenin aslı 'ne kadar olduğunu' bilmektir. Sınırlarını tanımayan tuttuğu alanı bilmediğinden ne olduğunu da bilmez. Sınırlarımız olduğunu farkettiğimizde 'kul' diyebileceğimiz bir mütevazı alana sahip oluruz. Sınırını farketmeyen ise 'ben' dediği ve giderek büyüdüğünü sandığı bir vehme sahip olur. "Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar."

Bunu bile bir derece hayra yorarız. Sonra bu yoğunluğun şiddetinden çökmeler başlar. Tıpkı bir Süper Nova gibi taşıyamayacağımız bir 'ben' yoğunluğu bizi içimize çökertir. Dert sahibi oluruz. Dert insanı nasıl olgunlaştırır? Dert insanı içinden ötesine yollar aratmakla ve açmakla olgunlaştırır. Omuzlarının gücüne güvenmeyen başka bir omuz arar. Ellerinin hamaratlığına güvenmeyen başka ellerden yardım ister.

Kabındaki suyla alemi sarayım diye uğraşırken en sonunda incelmekten kendini delersin. (İnşaallah) Kendinden ötesine çökersin. Böylece kısa bir yol bulursun. Yardım istemek kendini delmektir. Dua etmek bu deliği genişletmektir. Arkadaşım, sen, daha çok şeye sahip olmakla varlık arıyordun. Sınırlarını öğrenmen için bu 'had konulmamış kuvveler' gerekliydi. Zira kafesin tellerine çarpmak/tanışmak için göğü arzulamalıydın. İçindeki sınırsızlıklar aslındaki sınırları tanımanı sağladı. Had konulmayan yerlerinde haddini bildin. Canın acıya acıya bildin. Sarsıla sarsıla bildin. Artık bu yükü terket. Mahvoluyorsun.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...