Açlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Açlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2022 Perşembe

Huri daha güzel ama cadının da evi şekerden be kardeşim

Ahirzamanın dehşeti yokluktan değil varlıktan çıkıyor arkadaşım. "Herkes zengindir!" demek istemiyorum. Yanlış anlama. Fakat, evet, herkes herşeyden zengin kadar haberlidir. Yani yoksulluğunu en az zengin kadar tanır. (Hatta ondan da fazla tanır.) Nelerden nelerden mahrum edildiğini(!) bilir. Deccal'in seküler cehennemi en çok bundan besleniyor işte. Bu yaşanılmamış ama öğrenilmiş fakirlikten. Sözgelimi: Geçmişte, değil bir yoksul, zengin dahi bu kadar yoksunlukla tanışmamıştı. Bu kadar varlık çeşidi bilmiyordu. Lüks bilmiyordu. Şatafat bilmiyordu. Yani nelere 'ulaşabileceği halde ulaşamadığını' öğrenmemişti. Tüketim gibi üretim de sınırlıydı. Cahillik nefse bir hayal edebilme sınırı çiziyordu. 

Bediüzzaman'ın bir yerde misallendirdiği gibi, köylü, padişahı ancak 'kendi pilavını pişirir bir ağa' cesametinde hayal edebiliyordu. Fazlasından malumatlı değildi. Bu nedenle özlemiyordu. Aramıyordu. Düşlemiyordu. Artık o noktada değiliz. Artık hepimiz her zenginin nelere ulaşabildiğini-ulaşabileceğini biliyoruz. Medya-sosyalmedya bu hususta epey bir göz açıklığı kazandırdı bize. Dahası: Ulaşılmamış olanların da methini/reklamını işitiyoruz. Bunların herbirisi nefsimize bir açlık öğretiyor. 'Açlık öğretiyor' ne demek? Yani nefis bu bilgi akışı nedeniyle yeni yeni yoksunluklarla tanışıyor. Hep 'ne kadar geride kaldığını' duyuyor. Sanıyor ki aşağılanıyor. Öteleniyor. İtiliyor. Ondan hırslanıyor. Kompleksleniyor. İsyankârlaşıyor. 

Bunlar hâcât-ı gayr-ı zarurî dahi olsa öğrenildi bir kere. Nefis varlığından haberdar oldu. Olmayanı bildi. Bebeğin uçan balonu görmesi gibi. Onsuz ölecek değil ama ağlaması için yeterli. Haberdarlığı aynı arzusudur onun. Şunu da ıskalamayalım: Eskiden zaruri olup olmayanı yaşamın kendisi içinde ders alıyorduk. Zaruret tanımını ihtiyacını bizzat duyarak sınırlayabiliyorduk. Şimdi o sınır kalmadı. Kırıldı.

Karmaşık mı anlattım? Şöyle toparlayayım arkadaşım: Galiba Mektubat'ta okumuştum. İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh der ki: Hak Teala ruhu bedene koyduğu zaman ruh bedende durmak istemedi. Mahbub-u Hakiki bâki ruhu fâni bedene nefisle âşık etti. Yani nefis bekaya bakan yanlarımızı dünyaya tutunur kılar. Bir yanı arzda bir yanı semada, bir yanıyla hayvan bir yanıyla melek, âdemler oluruz böylece. Evet. Nefsin gücü arzulatmasındadır. Ruha dünyevî şeyleri de arzulatır. Bu sûretle bedeni hayatta tutar. Mekanizması böyledir. Arzulaya arzulaya da güçlenir. Onun ne kadar çok şey arzulamasına izin verirsen o kadar güçlenmesini sağlarsın. Bir yerden sonra, Allah muhafaza, kontrolü tamamen ona devredersin. Arzîleşirsin. Bu nedenle tasavvuf büyüklerimiz 'nefsin bendini kırma' diye bir metod geliştirmişler. Bu ne demektir? Yani, nefse istediklerini (meşru dahi olsalar) yasaklaya yasaklaya ihtiyaç dairesini öyle bir zaruret cenderesine sıkıştırırsın ki, ümidi kalmaz. Arzulamayı bırakır. Pes eder. 'Nefsin bendini kırmak' bu demektir. Say ki, nefsin, iradenin önüne koyduğu seti yıkıyor Allah dostları bir nevi. Kemter direnişini kırıyorlar yani.

Fakat günümüzde öyle acip bir durumun içindeyiz ki sorma gitsin. Biz nefsi kafeslemeden nefis bizi kafesliyor. Daha doğar doğmaz zincirleri boynumuza dolanmaya başlıyor. Bir kere 'reklamlar' diye birşey var arkadaşım. Her yanımızı saran rek-lam-lar. Hergün karşımıza birçok yoksunluk bilgisi çıkarıyorlar. "Sende bu da yok! Sende şu da yok! Sende o da yok! Bunu da elde edebilirsin. Şunu da eline geçirebilirsin. Ona da ulaşabilirsin." Bu yoğun akış nedeniyle nefis yerinde duramaz hale geliyor. Tıpkı sakin sakin oturan köpeğin kışkırtılması gibi. Biz bu kışkırtmayı, farkında olalım-olmayalım, hergün yaşıyoruz. Kışkırtıldığından ötürü de köpek hırlıyor. Zincirini geriyor. Tellere saldırıyor. Havadan ısırık almaya çabalıyor. Mü'min bir yere kadar dinî terbiyesiyle bu coşkunluğu bastırabiliyor. Oruç tutuyor. Namaz tutuyor. Zekat tutuyor. Ama ne zamana kadar? Tutamadığı yerde İbrahim sûresindeki hakikat yüzümüze tokat gibi çarpıyor işte: 

"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." 

Mürşidimin bu ayeti tefsir ederken bakınız neler söylüyor: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler." 

Yani ahireti bilmiyor değiller. Fakat ahirete temayül edecek güçleri kalmamış. Bitmişler. Tükenmişler. İradeleri pert olmuş. Nefisleri bütün hamiyetlerini alıp dünyaya çevirmiş. Devam edelim: "Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor." Ayetin devamındaki "Halkı Allah'ın yolundan alıkoyan ve doğru yolu eğri göstermeye çalışanlardır..." ifadeleri de şöyle izah ediyor mürşidim: 

"O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adavetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar. (...) Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir Firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar."

Evet. Mezkûr ayetin haber verdiği haleti yaşıyor haldeyiz. İçten dışa doğru sapıyoruz. Baştan değil dalaktan kokuyoruz. Öğrendiğimiz sunî açlıklarla direncimizi yitiriyoruz. Nefsimizin kontrolüne geçiyoruz Sonra Allah'ın helal dairesinde durmak gücümüze gittiğinden yoldan çıkıyoruz. Kendi çıkmamız yetmiyor. Hiçbir günah tek başına işlenmez çünkü. Ortaklarımızı arttırarak payımızı çoğaltmaya gayret ediyoruz. Bunun iki yolu var: 1) Doğrunun yollarını kapamak. 2) Doğruyu eğri göstermek. Evet. Dünyevîleşmeyle birlikte İslam dünyasını saran modernist-reformist akımların yaptıkları bu değil mi arkadaşım? Büsbütün irtidat etmeyenlerimizin bile kalbi çoktan tarafını değiştirmiş oluyor. Cümle maraz ilk sapmadan çıkıyor.

Sözü uzattık. Ama sıkılmayalım. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği başka bir metne daha bakalım: 

"Bu asrın bir hassası şudur ki: Hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde, tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor. (...) Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor."

Bu maraza nasıl karşı koyacağız peki? Dünyanın albenisini karşıt bir propagandayla kırmamız gerektiği muhakkak. Yapabilecek potansiyelimiz var mı? Var. İslam buna da muktedir. Lakin yeterince organize değiliz. "İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Bu doğru arkadaşım. Deccal'in cennetinin sadece sûreti cennet. Aslı cehennem. Fakat çekirdeği-tohumu çalışıp "İşte böyle!" diye sunacak kadar sanat dillerine hâkim değiliz ki. Maalesef değiliz. Küfür kendi cadı masalını bin güzelin sûretine sokup satıyor. Biz huri hakikatimizi yırtık libastan çıkarabilmiş değiliz. Çocuklar şekerden evleri yemek için koşuyorlar. Sonra onlar yenecekler. Yazık. Gözlerinin açılması için cadının fırınını görmeleri lazım. Pişenlerin kokularını almaları lazım. Şekerden evin zehrine uyanmaları lazım. Ne diyelim. Cenab-ı Hak muvaffak edecek rüşdü cümlemize ilham eylesin. Âmin.


1 Eylül 2016 Perşembe

Yazmak ama neden yazmak?

'Neden yazmak?' diye her sorulduğunda (koltuklarımızın altına birer büyük karpuz girmiş gibi) kasılmamıza gerek yok. Kimseyi esirgemiş, kimseye lutfetmiş, hazinemizden bağışta bulunmuş değiliz. Alan eliz, veren el değiliz. Asıl fakir biziz, esas zengin değiliz. Hiçbirimizin birden fazla yolu yoktu. Yazmak veya yazmamak diye iki seçeneği yoktu. Üzerine yaratıldığımız şey, aynı zamanda bir açlık olarak içimize bırakıldığından dolayı, buyurgan ve karşıkonulmaz tavrıyla bizi büktü. Mecburduk ve öyle yaptık. Öyle yapmak bize sevdirildi. Öyle yapmak karşıkonulmaz kılındı bizler için. Öyle yapmak kaçınılmazdı. Ve öyle yaptık.

Donan suyun demiri parçalaması kadar safça ve başkası olamazca işlenmişti bu fıtratımıza. Biz de şükür ki taraf tuttuk, iştiyakla ve hatta aşkla yaptık. Fussilet sûresinde kulağımıza fısıldanan birşeydi bu: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!"

Şu kibre hiç gerek yok: Şıklar birden fazlaydı da birisini seçmiş değiliz. Sırf seçmekle olsun dünyaya bir bağışta bulunmuş değiliz. Çaresizdik. Başka şey beceremiyorduk. Başka herşey hayatımızda iğreti duruyordu. Ondan yazdık. Yazmaya kaçtık. Bunun için yaratılmışız gibi geliyordu. Çünkü ancak bunu yaparken rahattık. Yazarken iyiydik ve gerçek hayat yaşıtlarımıza göründüğü kadar cazibedar/güleryüzlü görünmüyordu bize. En gerçeği ve de samimisi: Beceremiyorduk. Daha fazla alınıyor ve daha çabuk güçten düşünüyorduk. Kollarımızın gücünü değil hayallerimizin öcünü sevdik bu yüzden. Yazarak öç aldık dünyadan. Dünyadan, yine çok sonraları uyandığımız bir nimet olarak, soğutulmuştuk.

O nedenle; mezkûr sorunun sorulduğu andan itibaren böbürlenip, sonra ağırca 'yazmak:...' deyip, sonuna benim koyduğum iki noktadan koyup, sonra derin derin izahata girişmenin anlamı yok. Yazmaya verdiğin anlamların hiçbirisi o iki noktanın ardında olmasaydı da sen yine yazacaktın. Hatta o iki noktanın ardından söylediklerinin çoğunu yazdıktan sonra farkettin. (Alınma ama, uydurdun hatta.) Önce felsefesini yapmış, sonra yazmış değilsin. Yazmanın kaderini senden başkası yazdı. Bu çok belli. Sen kaderinin bıraktığı ekmek kırıntılarını takip ettin meraklı bir güvercin gibi. O sebepten numarayı kesmemiz gerektiğini düşünüyorum. Tasannu ta buralarda bitmeli. Yazdıklarımız da daha fazla yapmacık olmadan.

Bu meseleye dair her ne yazsak veya söylesek başlangıcımız-sonumuz acz. Güçsüzdük, yazdık. İhtiyacımız vardı, yazdık. Açtık, yazdık. Muhtaçtık, yazdık. Herşey tastamam mürşidinin dediği gibi oldu: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi." Halimiz hep böyle. Fazlası değil. Fazlası yalan. Niye kendimizi daha fazlasıymış gibi yaparak sıkıyoruz ki? Olmadığın şey gibi görünmekten büyük çile var mı dünyada?

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Güzelliğin bedeli...

Aslında hakkında yazacak kadar olgunlaşmadı kafamda. Ama madem sosyalmedyada üzerine müzakerelerde bulunduk, sarf-ı kelam etmek kaçınılmaz oldu. Allahu'l-alem deyip başlayalım. Mürşidimin şöyle bir ifadesi var: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir." İki yerde geçiyor bu ifade. 15. Söz olan "seb'a semavat" bahsinde ve 29. Söz olan "Bekà-i ruh ve melâike ve haşre dairdir..." bahsinde. 15. Söz'de geçişi az bir farkla şöyle: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir..." Her ikisinde de bağlam aynı. Bu sözler meleklerin varlığının isbatı için ortaya konan bir argümanın parçası olarak zikrediliyor. Peki, o argümanın devamı nasıl? İkisini de alıntılayalım.

Önce 15. Söz: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır." Sonra 29. Söz: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir."

Şimdi, benim bu bahislerden hareketle geliştirdiğim tefekküre bakalım: Bana öyle geliyor ki; Allah'tan başka herşeyin güzel olmakla ödediği bir bedel var. Bu belki de güzelliğin onlardaki arızî durumuyla ilgili birşey. (Kalmamasından dolayı farkedilmesine/şahitliğe muhtaçlar.) Ancak güzel olan herşey, güzel olduğu şeyle ilgili bir başka şeye açlık/ihtiyaç duymakla, bedel ödüyor. Her güzellik bir açlıkla birlikte yaratılıyor. Onu arıyor. Onu soruyor. Ona sancıyor. Bazen şuurunda oluyor bazen de olamıyor.

Mesela: Bir bebek, Allah'ın bahşettiği şirinlik ile (şirinlik de bir çeşit güzelliktir) aynı zamanda kendisinin o şirinlik şanınca sevilmeye muhtaç olduğunu hissettiriyor bizlere. Şirinliği ihtiyaç duyduğu şeyin alameti oluyor. Ve yine bir yazar, kendisine verilmiş 'güzel yazma' yeteneğinin istenciyle, takdirini arzuluyor metinlerinin başkalarınca. Yazışındaki özen de bunun alameti oluyor.

Her birimiz, şuurlu sahipleri olarak, bize bahşedilen güzelliğin bedeli olan açlığı omuzluyoruz. Çocuksak ilgi istiyoruz. Yazarsak okunmak istiyoruz. Güzelsek âşık olunmak istiyoruz. Çocuk büyürken güzelliğinde meydana gelen değişim ihtiyaç duyduğu hissediş şeklinin de değiştiğini haber veriyor. Kız çocuğu büyüyor, genç kız oluyor, çevresinin ona karşı hissedişi de güzelliğin rengindeki bu değişimle beraber değişiyor. Çünkü kızın açlığı da değişiyor.

Peki, bu bahsin meleklerle ne ilgisi var? Şöyle bir ilgisi var: Canlılar kendi açlıklarını kendileri hissederler. Peki, cansızların bedelini kim ödeyecek? Onların yüklendiği güzellikten gelen hissediş bedelinin sorumlusu kim olacak? Bence tam da bu noktada melek kardeşler devreye giriyorlar işte. Cansızın canına değmesi gereken her ne varsa müekkel meleğinin canına değiyor. Nasıl söylesem bunu? Bir genç kız güzel bulunmak ister de bir melek güzel bulunmak istemez mi?

Bence ister. O nedenle insanla bu kadar ilgililer zaten. Onlar Cenab-ı Hakka tesbihatlarını sunarken bizler de onları ve sorumlusu/nazırı bulundukları şeyleri güzel bularak sevindiriyoruz. Meleklerin mü'minler için istiğfar ettiklerini, dua ettiklerini, selam ettiklerini, merak ettiklerini bildiren ayetler/hadisler aynı zamanda onların bizimle olan ilgilerine işaret etmiyorlar mı?

İşte bu ilginin kaynağı bence tam da bu hissediştir. Cansızların güzel olmakla yüklendikleri açlık/ihtiyaç bedelini onlar adına müekkel melekleri yüklenir. Ve siz iltifat ettiğinizde çiçeğinizin daha bir coşkuyla açtığını görürsünüz. Ağzınız hoş sözlü ve dualı olduğunda nesneler sanki size kolaylık yüzlerini gösterirler. Onları güzel bulmuşsunuzdur, güzellikle anmışsınızdır, başlarındaki güzelleri sevindirmişsinizdir. Onlar da size gözkırpmazlar da işleriniz rastgider. Bütün bu güzellikler sadedinde belki, mürşidim, Duhân sûresinde geçen "Yer ve gök onlara ağlamadı..." ifadesini tefsir ederken der:

"(...) Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alâkadar olan semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar. Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki; ehl-i hidayetin ölmesiyle semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler."

Melek kardeşlerimiz neden düşmanlık etsinler? Sen onları bulunmak istedikleri gibi güzel buldun. Bilfiil olmasa da binniyet buldun. Onların açlıklarını giderdin. Ruh-u tayyibenin gıdası kelime-i tayyibe idi. Sen de onları anılmak istedikleri gibi güzel andın. Örneğin: Denize Rabbisinin sanatı olarak iltifat ettin. Başındaki melek senden hoşnut oldu. Çünkü o denizdi. İsmi deniz değilse de ruh-u denizdi. Üzerine alındı. Ağaçta, taşta, karda, kışta, sıcakta, ayazda, dağda, kırda hep bunu yaşadın. Ahiretteki hukukunuza neden şaşırıyorsun? Bu dünyada gönüllerini aldığın güzeller elbette ahirette seni hoşamedi edecekler, inşaallah.

10 Eylül 2014 Çarşamba

İhtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?

"Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse..." Alâk sûresi, 6-7.

Her nimet, bir açlığa mukabil. İnsanın muhtaç olmadığı şeyin ona bağışlanması nimet sayılmaz. Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar ediyor bize lazım olduğunu. Bu nedenle 'nimet' kelimesine bir tanım getirdiğimizde yalnız 'faydalı'yı değil, 'lazım derecesinde faydalı'yı kullanmalıyız. Fayda var ki; aslında israftır; insanın israfıdır onu faydalı sandıran. (Fayda bizde oynak bir kelime. Sanrısı çok.)

Lazım ile faydalı arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksilten.

Bu kulakla dinlersek; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi diyor ki bize: Lazım için çıktığınız yolculuk, faydalıya uğradıktan sonra; faydaya (ama sanrısı çoktur dedik) müptela olup israfı arattırmasın. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Sakın sakın! Mükafatını lazımı sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et'imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti, hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Bediüzzaman nasıl tarif ediyor onu 19. Lem'a'da:

"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Her nimet, bir açlığa mukabil. Muhtaç olmadığın şeyin sana bağışlanması nimet sayılmaz. Kumruya aslanlara layık et versen, değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa, yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağışlamışsın, sevdiler mi sandın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü 'ihtiyaç'a bakıyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: "Ey insanlar ve cinler topluluğu, ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?" Çünkü ihtiyaçlar, inkâr edilmezdir.

"Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir."

Orada sayılan şeylere baksan, bir yanıyla senden uzak geliyor ama, diğer yanıyla olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur'an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun.

Ey imtihana gelen insan, sen Allah'ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz'de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu da birazcık böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen. Sen Allah'a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin. İhtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur." Böyle böyle Allah'a doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah'ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?



19 Nisan 2014 Cumartesi

Sırılsıklam açım

"O zat müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır."

Barla Lahikası'ndan...



Kur'an, beşerin sorularını cevaplamak için değil yalnız, 'sorularını arttırmak' için de nâzil olmuştur.[1] Evet, Kur'an, bir öğretmendir; ama talebesinin sorularına kilitlenen ve yalnızca onlara cevap veren bir öğretmen değildir. Aynı zamanda muhatabına yeni yeni sorular öğreten ve bu sorular eşliğinde arayışa zorlayandır. Sûre-i celileler içinde sıklıkla geçen; (...) sormazlar mı, '(...) bakmazlar mı, (...) görmezler mi, (...) akletmez misiniz, (...) hiç düşünmez misiniz?' tarzı ifadeler (daha niceleri) ve öncesinde zikredilen varlığın parçaları, aslında insanın mevcut sorularının ne kadar yetersiz olduğunu da ihtar eder bizlere.

"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez..."

Hiç bitmeyecek olanı hep okumak; ancak sürekli soran, arayan ve doymayan kafalarla/kalplerle mümkündür. İnşaallah, cennetteki sonsuz hayat da, ancak soruları bitmeyen bir kafayla/kalple yaşanabilir. Bu yüzden, marifet-i ilahi ile kul arasındaki ilişkiyi kimileri 'aşk' kelimesi ekseninde anlatmayı sevse de; ben, 'açlık' demeyi tercih ederim. Çünkü aşka, aklımın tutarlı elleriyle dokunamam, gözleriyle göremem, soyut bir iddia gibi gelir bana. Ama Ona (c.c.) açlığımın her yanı somut, her yanı aklîdir. Soruları olanın açlığı geçmez. Açlığı geçmeyenin de muhtaçlığı bitmez. İlk şahidi benim.

Eleştiri sayılmasın, kendi hissiyatımı yazıyorum. Allah'a âşık olduğunu söyleyenin bu iddiasını tebrik etmekle birlikte; nedense aynı cümleyi bağrım yanarak, açık açık, hatta gizlisini bile, büyüklük taslamadan söyleyemem ben. Ona âşık olmanın, her nedense, insanın kendisinde de bir hüner iddiası (Fuzulî'nin ifadesiyle âşıklık istidadı) olduğunu düşünürüm. Herkes Allaha âşık mı? Elbette değil. O zaman burada 'olabilenler' ve 'olamayanlar' var. Bir hiyerarşi var, bir altlık/üstlük var sanki. Ben o kelimeyi, benim kalbimin kirinden belki, böyle bir çağrışımı da yaptığından ötürü kullanamam. Âl-i İmran'daki 'yapmadıkları ile övülmek isteyenler' ifadesi titretir beni. Yalan söylermişim gibi gelir.

Ama Allah'a aç mıyım? Evet, hem de nasıl! Hem de deliler gibi! Hem de sırılsıklam! Bu benim şerefim. Övündüğüm tek şeyim. Ve bunda yalnız da değilim. Bütün varlık benim kadar aç ve muhtaçtır Ona. Burada bir hiyerarşi yok. Bir altlık/üstlük mümkün değil. Zerreler ve güneşler eşit bu terazide: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir..." Kimse kimseye; "Ben senden daha çok/az açım!" deyip hava atamaz. Demek bir ayrıcalık, bir ayrı hüner değil. Açlık bizi eşitleyen birşey. İsm-i Kayyum'un gölgesi altında, bir an kudret elini çekse, yokluğa gidecek, kıyameti kopacak eşitleriz biz. Ne bahtiyar dilencileriz biz!

Hem bu açlık bahsi, beni nedense Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğine de götürüyor. Bunlardan ilk ikisi, acz ve fakr yani, benim bu açlık dediğim şeyin iki tarafı gibi bence. Aşktan alınan bir şevk değil, açlıktan alınan bir şevkle Allahı anma, arama, okuma ve anlamaya çalışma.

Anlatma, biraz daha şefkate dahil. Kendi aklının/kalbinin karnını doyuran, yanıbaşında başka açları farketse, içindekini saklayabilir mi? Şefkat, tebliğcinin gayret merkezi bu yüzden. Allah Resulünün vahiyle övülen meziyeti: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."

Demek, bu arayış yalnız bizim sorularımızdan da beslenmiyor. Başkalarının soruları da bizi şefkat damarıyla arayışa itiyor. Ortak bir dua belki, beraber edilen. Bizi sıkıntıya düşüren, Efendimizi de (a.s.m.) sıkıntıya düşürmüş ki, böylesi sorularımız için göğe başını kaldırmış. Vahye muntazır, beklemiş. Yalnız kendi soruları için değil, tüm ümmetin sorunları için beklemiş. Şefkati olmayan, cahilin sorusunu da, sorununu da önemsemez. Nitekim, Mesnevi-yi Nuriye'de, ayna ve mürşid örneklemesinde şöyle denmez mi:

"İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. (...) Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur."

Hz. Âdem'in talim-i esma kıssasında meleklerin itaatkâr tavrını, iblisin isyanını biraz bu açlığa bağlarım ben. Neden mi? Bakara sûresindeki ilgili ayetlerde meleklerin de önceleri "Kan dökecek birini mi yaratacaksın?" diyerek Cenab-ı Hakkın hikmetini sual ettikleri anlatılır. Yani meleklerin bir soruları (dolayısıyla açlıkları) ve buna mukabil talim-i esma ile aldıkları bir ders vardır. Onlar bu açlıkla ve soruyla baktıkları için olaya, hakikat kendilerine öğretildiğinde, açlıkları gider ve secde ederler. Fakat iblisin öncesinde de, sonrasında da Hz. Âdem'in yaratılışına dair 'acaba'sı yoktur. Acaba'sı olmayanın açlığı yoktur. Hiyerarşi de kendi yerinden emindir. Ve Hz. Âdem elbette bunu bozamayacaktır ona göre.[2]

"Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu."

Bediüzzaman, talim-i esma meselesini İşaratü'l-İ'caz'da tefsir ederden şöyle birşeyin altını çiziyor:

"(...) talim-i esma meselesi, ya Hazret-i Âdem Aleyhisselamın melaikenin inkarlarına karşı mucizesi olup, melaikeyi inkardan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mucizedir."

20. Söz'de de aynı mesele hakkında şunları söylüyor:

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nevin istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerîre ile onların mümessileri ve sekene-i habîseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, birtek Âdem'le (a.s.) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Şimdi sen söyle arkadaşım: İnsanlığın kemalat yolculuğunu, yani gelişimini en çok engelleyen yine bu 'sorusuzluğu' değil midir? Tasavvufta da nefsin yedi aşamalı yolculuğunun ilk aşaması emmare'den levvameye geçiş, yani mevcut hali sorgulamaya başlamak değil midir? Sorusu olmayanın cevapları bulduğuna şahit oldun mu sen hiç? Demek o kadar döndük dolaştık, İbn-i Arabî (k.s.) o sözüne geldik yine: "Her arayan bulamaz ama, bulanlar ancak arayanlardır." Aramaktan üşenme arkadaşım. Hem de korkma: Âşık değilsin belki amma; eğer soruyorsan, aç olduğun kesin.





[1] Böyle bir tahlil, tasnif yapılmış mı bilmiyorum. Kur'an'da kaç soru cümlesi vardır acaba? Google arattım, soranı gördüm de cevaplayanı bulamadım. Sorduklarımdan da cevap alamadım. Ama şöyle bir meal karıştıran herkes bilir ki, bir hayli fazla.

[2] İblisin, meleklerin öğretmeni olduğu meselesi; kaynağı sahih midir bilmiyorum ama, burada bana şöyle bir ihtarı yapıyor: Melekler hep öğrenciydi, hep açlardı marifete. Ama öğrenciliğini unutan öğretmen, açlığını da yitirdi.

25 Ocak 2013 Cuma

Bir sahabe mesleği olarak açlık...

İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler.” (Ene Risalesi’nden...)

Risale okumalarım sırasında farkettiğim birşeydir bu ‘Kur’an’a bakarken ezberlerden soyunma’ meselesi. Hakikaten, hem Kur’an’ın anlaşılmasında hem de Risale-i Nur’un Kur’an’a açılan nasıl harika bir pencere olduğunun takdirinde ezberlerden soyunmuş olma önemlidir.

Tabii bu noktada ezberlerden soyunmayı nasıl anladığımı da izah etmem gerek. Ben ezberlerden soyunmayı ‘tam cahil olup ayetlerin karşısına öyle geçme’ anlamında kullanmıyorum. Zaten cehalet, bilmemek değildir sadece. Bilmeye açlık hissetmemektir. (Ene Risalesi’ndeki bölümü o yüzden alıntıladım.) Cahiliye devrinde Ebu’l-Hikem (Hikmetin Babası) olan Amr bin Hişam’ı, Saadet devrinde Ebu Cehil yapan da bu sırdır. Öğrenmeye niyetinin ve açlığının olmayışıdır. Veyahut ezberindekileri sorgulamaya hevesinin olmayışıdır.

Ben de bu nedenle Kur’an’ın ve onun çok özel bir tefsiri olan Risale-i Nur’un anlaşılmasında ‘açlığı’ çok önemsiyorum. Bu sofraların başına tok karna değil, aç karna oturulması gerektiğini düşünüyorum. Zaten dolu olduğunu düşünen bir bardağa yeni birşeyler doldurmak çok güç.

Hatta kendi içimde nicedir tartıştığım bir meseleyi de bu perspektiften bakınca bir nebze anlar gibiyim. Bediüzzaman’ın, Ramazan Risalesi’nde, Kur’an’ı dinlerken Resul-ü Ekrem aleyhissalâtu vesselamdan; daha üst bir mertebede Hz. Cebrail’den; daha üst bir mertebede ise Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi dinlemek olarak tarif ettiği şeyin, bu zihin berraklığı olduğunu düşünmekteyim.

Yani Kur’an’la muhatap olmada önce sahabi efendilerimizin açlığına ulaşmaya çalışma; sonra onların üstünde Hz. Peygamberin Cebrail’den ders alırkenki açlığına ulaşmaya çalışma; onun üstünde ise bütün varlığın açlığını içinde taşıyarak Cenab-ı Haktan ders alır gibi onunla muhatap olma... Bana bu mertebeler, işte tam da bahsetmek istediğim açlığı/zihin berraklığını anımsatıyor. Belki bir yönüyle ders veriyor.

Bundan başka Ayetü’l-Kübra’da, “Bu ayetin harika telakki edilen belağatını göremiyorum” diyen bir adama daha çok kitap karıştırmasını değil de “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!” diye tavsiyede bulunması ve bu vesileyle ayetin harikalarının açıldığını/açılacağını vurgulaması, bana yine Kur’an’ın semasına ulaşmaya çalışırken sahip olmamız gereken bir meziyetin de zihin berraklığı olduğunu düşündürüyor. Yani ayetler ve içlerindeki inciler orada, bizi bekliyor. Yeter ki, biz, o sofranın başına aç oturabilelim. O asrın berrak zihinlerine ulaşabilelim.

İşte Risale-i Nur’u ve onun içindeki Kur’anî dersleri okurken de böylesi bir berraklıkla ve açlıkla başına oturulması gerek bence. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’yi okurken böylesi bir açlıkta oturulduğunda nasıl her bir cümlenin ayeti on parmağıyla işaret ettiğini görebiliyoruz.

Yeter ki, biz, açlığımızı ‘daha önce hiç yemek yememiş gibi’ hissedebilelim. Zihin safiyetinde sahabi efendilerimize benzeyebilelim. Ki onlar, Kur’an’a hakikaten açtılar. Risale-i Nur’un mesleği sahabe mesleği deyip duruyoruz. Her ortamda bunu savunuyoruz. Hadi bakalım, açlıkta veya en azından zihnî saflıkta onların arkalarından gitmeye kuvvetimiz/cür’etimiz var mı? Bildiklerimizden soyunabiliyor muyuz onlar gibi? O zamana gidebiliyor muyuz? Hadi bakalım!

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...