"Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.
Tanıyanlar zaten tanıyor beni. Tanımayanlar için küçük bir açıklama: Bir nur talebesiyim. Nurcuyum yani. İddia olarak söylemiyorum. 'Umut' olarak söylüyorum. İnşaallah öyleyim. İnşaallah Cenab-ı Hak beni o hale sokar. Onun duasındayım. 22 yıldır Risale-i Nur okuyorum. Demek 22 yıldır duasındayım. Elhamdülillah. Fahrolmasın. Allah'ın fazl u keremidir. Bunu şu yüzden başta belirtiyorum: Belki şimdi okuyanlar içinde "İsmailağa cemaatinden birisi onları muhafaza etmeye çalışıyormuş..." gibi yargılar oluşacak. Hiç oluşmasın. Yok. Onlardan değilim. İçlerine hiç girmedim. Fakat duacılarıyım. Çünkü Bediüzzaman bize böyle öğretti. Her kim ki, ehl-i sünnettir, kardeşimizdir. Biz de onların kardeşleriyiz. Kardeşlik hukuku da kardeşinin hukukunu muhafaza etmeyi gerektirir. Ben de bu meselede, değil yalnız kardeşlerimin, mübarek hocalarımın da hukukların muhafazaya kendimi mecbur biliyorum.
Geçenlerde eski Diyanet İşleri Başkanımız Mehmed Görmez Hoca'nın bir videosuna rastladım. Baktım. Haber sitelerine de düşmüş metni. Hoca konuşmasının bir yerinde şöyle birşey söylüyor: "10 ay bu ülkede 'Ölen şeyhimize mi rabıta yapacağız, yoksa hayattakine mi?' üzerinden post kavgaları yapıldı. Bu tartışmalar olurken Gazze'de çocuk bedenleri toplanıyordu..." Tabii herkes kimlerin kastedildiğini anladı. İsmailağa cemaatinin içinde yaşanan tartışmalardı malzeme edilen. Cenab-ı Hak sulhe çevirsin. O mübarek ocağı kıyamete kadar söndürmesin. Efendi Hazretlerinin deniz gibi emeğini zâyi etmesin. Âmin. Ancak tartışmanın bu şekilde tenkide tutulmasında biraz insafsızlık vardı. Zira: 1) Rabıta mevzuunun Nakşibendîlikteki kilit durumu ıskalanıyordu. 2) Tartışmanın sanki cemaate Filistin meselesini unutturduğu gibi yanlış bir lanse vardı. 3) Eleştiri yapan kişinin kendisinin bu eleştiriyi yapmaya ne denli hakkı vardı? İşte ben de yazımın konusu olarak bu ahir iki maddeyi seçtim. Rabıta konusuna girmeyeceğim. Zira herhalde onun önemini İsmailağa'nın liyakatli hocaları genişce izahatta bulunacaklardır.
Arkadaşlar, hepimiz az-çok sosyalmedya kullanan insanlarız, İsmailağa cemaati de gizli bir cemaat değildir. Özellikle yardım derneklerinin birçok hesapları vardır. Paylaşımlarına bakabilirsiniz. Acaba, bu rabıta tartışmaları sırasında Filistin'i unuttular mı, unutmadılar mı? Takip ettiğim kadarıyla konuşuyorum: Unutmadıklarını görüyorum. Üstelik, yine İsmailağa hocalarının, Filistin meselesi üzerine son bir yılda yaptıkları konuşmalar-vaazlar Youtube'da mebzul miktarda bulunmaktadır. Hatta bu konuda Mehmet Görmez'in yaptığı etkinliklerle İsmailağa'nın hocalarının yaptıkları karşılaştırılsa, işin süksesini/satılışını bir yana koyuyorum, hocaların yaptığı yanında Görmez'in yapabildiklerinin devede kulak kalacağını düşünüyorum. Çünkü bu hocalar Anadolu'nun her yerindeler. Bazıları da zaten Diyanet'te bizzat görevliler. Elbette ellerinin ulaştığı her yerde Filistin heyecanını canlı tutmaya çalıştılar. Sanki böyle yapmamışlar gibi rabıta tartışmalarını anmak onların hakkına girmektir. Allah'tan korkmak gerekir. (Hatta ben de bir Filistin etkinliğinden İsmailağa cemaatinin tuttuğu otobüsle dönmüştüm. Beylikdüzü'ne gittiklerini duyunca iki arkadaş hemen atlamıştık. Dönüş yolunda bile Filistin hakkında yapılması gerekenlere dair nasihatte bulundular. Bu böyle değilmiş gibi lanse etmek Mehmet Görmez'e yakışık alıyor mu?)
Diğer maddeye gelince... Onu da ikiye ayıracağım: 1) Mehmed Görmez'in aynı eleştiriyi daha başka kimlere yaptığını azıcık sigaya çekerek konuyu açmak istiyorum. Misal: Türkiye Gazze'de bebek cesetleri toplanırken olimpiyatlara gitti. Türkiye Gazze'de bebek cesetleri toplanırken Avrupa kupasına katıldı. Türkiye'nin kültür bakanlığı, belediyeleri, okulları, bilmem daha neleri, Gazze'de bebek cesetleri toplanırken türlü şekil etkinlikler düzenlediler. AK Partili belediyelerde bile konserler kesilmedi. Üniversiteler zaten mevzua kenarından girdiler. (Boykot konusuna hiç girmek istemiyorum. Onda nasıl döküldüğümüzün misalleri hem insanın içini yakar hem de saymakla bitmez.) Yani, Ahmet Kaya'nın da dediği gibi, 'Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe...' devam etti gitti süreç. Şimdi, sanki tüm bunlar olmamış gibi, hep beraber hepsini seyretmemişiz gibi, ortaya birtek İsmailağa'nın düğünle-defle ilgisi olmayan rabıta mevzuunu atmak müstakim görünmüyor. İyi niyetli gelmiyor. Keloğlan gibi "Adaletin bu mu cazgır?" diye sorarlar adama. Görmez, önce düğün evlerinin defini sustursun da, gelsin, ondan sonra ölü evinin yasına son versin. Ha, yemiyorsa, ağzın açılmıyorsa, buraya da bed konuşma bari.
2) Mehmet Görmez'in İsmailağa'nın üstüne ne başardığını sorgulayarak açacağım bu meseleyi de... Evet. Benim takip ettiğim: Mehmet Görmez Gazze'ye müdahale etmek için ordu falan toplamadı. Zaten böyle bir müdahale çağrısı yaptığını da hatırlamıyorum. Onun da yaptığı en fazla konuşmaktı ki bu sıralar lâftan daha bolunu-ucuzunu bulamıyoruz zaten. Maşaallah. Herkes konuşuyor. Herkes kınıyor. Herkes Filistin konulu aforizmaların-edebiyatın gözüne basıyor. Peki icraat? İcraat yok. İcraat sıfır. İcraat birtek Hamas'ta var. Biraz da topa şiiler giriyorlar işte. Yemen'de Ensarullah, Lübnan'da birazcık Hizbullah, İran o kadar. Şiilere de pek güven olmaz ya, neyse, şimdi Caferîlik mevzuunda kafası karışık bir eski Diyanet İşleri Başkanını bu konulara çekip küstürmeyelim. Sadede gelelim: Mehmet Görmez, konuşmak dışında, ne yapabiliyor ki İsmailağa'ya hesap soruyor? Üstelik, yukarıda da belirttim, İsmailağa cemaati vaaz u nasihat yekününde Mehmet Görmez'i bine katlar. Halkın kılcallarına kadar ulaşır onların hocaları. Her semtte bir medreselerini/hocalarını bulursunuz. Sohbetlerine katılabilirsiniz. Hal böyleyken şu artistliğe gerek var mı? Hamas kızsa insan birazcık anlar. Ama sen?
Hülasa: Ben bu eleştiri de insaf görmedim. Cenab-ı Hakkın İsmailağa içindeki ihtilafı hayra çevirmesini dilerim, o ayrı, o lazım. Birbirlerine yaptıkları ağır eleştirileri de gördüğümde üzülüyorum, o da bir tarafa, fakat amelde onların önüne geçildiğini-geçebildiğimizi de düşünmüyorum. Hamiyetli insanlardır. Gayretli bir cemaattir. Aleyhlerinde olmakta hiç hayır görmüyorum. Mehmet Görmez Hoca'yı da kardeşçe ikaz ederim. Daha fazlası elimden gelmez. Nihayetinde traktörün en son tekeriyim. Ne diyelim. Allah bizi istikamete hidayet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi-hürmeti seyyidi'l-mürselin. Ve bi-hürmeti Taha ve Yasin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.
Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Ekim 2024 Perşembe
15 Ocak 2024 Pazartesi
Yoksa el-Kassam yiğitleri bu nasihati karıncalardan mı aldı?
Bediüzzaman'ın, farkında olalım-olmayalım, gözümüzü açtığı mevzu çoktur. Fakat içlerinden birisi ayrıca dilime bal geliyor. Nedir? Kur'an'daki kıssaları, 'olaylar' olarak değil sadece, 'kanunlar' olarak da okuyabilmektir. 'Tarihselcilik' fitnesine büyük bir deva görürüm bunda. Elhamdülillah. Kur'an'ın hiçbir detayının "Maziden ibarettir!" deyu arkada bırakılamayacağını anlarım. Her ne ki, Kur'an'dadır, o Kur'an'dandır. Ezelidir hem de ebede gider. Üstünkörü geçilemez. Küçük görülemez. Sıradanlaştırılamaz. Üzerine eğildikçe, dikkat kesildikçe, gül goncası gibi açılır. Katman katman izdüşümlerini her yerde okutur. Böyle bilenler, uyanıklığıyla dirilenler, onlardır ancak vahyi layıkıyla anlayanlar işte. Yüzbin maşaallah cehdlerine arkadaşım. Evet. Tavusluğun kemalini çıktığı yumurtanın kabuğunda boğanlar körelmeye mahkumdur. Demirciler çarşısında antikanın göremediği değer, antikayı değil, ham demirciyi hicveder.
Misal mi istersin? 1. Lem'a, 2. Lem'a... Daha metadolojik bir anlatımını ararsan 20. Söz. Sâhi, en doğrusu, 20. Söz'ün kapısını çalmaktır evvela. Neden? Çünkü 20. Söz konuyu daha geniş bir pencereden ele alır. Mesela bu cümleyi ancak orada bulabilirsin: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut şu cümleyi: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Fakat zikredilen sırra yakından bakabilmen için biraz fazlasıyla da yardımcı olmalıyım sana:
"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i Mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan 'bakarperestlik mefkûresini' kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte, şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."
Yani, Bakara sûresine ismini de veren 'inek kesme' hâdisesi, "Ta Musa aleyhisselam zamanında olmuş birşey canım!" denilerek basitleştirilemez. 'Esatiru'l-evvelîn' olarak bakılamaz. Köreltilemez. Orada her zamana hitap eden nasihatler vardır. Bir tanesi de şudur: Hayvanperestliğin kökünü kazımak ancak kurbanla mümkün olur. Kurbana mesafe koyanlar hayvanları kutsamaya başlarlar. Nasıl ki, bugün, 'hayvanseverlik' perdesi altındaki müfrit bir temayül, en nihayetinde 'itperestliğe' kadar evrilmiştir; aynen öyle de; boynuna bıçak vurulmayan başka aşırı temayüller de çeşitli yanlış 'kutsamalara' sebep olabilirler.
Namazla zamanın boynuna bıçak vurulur mesela. Zekatla malın boynuna bıçak indirilir. Herşeyin boğazlanması 'cinsinden bir fedakârlıkla' olur. Allah'ın verdiğinden takdir ettiği bir kısmını, yine Onun rızası namına, bağışlarsın. Arana hikmetli bir mesafe koyarsın. Böylece şirk temayüllerini zebhetmiş olursun.
Allah o mücahidîn-i İslam'ı cihadlarında muvaffak eylesin. Gazze'nin yiğitlerinden alınacak çok ders var. Cenab-ı Hak imtihanlarını yakında bağışlayacağı zaferle ferahlığa döndürsün. Onlara vatanlarını-huzurlarını iade etsin. Kendi payıma çok dersler çıkarıyorum onlardan. Bir tanesini de bu yakınlarda aldım. Mübareklerin, Gazze'nin her yerine kazdıkları tüneller marifetiyle sürdürdükleri harp, ellerindeki sınırlı imkanlara rağmen, 100 gündür kök söktürdükleri İsrail ordusunu görmekle birlikte, nicedir "Bu Kur'an'a neden dahil edilmiş acaba?" diye düşündüğüm birşeyi anlamamı sağladı. Evet. Dersimin hülasası şudur:
Neml sûresinin 18. ayetinde, sûreye de ismini veren ayettir, kısacık bir mealiyle buyruluyor ki: "Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!” İşte, ben, şüphesiz ki cahilliğimden, bu ayeti okuduğum her defasında derdim içimden: Karıncaların aldığı böylesi bir tedbir Kur'an'da zikredilmeye neden değer bulundu? Süleyman aleyhisselamın dilegetirdiği şükür elbette önemli bir hikmettir. Lakin şunun buraya alınmasında başkaca hikmetler yok mudur? Nelerdir? Şimdi, birisinin, Gazzeli mücahidler emeğiyle gösterildiğini düşünüyorum arkadaşım: Nasıl ki, karıncalar, Süleyman aleyhisselamın azametli ordusundan ancak tünel tünel yuvalarına sığınarak korundular; aynen öyle de; Gazze'nin mücahidleri de, Benî İsrail'in her türlü teknolojik imkânla donatılmış zulmünden ancak tüneller marifetiyle korunabildiler.
Hatta, ahirzamanda, orduların yıkıcılıkları arttıkça savaşlar cephe, siper, sığınak, tünel savaşlarına doğru dönmeye başladı. Süleyman aleyhisselamın kuşlarına bedel bu zamanın savaş uçakları yüzeyde yapılacak harpleri müşkülleştirdi. Tâlibân Amerika'nın zalim saldırılarına karşı mağaralara sığındı. Hamas da İsrail'in zulmüne karşı yeraltı tünellerinde savunma kurdu. Yani ayet-i kerimenin musırrane söylediği şey geniş bir uygulama sahasına kavuşmuş oldu: "Güçlü bir orduya karşı canını savunmak isteyen zayıf bir topluluksan sığınacağın yeri doğru seçmelisin. Gadrinin ulaşamayacağı kanallar, tüneller, siperler, sığınaklar kazmalısın. Korunmak böyle olur. Bu kanunu ders almak için karıncaların kıssasına dikkat et."
Allahu'l-a'lem, en doğrusunu Mevla bilir ya, Neml sûresinde mezkûr hâdisenin zikrinin böylesi bir umumi kanuna da baktığını düşünüyorum ben. 20. Söz'deki o cümleyi tekrarlayalım: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut diğerini: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Her şekilde Kur'an bize, okuduğumuz-okuyacağımız, nice nice sırlar tenbihliyor. Bunların bazılarını çabuk anlıyoruz. Bazılarını ancak yaşadıkça seziyoruz. Ancak hiçbirisi 'tarihsel bir olay' olarak arkamızda kalmıyor. Tekrar be tekrar karşımıza çıkıyor. Tazeleniyor. İşte, arkadaşım, karalamamın sonunda, o Rahman u Rahim'in vadisinde durmaktayız yine. Şüphesiz biz karıncalardan daha zordayız. Onlar Süleyman aleyhisselam gibi ismet sahibi bir sultanın ordusundan sakınıyorlardı. Fakat artık bebeklerimizin dahi kanına susamış canavarlar saldırıyor. Lütfunu, keremini, Gazze için imdadını Rahmanlığından ve Rahimiyetinden bekleriz. Sığınacak başka tünelimiz yok ki hem.
Misal mi istersin? 1. Lem'a, 2. Lem'a... Daha metadolojik bir anlatımını ararsan 20. Söz. Sâhi, en doğrusu, 20. Söz'ün kapısını çalmaktır evvela. Neden? Çünkü 20. Söz konuyu daha geniş bir pencereden ele alır. Mesela bu cümleyi ancak orada bulabilirsin: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut şu cümleyi: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Fakat zikredilen sırra yakından bakabilmen için biraz fazlasıyla da yardımcı olmalıyım sana:
"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i Mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan 'bakarperestlik mefkûresini' kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte, şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."
Yani, Bakara sûresine ismini de veren 'inek kesme' hâdisesi, "Ta Musa aleyhisselam zamanında olmuş birşey canım!" denilerek basitleştirilemez. 'Esatiru'l-evvelîn' olarak bakılamaz. Köreltilemez. Orada her zamana hitap eden nasihatler vardır. Bir tanesi de şudur: Hayvanperestliğin kökünü kazımak ancak kurbanla mümkün olur. Kurbana mesafe koyanlar hayvanları kutsamaya başlarlar. Nasıl ki, bugün, 'hayvanseverlik' perdesi altındaki müfrit bir temayül, en nihayetinde 'itperestliğe' kadar evrilmiştir; aynen öyle de; boynuna bıçak vurulmayan başka aşırı temayüller de çeşitli yanlış 'kutsamalara' sebep olabilirler.
Namazla zamanın boynuna bıçak vurulur mesela. Zekatla malın boynuna bıçak indirilir. Herşeyin boğazlanması 'cinsinden bir fedakârlıkla' olur. Allah'ın verdiğinden takdir ettiği bir kısmını, yine Onun rızası namına, bağışlarsın. Arana hikmetli bir mesafe koyarsın. Böylece şirk temayüllerini zebhetmiş olursun.
Allah o mücahidîn-i İslam'ı cihadlarında muvaffak eylesin. Gazze'nin yiğitlerinden alınacak çok ders var. Cenab-ı Hak imtihanlarını yakında bağışlayacağı zaferle ferahlığa döndürsün. Onlara vatanlarını-huzurlarını iade etsin. Kendi payıma çok dersler çıkarıyorum onlardan. Bir tanesini de bu yakınlarda aldım. Mübareklerin, Gazze'nin her yerine kazdıkları tüneller marifetiyle sürdürdükleri harp, ellerindeki sınırlı imkanlara rağmen, 100 gündür kök söktürdükleri İsrail ordusunu görmekle birlikte, nicedir "Bu Kur'an'a neden dahil edilmiş acaba?" diye düşündüğüm birşeyi anlamamı sağladı. Evet. Dersimin hülasası şudur:
Neml sûresinin 18. ayetinde, sûreye de ismini veren ayettir, kısacık bir mealiyle buyruluyor ki: "Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!” İşte, ben, şüphesiz ki cahilliğimden, bu ayeti okuduğum her defasında derdim içimden: Karıncaların aldığı böylesi bir tedbir Kur'an'da zikredilmeye neden değer bulundu? Süleyman aleyhisselamın dilegetirdiği şükür elbette önemli bir hikmettir. Lakin şunun buraya alınmasında başkaca hikmetler yok mudur? Nelerdir? Şimdi, birisinin, Gazzeli mücahidler emeğiyle gösterildiğini düşünüyorum arkadaşım: Nasıl ki, karıncalar, Süleyman aleyhisselamın azametli ordusundan ancak tünel tünel yuvalarına sığınarak korundular; aynen öyle de; Gazze'nin mücahidleri de, Benî İsrail'in her türlü teknolojik imkânla donatılmış zulmünden ancak tüneller marifetiyle korunabildiler.
Hatta, ahirzamanda, orduların yıkıcılıkları arttıkça savaşlar cephe, siper, sığınak, tünel savaşlarına doğru dönmeye başladı. Süleyman aleyhisselamın kuşlarına bedel bu zamanın savaş uçakları yüzeyde yapılacak harpleri müşkülleştirdi. Tâlibân Amerika'nın zalim saldırılarına karşı mağaralara sığındı. Hamas da İsrail'in zulmüne karşı yeraltı tünellerinde savunma kurdu. Yani ayet-i kerimenin musırrane söylediği şey geniş bir uygulama sahasına kavuşmuş oldu: "Güçlü bir orduya karşı canını savunmak isteyen zayıf bir topluluksan sığınacağın yeri doğru seçmelisin. Gadrinin ulaşamayacağı kanallar, tüneller, siperler, sığınaklar kazmalısın. Korunmak böyle olur. Bu kanunu ders almak için karıncaların kıssasına dikkat et."
Allahu'l-a'lem, en doğrusunu Mevla bilir ya, Neml sûresinde mezkûr hâdisenin zikrinin böylesi bir umumi kanuna da baktığını düşünüyorum ben. 20. Söz'deki o cümleyi tekrarlayalım: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut diğerini: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Her şekilde Kur'an bize, okuduğumuz-okuyacağımız, nice nice sırlar tenbihliyor. Bunların bazılarını çabuk anlıyoruz. Bazılarını ancak yaşadıkça seziyoruz. Ancak hiçbirisi 'tarihsel bir olay' olarak arkamızda kalmıyor. Tekrar be tekrar karşımıza çıkıyor. Tazeleniyor. İşte, arkadaşım, karalamamın sonunda, o Rahman u Rahim'in vadisinde durmaktayız yine. Şüphesiz biz karıncalardan daha zordayız. Onlar Süleyman aleyhisselam gibi ismet sahibi bir sultanın ordusundan sakınıyorlardı. Fakat artık bebeklerimizin dahi kanına susamış canavarlar saldırıyor. Lütfunu, keremini, Gazze için imdadını Rahmanlığından ve Rahimiyetinden bekleriz. Sığınacak başka tünelimiz yok ki hem.
16 Aralık 2023 Cumartesi
Gazzeliler müslümansa biz neyiz?
Okuyanlar bilir. Bediüzzaman'ın gönlünde İşaratü'l-İ'caz'ın bambaşka bir yeri vardır. Sonradan satırlarına dokunmaya çekindiğini zikreder mesela. Neden? Bir müellif kendi satırlarına dokunmaya neden çekinir? Çünkü cephede yazılmıştır. Her an ölümün muhtemel olduğu bir mevkide tefekkür edilmiştir. Yeni Said bile, Eski Said'e dair bütün pişmanlıklarına rağmen, bu ihlasına hürmet gösterir: "Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâsla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum." Bu kanaatini Tenbih'inde tekrar be tekrar da ifade eder: "Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said'in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyetle ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh edemedim."
Geçenlerde ABD'li bir hanım Tiktok'da şöyle ağlıyordu: "Eğer bir Tanrı varsa bu insanlar kesinlikle Onun halkıdır." Yalnız gayrimüslimler sormuyor arkadaşım. 7 Ekim'den beri hepimiz soruyoruz: "Gazzelilerin imanındaki sır nedir?" Çünkü bu imanda, kâfirlerin anlayamadıkları kadar, bizim de ulaşamadıklarımız var. Evet. Nasıl bir insan ailesinin tamamını kaybeder de Allah'a karşı en ufak bir şikayette bulunmaz? Haydi, şikayeti geçtim, nasıl bir de övüncünü ifade eder? Bir şehir yokolur da kalanlar nasıl zayıflık emaresi göstermez? Başlarına tonlarca bomba yağan çocuklar bile nasıl kameralara heybetle Kudüs'ü geri alacaklarından bahseder? Nasıl olur bu? Nasıl? Nasıl?
Tamam. Biz de, elhamdülillah, müslümanız. Fakat bu halet-i ruhiyeyi artık kavrayamıyoruz. Herşey teoriden ibaret değil. Bir vaizin vaazında söylediklerini yaşaması kolay mı? Tarihten duyduklarımızı masal görmeye başlamıştık halbuki. Bedir, Malazgirt, Çanakkale... "Abartıyorlar canım!" diyorduk içten içe. Şimdi 'Gazzeliler' diye birileri ortaya çıktı. Hepsini masal olmaktan çıkardı. Vay arkadaş. Demek olurmuş. Demek yapılıyormuş. İşte şuradalarmış. Hiroşima'dan beter bombalandıkları halde yıkıntılar içinde göğüs göğüse çarpışmayı bekliyorlarmış. Onların üstünü toprak kaplarken bütün bir mazinin üzerinden ölü toprağı kalkıyor. Şehidlere cidden 'ölü' denmiyor. Çünkü onlar ölür gibi görünürken ümmetin göğsüne Muhammedîlik canı üflüyorlar. Her kim nasiplense diriliyor.
Bugünlerde, arkadaşım, Gazzelilerin imanını 'rabıta-i mevtleri' üzerinden de okuyorum. Ve, yukarıda zikrettiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'ı yazarkenki haletine benzetiyorum. Evet. Onlar ölümü hatırlarından çıkaramıyorlar. Ölümü hatırlarından çıkaramayacakları şartlarda yaşıyorlar. Kendilerini kemal-i fahirle 'gaza ehli' olarak tarif ediyorlar. Cihadda bu yönüyle bir bereket görüyorum. Hem mürşidim yine bir yerde hikmetle diyor:
"İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır."
'Rabıta-i mevt' nedir? Rabıta-i mevt ölümle yaşamaktır. Bunu cephe hattından daha sıhhatli ne sağlayabilir? Öyle ya. Her an cennet pasaportunun bir İsrail bombardımanı, kurşunu veya işkencesiyle gelmesine hazır olan Gazzeli murabıtlardan daha iyi hangimiz rabıta-i mevt yapabiliriz? Onları böylesine ulaşılamaz kılan belki de bir ömür ölümle birlikte yaşamalarıdır. Yani akıllarından çıkarmadıkları ecel ihtimalleri imanlarını parlatmıştır. Ve yine belki İslam'da cihadın bu kadar önemsenmiş olmasının bir hikmeti de imana/amele takviye veren şu yönüdür. Yani, müslümanlar cihad ettiklerinde değil, cihadı bıraktıklarında ölür. Mesela, bizim gibi cihadı epeydir unutmuş milyonlar, aynı diriliği göğsümüzde bulamıyoruz. İmanın lezzetini tadamıyoruz. Dünyevîleşmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ölüm çok uzağımızda geliyor. Hayat çok hoşumuza gidiyor. Kılıcı köreltip duvara astığımızdan ötürü gitgide çürüyoruz. Biliyorsun, mücahidler öldüklerinde çürümezler, ancak cihadı bıraktıklarında çürürler. Şu bilad-ı İslam'da yaşayan Türkler, Kürtler, Araplar... Bizdeki çürümeyi bundan daha zâhir açıklayacak başka ne var?
Geçenlerde ABD'li bir hanım Tiktok'da şöyle ağlıyordu: "Eğer bir Tanrı varsa bu insanlar kesinlikle Onun halkıdır." Yalnız gayrimüslimler sormuyor arkadaşım. 7 Ekim'den beri hepimiz soruyoruz: "Gazzelilerin imanındaki sır nedir?" Çünkü bu imanda, kâfirlerin anlayamadıkları kadar, bizim de ulaşamadıklarımız var. Evet. Nasıl bir insan ailesinin tamamını kaybeder de Allah'a karşı en ufak bir şikayette bulunmaz? Haydi, şikayeti geçtim, nasıl bir de övüncünü ifade eder? Bir şehir yokolur da kalanlar nasıl zayıflık emaresi göstermez? Başlarına tonlarca bomba yağan çocuklar bile nasıl kameralara heybetle Kudüs'ü geri alacaklarından bahseder? Nasıl olur bu? Nasıl? Nasıl?
Tamam. Biz de, elhamdülillah, müslümanız. Fakat bu halet-i ruhiyeyi artık kavrayamıyoruz. Herşey teoriden ibaret değil. Bir vaizin vaazında söylediklerini yaşaması kolay mı? Tarihten duyduklarımızı masal görmeye başlamıştık halbuki. Bedir, Malazgirt, Çanakkale... "Abartıyorlar canım!" diyorduk içten içe. Şimdi 'Gazzeliler' diye birileri ortaya çıktı. Hepsini masal olmaktan çıkardı. Vay arkadaş. Demek olurmuş. Demek yapılıyormuş. İşte şuradalarmış. Hiroşima'dan beter bombalandıkları halde yıkıntılar içinde göğüs göğüse çarpışmayı bekliyorlarmış. Onların üstünü toprak kaplarken bütün bir mazinin üzerinden ölü toprağı kalkıyor. Şehidlere cidden 'ölü' denmiyor. Çünkü onlar ölür gibi görünürken ümmetin göğsüne Muhammedîlik canı üflüyorlar. Her kim nasiplense diriliyor.
Bugünlerde, arkadaşım, Gazzelilerin imanını 'rabıta-i mevtleri' üzerinden de okuyorum. Ve, yukarıda zikrettiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'ı yazarkenki haletine benzetiyorum. Evet. Onlar ölümü hatırlarından çıkaramıyorlar. Ölümü hatırlarından çıkaramayacakları şartlarda yaşıyorlar. Kendilerini kemal-i fahirle 'gaza ehli' olarak tarif ediyorlar. Cihadda bu yönüyle bir bereket görüyorum. Hem mürşidim yine bir yerde hikmetle diyor:
"İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır."
'Rabıta-i mevt' nedir? Rabıta-i mevt ölümle yaşamaktır. Bunu cephe hattından daha sıhhatli ne sağlayabilir? Öyle ya. Her an cennet pasaportunun bir İsrail bombardımanı, kurşunu veya işkencesiyle gelmesine hazır olan Gazzeli murabıtlardan daha iyi hangimiz rabıta-i mevt yapabiliriz? Onları böylesine ulaşılamaz kılan belki de bir ömür ölümle birlikte yaşamalarıdır. Yani akıllarından çıkarmadıkları ecel ihtimalleri imanlarını parlatmıştır. Ve yine belki İslam'da cihadın bu kadar önemsenmiş olmasının bir hikmeti de imana/amele takviye veren şu yönüdür. Yani, müslümanlar cihad ettiklerinde değil, cihadı bıraktıklarında ölür. Mesela, bizim gibi cihadı epeydir unutmuş milyonlar, aynı diriliği göğsümüzde bulamıyoruz. İmanın lezzetini tadamıyoruz. Dünyevîleşmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ölüm çok uzağımızda geliyor. Hayat çok hoşumuza gidiyor. Kılıcı köreltip duvara astığımızdan ötürü gitgide çürüyoruz. Biliyorsun, mücahidler öldüklerinde çürümezler, ancak cihadı bıraktıklarında çürürler. Şu bilad-ı İslam'da yaşayan Türkler, Kürtler, Araplar... Bizdeki çürümeyi bundan daha zâhir açıklayacak başka ne var?
5 Kasım 2023 Pazar
Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez
İnsan Gazze'de olanları görünce düşünmeden edemiyor: Acaba Mâide sûresinin verdiği derste böyle bir sır da mı var? Hani 32. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: 'Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.' Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler." Belki de onlarda bütün insanlığı öldürmeye yetecek azgınlık var. Bir canı alabilecek eşiği geçtikten sonra birmiş, binmiş, yüzbinmiş, milyonmuş... umurlarında değil. İnsanlar onlar için 'insan' değil. İnsan istatistik. İnsan hesap. İnsan rakam. Paralarını saydıkları gibi sayıyorlar canı. "Tohumuna para mı saydık?" diyorlar belki de. Zaten teknoloji de gelişti. Günahlarımızı azaltan fıtrî sınırlar kalktı. Yalın kılıçla kaç kişiyi katledebilirdin? Hiç olmazsa yorulurdun. Fakat şimdi F-35'lerden yağdırdığın bombalar var. Dilediğince cür'et edebilirsin. Mevzu düğmeye basmaktan ibaret kalınca namlunun ucunda kaç kişinin oturduğu önemli değil.
Ahirzaman harikalarıyla her zaman iyilik etmiyor bizlere. Sözgelimi: Görünebilmenin sınırlarını da epeyce örseledi. Halbuki görünme çoğu zaman bir imtihana dönüşüyordu. Varın imtihanı da vardı. Yokun imtihanı yoktu. Sosyalmedyanın ettiklerinden henüz tam haberdar değiliz. Kısadır gözümüz. Dünyadan ötesini seçemiyoruz. Fakat uhrevî âlemlerde izlerimiz devam ediyor. Fiillerimiz suya atılan taş oluyor. Dalgalar biteviye genişliyor. Öldükten sonra bile büyüyoruz. Bir günahı işlerken eskiden tutabileceğin şahit sayısı sınırlıydı. Kem ameller daha kolay setrolunuyordu. Mesafeler üzerlerini örterdi. Şimdi istersen milyonlara çıkarabilirsin. Hatta sen unuttuğunda-unutulduğunda dahi o günah internette yayılmaya devam eder. Şahitlerini çağırır. "Ben varım!" diye bağırır ha bağırır. İradenden bağımsız olarak kayıtlarını çoğaltır. Defterler kirlenir ha kirlenir. Her şahitlik bir kayıttır. Her kayıt vücuda dair bir çoğalmadır. Yani şahit tuttuğun herşeyi çoğaltabiliyorsun. Ne zor birşey. Ne imtihanlı birşey. Ne albenili birşey. Bediüzzaman'ın "Bazı ehl-i cehennemin bir dişi dağ kadar olması cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş..." demesinde hak var. Hem bu bahse şöyle bir ekleme de yapıyor:
"Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, 'Acaba âdi bir adam binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?' diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük. Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar. Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek."
Bir Gazzeliyi kurtarmak bir kişiyi kurtarmaktan ibaret değil artık. Herkes masada duranın bütün bir insanlık olduğunu biliyor. Amerika'nın, Avrupa'nın vazgeçtiği de o zaten. Vazgeçtikleri vazgeçebileceklerinin teminatıdır. Gazze'yle savaşırken ortaya döktüler. Bütün bir insanlığı öldürebilirler. Bebekler dahi problem değil. Belki birgün yapacaklar da bunu. Kıyametin kopuşu için uzaydan taş gelmesini beklemeye gerek yok. Yerdeki şeytanların yıkmaya gücü var. Müslümanın da buna karşı bir duruş ortaya koyması lazım. İsrailoğullarının alternatifi biziz. Kur'an bizi onların karşısına koydu. Karşı gelelim diye koydu. Biz de diriltileceklere bakmalıyız. Sayısına bakmadan bakmalıyız. Çünkü insanın her tanesinde bütününün sırrı mevcuttur. Peki senin dirilişin nereden anlaşılır? Dirinin söyleyecek sözü vardır. Yapacak işi vardır. Alacak nefesi vardır. Diri birşey için yaşarsa ancak diridir. Birşey için yaşayan insanların sayısını arttırırsak İsrailoğullarına karşı koymak ihtimalimiz var.
İnsan istatistik değildir. Aritmetik değildir. Matematik değildir. İnsana dair şeyler rakamlarla çözülmez. İnsan kimi zaman tek başına bir ümmet olur. Ümmet hangimizdir bilmiyoruz. Kurtulacak Gazzeli dünyayı değiştirecek Gazzeli olabilir. Kurtulacak nefis bütün dünyayı kurtaracak nefis olabilir. Dirilecekler varsa öldürenler yenilebilir. Kimse bize rakam vaadetmiyor. Ben de birşey vaadetmiyorum. 'Bütün insanlığı kurtarabileceğini' insanların anlayabilmesinden bahsediyorum. İslam bu ümidi doğurmak için gelmiştir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam her sahabisinde bu ümidi doğurmuştur. Hem Risale-i Nur da böylesi bir ümidi sende doğurmamış mıydı? O seni içindeki uçurumlardan kurtardığında bütün insanlığın da kurtulabileceğine dair neşeyi kapmamış mıydın? Bize şimdi hiçbirimizin kurtulamayacağını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Amerika'nın, Avrupa'nın, İsrail'in yaymak istediği etki bu. Dirilterek direnmek zorundayız. Kurtararak kırmak zorundayız. Yeis bizi içimizden öldürüyor. Belki bu ay Gazze de ölecek. Ama Gazzelilerin duruşu ölmemeli. Onlar sabaha Kudüs müslümanların olacak gibi savaşıyorlar. Ne mübarek bir delilikleri var. Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez.
Ahirzaman harikalarıyla her zaman iyilik etmiyor bizlere. Sözgelimi: Görünebilmenin sınırlarını da epeyce örseledi. Halbuki görünme çoğu zaman bir imtihana dönüşüyordu. Varın imtihanı da vardı. Yokun imtihanı yoktu. Sosyalmedyanın ettiklerinden henüz tam haberdar değiliz. Kısadır gözümüz. Dünyadan ötesini seçemiyoruz. Fakat uhrevî âlemlerde izlerimiz devam ediyor. Fiillerimiz suya atılan taş oluyor. Dalgalar biteviye genişliyor. Öldükten sonra bile büyüyoruz. Bir günahı işlerken eskiden tutabileceğin şahit sayısı sınırlıydı. Kem ameller daha kolay setrolunuyordu. Mesafeler üzerlerini örterdi. Şimdi istersen milyonlara çıkarabilirsin. Hatta sen unuttuğunda-unutulduğunda dahi o günah internette yayılmaya devam eder. Şahitlerini çağırır. "Ben varım!" diye bağırır ha bağırır. İradenden bağımsız olarak kayıtlarını çoğaltır. Defterler kirlenir ha kirlenir. Her şahitlik bir kayıttır. Her kayıt vücuda dair bir çoğalmadır. Yani şahit tuttuğun herşeyi çoğaltabiliyorsun. Ne zor birşey. Ne imtihanlı birşey. Ne albenili birşey. Bediüzzaman'ın "Bazı ehl-i cehennemin bir dişi dağ kadar olması cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş..." demesinde hak var. Hem bu bahse şöyle bir ekleme de yapıyor:
"Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, 'Acaba âdi bir adam binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?' diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük. Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar. Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek."
Bir Gazzeliyi kurtarmak bir kişiyi kurtarmaktan ibaret değil artık. Herkes masada duranın bütün bir insanlık olduğunu biliyor. Amerika'nın, Avrupa'nın vazgeçtiği de o zaten. Vazgeçtikleri vazgeçebileceklerinin teminatıdır. Gazze'yle savaşırken ortaya döktüler. Bütün bir insanlığı öldürebilirler. Bebekler dahi problem değil. Belki birgün yapacaklar da bunu. Kıyametin kopuşu için uzaydan taş gelmesini beklemeye gerek yok. Yerdeki şeytanların yıkmaya gücü var. Müslümanın da buna karşı bir duruş ortaya koyması lazım. İsrailoğullarının alternatifi biziz. Kur'an bizi onların karşısına koydu. Karşı gelelim diye koydu. Biz de diriltileceklere bakmalıyız. Sayısına bakmadan bakmalıyız. Çünkü insanın her tanesinde bütününün sırrı mevcuttur. Peki senin dirilişin nereden anlaşılır? Dirinin söyleyecek sözü vardır. Yapacak işi vardır. Alacak nefesi vardır. Diri birşey için yaşarsa ancak diridir. Birşey için yaşayan insanların sayısını arttırırsak İsrailoğullarına karşı koymak ihtimalimiz var.
İnsan istatistik değildir. Aritmetik değildir. Matematik değildir. İnsana dair şeyler rakamlarla çözülmez. İnsan kimi zaman tek başına bir ümmet olur. Ümmet hangimizdir bilmiyoruz. Kurtulacak Gazzeli dünyayı değiştirecek Gazzeli olabilir. Kurtulacak nefis bütün dünyayı kurtaracak nefis olabilir. Dirilecekler varsa öldürenler yenilebilir. Kimse bize rakam vaadetmiyor. Ben de birşey vaadetmiyorum. 'Bütün insanlığı kurtarabileceğini' insanların anlayabilmesinden bahsediyorum. İslam bu ümidi doğurmak için gelmiştir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam her sahabisinde bu ümidi doğurmuştur. Hem Risale-i Nur da böylesi bir ümidi sende doğurmamış mıydı? O seni içindeki uçurumlardan kurtardığında bütün insanlığın da kurtulabileceğine dair neşeyi kapmamış mıydın? Bize şimdi hiçbirimizin kurtulamayacağını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Amerika'nın, Avrupa'nın, İsrail'in yaymak istediği etki bu. Dirilterek direnmek zorundayız. Kurtararak kırmak zorundayız. Yeis bizi içimizden öldürüyor. Belki bu ay Gazze de ölecek. Ama Gazzelilerin duruşu ölmemeli. Onlar sabaha Kudüs müslümanların olacak gibi savaşıyorlar. Ne mübarek bir delilikleri var. Gazzelilik ölmezse Filistin de düşmez.
27 Temmuz 2014 Pazar
Tarafsızlık mümkün mü?
"Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, 'Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!' (Mecmûatü'l-Ahzâb, el-Gümüşhânevî; Nakşibendî, Evrâd-ı Nakşibend: 7) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor." 9. Mektup'tan.
'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?
Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:
"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."
Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."
Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:
"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."
Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.
Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"
Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.
15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?
Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.
"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?
Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."
Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.
'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?
Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:
"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."
Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."
Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:
"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."
Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.
Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"
Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.
15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?
Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.
"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?
Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."
Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.
12 Temmuz 2014 Cumartesi
Filistin neden gayretullah'a dokunmaz?
Hadi biraz özeleştiri yapalım. Bıçağın ucu bana da dokunduğunda kesikten daha emin oluyorum. Yazdığım daha bir işe yaramış gibi geliyor. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Özeleştirisi olmayanın dış eleştirisi hiçbir işe yaramaz. Bu sebepten iğne yine kendime, çuvaldızı yine başkasına. Filistin meselesi hakkında konuşmak istiyorum bugün sizinle. Hani şu artık acısını neredeyse kanıksadığımız, çektiklerinin bahtları olduğunu düşündüğümüz Filistinli kardeşlerimiz. Sahi, biz onların haklılığına ne kadar aldırıyoruz? Ne kadar tarafız onlara?
Kalbinizi itham etmiyorum. O fotoğrafları, videoları, parçalanmış cesetleri görüp de ciğeri yanmayan insan bulunmaz. (Yanmıyorsa, insan denmez ona zaten.) Fakat bunun ötesinde, Filistin'in, davasında yüzdeyüz haklı olduğunu kaçta kaçımız inanıyoruz? Mesele tartışmaya açılsa, "İsrail zulmediyor, ama Filistinliler de..." demeyecek kaç kişi var aramızda? Hadi bunu mizana vuralım. Ben bu tartışmanın bizi ilginç bir yere götüreceğini düşünüyorum. Hazır duvarsız çatı adayımız Ekmekçi Ekmel Bey 'tarafsızlık' meselesini gündemimize taşımışken, tarafsızlık kendini neyin üzerine bina ediliyor analiz etmeli. Zira sadece siyasi bir seçimden kaynaklanmıyor bu tarafsızlık bana göre. Bir de itikadî düzlemde ayaklarının bastığı bir yer var.
Ben, Filistin meselesinde, Filistinlilerin günahsız olmayacağına dair ilk bilgiyi Fethullan Gülen'in bir ses kaydında işittim. Ortaokul yıllarımdı. Gülen cemaati (yoksa örgütü mü demeli artık?) abileri bizi Fen Lisesi sınavına hazırlıyorlardı ve günde en az bir kere Gülen'in ses kayıtlarını dinletiyorlardı. O ses kayıtlarından birinde kendisine Filistin meselesine dair birşey soruluyor ve Gülen de soruya cevap verdiği bölümün finalinde Bediüzzaman'ın "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." anlayışı çerçevesinde "Filistinliler de vaktiyle Osmanlı'ya ettikleri ihanetin cezasını çekiyorlar..." gibisinden bir noktaya bağlıyordu konuyu.
Bunu işittiğim anda hissettiğim şeyi, kıvırmadan, şöyle tarif edeyim size: Rahatlama. Evet, düpedüz rahatladım. Eğer Filistinliler yüzdeyüz haklı/masum değilse, benim bu çileye taraf olmama gerek yoktu. (Çünkü izledikçe kahrımızdan öldüğümüz, taşla dövülen Filistinli gençlerin görüntüleri geziyordu o sıralar televizyonlarda.) İnsan, bir meselede elinden hiçbir şey gelmediğinde "Keşke bu tarafta olmasam!" diyor. Çaresizlik acı birşey. Ve ben de çocuk ruhumda bu çaresizlik ve öfkenin yaptığı tazkiyattan dolayı, yapılan bu tarz bir tebliğe büyük bir iştiyakla kapıldım. Filistinlilerin 'ettiğini bulduğuna' inanarak rahat uyudum geceleri.
Sonraları bu söylemin sadece Fethullah Gülen'e ait birşey olmadığını, Türk-İslam çizgisindeki çoğu insanın aynı şekilde düşündüğünü gördüm. Evet, belki hepsi bu düşüncelerini Bediüzzaman'ın bir metnine dayandırmıyorlardı. Ama aşağıyukarı hepsinin ağzındaki vird buydu. Tahmin ediyorum, bu onlarda da benim o yaşlarda yaşadığım rahatlamayı sağlıyordu. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen bir meselede "Aslında Filistinliler de o kadar sütten çıkmış ak kaşık değiller!" tarzı tuhaf bir rahatlama. İnsanın vicdan sancısından kurtulmak için tevil edemeyeceği şey yok.
Belki bir şekilde bu kısım insanları anlayabiliriz. Can acısı delirtir. Fakat bir de ikinci sınıf insan vardı ki, onların bu cümleyi telaffuz etmesinin sebebi vicdan sancısı değildi. Onlar birebir İsrail'in yanında olmak istediklerinden bunu söylüyorlardı. Yahudiliği sevdiklerinden mi? Hayır. Çünkü İsrail güçlüydü ve hak güçlünün olmalıydı onlara göre. Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde eleştirdiği 'hak kuvvettedir' anlayışı çoktan ehl-i İslam'a da sirayet etmişti. Amerika kuvvetliydi. İsrail kuvvetliydi. Türkiye de onlarla kankayken kuvvetliydi. O halde pis Araplarla kanka olup risk almaya gerek yoktu. Zaten ettiklerini çekiyorlardı hainler!
Nasıl rahatlatıyor ama! Ne tatlı tarafsızlık! Bediüzzaman, Onbeşinci Söz'de, bitarafane muhakemenin 'taraf-ı muhâlifi iltizam' anlamına gelebildiği yerlerden bahseder. Hatta onun içinde 'şeytanın müthiş bir desisesinin' saklı olduğunu söyler. Yani siz tarafsız kaldığınızı sandığınız halde yaptığınız şey aslında karşı tarafa geçmek olabilir. Çünkü hakikat tektir, görecelilik kaldırmaz. Mesele içtihad değil hakikat ise, durduğunuz yer tarafsızlık olamaz. İlla bir taraf olur. Mezkur eser, bu meseleyi çok güzel izah eder. Okuyanlar hatırlamışlardır, okumayanlara da mutlaka bakmalarını tavsiye ederim.
Şimdilerde Ekmekçi Ekmel Bey'in altını çizdiği, fakat hakikatte kendisinin de bir parçası olduğu Türk-İslam ekseninin altını yıllardır doldurduğu bu "Onlar da ettiklerini çekiyorlar..." tarzı söylemin yapmaya çalıştığı şey; işte bu, tarafsızlık suretinde haksızlığa taraf olmaktır. Hatta bu Türk-İslam akımının temelde yapmak istediği şey de Türkleri ümmet anlayışından koparıp 'tarafsız' kılmaktır. Menfaatlerini Türklük eksenine kaydırıp, siyaseti o dairede yaptırmaktır. Gülen bunun bir ucudur, Ekmel Bey diğer bir ucu. Bunun başka başka temsilcileri de vardır. Bu yönde bir analiz için Metin Karabaşoğlu abinin "İslam'a Karşı Türk-İslam" yazısını okumanızı tavsiye ederim. Benim kısacık değindiğim şeyin kökenlerini o yazı tastamam anlatıyor.
Fakat bunun yanında dokunulması gereken diğer husus: "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." söyleminin Bediüzzamanca nasıl kullanıldığıdır. Eserlerine baktığınızda Bediüzzaman'ın bunu kullandığı her yerde kendisine ve talebelerine yönelik bir öz okuma, bir özeleştiri ve Cenab-ı Hakkın takdirinden razı olmaya yönelik bir arayışın açlığı vardır. Yoksa, Bediüzzaman hiçbir yerde bu tarzı bir okumayla ehl-i İslam'ın çektiklerini "Onlar da Osmanlı'ya az etmediler. Araplar da bizi sırtımızdan vurdu. İranlılar zaten Osmanlı'nın kadim düşmanı..." gibi bir noktaya bağlamamıştır, bağlamaz.
Bu noktada belki en geniş tefekkürü olarak söyleyebileceğimiz, Lemaat'ta geçen bir bölümde; "Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı. Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?" sorusuna verdiği yanıt kesinlikle bir siyasi savunma ve gerekçelendirme değil, ibadetlerde (namaz, oruç, hac, zekat vs.) ümmetçe gösterilen zaaf nedeniyle başa bunların geldiğini izahtır. Ne ırklarla, ne coğrafyalarla, ne de devletler ekseninde böylesi musibetleri ele almıştır Bediüzzaman. Fakat ne enteresandır ki, klasik Nurcular da çoğu zaman musibetleri kendilerine yapılan haksızlıklar ekseninde yorumlarlar. Ötekinin başına gelen şeylerse 'müsbet hareketi anlamamalarından'dır.
Yakın zamanda yaşanan Van depreminin arkasından "Onlar da PKK'ya destek veriyorlar. Allah böyle tokatlar işte!" diyen kardeşlerimizin de yine bu Türk-İslam söyleminin etkisinde oldukları yatsınamaz. Allah'ı (haşa, bin kere haşa) kendi ırkının, devletinin veya siyasi çekişmesinin tokatçısı gibi görenlerin, gruplarına dair yapılan her eleştiriye de "Gayretullaha dokunmaya az kaldı!" şeklinde cevaplamaları kaçınılmazdır. Onların anlayışına göre kaderin adaleti kendilerinin terazide hep ağır geldiği bir düzlemdedir. Peki, bu kadar konuşmamızın ardından tekrar soralım: Filistin meselesinde tarafsızlık mümkün mü?
Kalbinizi itham etmiyorum. O fotoğrafları, videoları, parçalanmış cesetleri görüp de ciğeri yanmayan insan bulunmaz. (Yanmıyorsa, insan denmez ona zaten.) Fakat bunun ötesinde, Filistin'in, davasında yüzdeyüz haklı olduğunu kaçta kaçımız inanıyoruz? Mesele tartışmaya açılsa, "İsrail zulmediyor, ama Filistinliler de..." demeyecek kaç kişi var aramızda? Hadi bunu mizana vuralım. Ben bu tartışmanın bizi ilginç bir yere götüreceğini düşünüyorum. Hazır duvarsız çatı adayımız Ekmekçi Ekmel Bey 'tarafsızlık' meselesini gündemimize taşımışken, tarafsızlık kendini neyin üzerine bina ediliyor analiz etmeli. Zira sadece siyasi bir seçimden kaynaklanmıyor bu tarafsızlık bana göre. Bir de itikadî düzlemde ayaklarının bastığı bir yer var.
Ben, Filistin meselesinde, Filistinlilerin günahsız olmayacağına dair ilk bilgiyi Fethullan Gülen'in bir ses kaydında işittim. Ortaokul yıllarımdı. Gülen cemaati (yoksa örgütü mü demeli artık?) abileri bizi Fen Lisesi sınavına hazırlıyorlardı ve günde en az bir kere Gülen'in ses kayıtlarını dinletiyorlardı. O ses kayıtlarından birinde kendisine Filistin meselesine dair birşey soruluyor ve Gülen de soruya cevap verdiği bölümün finalinde Bediüzzaman'ın "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." anlayışı çerçevesinde "Filistinliler de vaktiyle Osmanlı'ya ettikleri ihanetin cezasını çekiyorlar..." gibisinden bir noktaya bağlıyordu konuyu.
Bunu işittiğim anda hissettiğim şeyi, kıvırmadan, şöyle tarif edeyim size: Rahatlama. Evet, düpedüz rahatladım. Eğer Filistinliler yüzdeyüz haklı/masum değilse, benim bu çileye taraf olmama gerek yoktu. (Çünkü izledikçe kahrımızdan öldüğümüz, taşla dövülen Filistinli gençlerin görüntüleri geziyordu o sıralar televizyonlarda.) İnsan, bir meselede elinden hiçbir şey gelmediğinde "Keşke bu tarafta olmasam!" diyor. Çaresizlik acı birşey. Ve ben de çocuk ruhumda bu çaresizlik ve öfkenin yaptığı tazkiyattan dolayı, yapılan bu tarz bir tebliğe büyük bir iştiyakla kapıldım. Filistinlilerin 'ettiğini bulduğuna' inanarak rahat uyudum geceleri.
Sonraları bu söylemin sadece Fethullah Gülen'e ait birşey olmadığını, Türk-İslam çizgisindeki çoğu insanın aynı şekilde düşündüğünü gördüm. Evet, belki hepsi bu düşüncelerini Bediüzzaman'ın bir metnine dayandırmıyorlardı. Ama aşağıyukarı hepsinin ağzındaki vird buydu. Tahmin ediyorum, bu onlarda da benim o yaşlarda yaşadığım rahatlamayı sağlıyordu. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen bir meselede "Aslında Filistinliler de o kadar sütten çıkmış ak kaşık değiller!" tarzı tuhaf bir rahatlama. İnsanın vicdan sancısından kurtulmak için tevil edemeyeceği şey yok.
Belki bir şekilde bu kısım insanları anlayabiliriz. Can acısı delirtir. Fakat bir de ikinci sınıf insan vardı ki, onların bu cümleyi telaffuz etmesinin sebebi vicdan sancısı değildi. Onlar birebir İsrail'in yanında olmak istediklerinden bunu söylüyorlardı. Yahudiliği sevdiklerinden mi? Hayır. Çünkü İsrail güçlüydü ve hak güçlünün olmalıydı onlara göre. Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde eleştirdiği 'hak kuvvettedir' anlayışı çoktan ehl-i İslam'a da sirayet etmişti. Amerika kuvvetliydi. İsrail kuvvetliydi. Türkiye de onlarla kankayken kuvvetliydi. O halde pis Araplarla kanka olup risk almaya gerek yoktu. Zaten ettiklerini çekiyorlardı hainler!
Nasıl rahatlatıyor ama! Ne tatlı tarafsızlık! Bediüzzaman, Onbeşinci Söz'de, bitarafane muhakemenin 'taraf-ı muhâlifi iltizam' anlamına gelebildiği yerlerden bahseder. Hatta onun içinde 'şeytanın müthiş bir desisesinin' saklı olduğunu söyler. Yani siz tarafsız kaldığınızı sandığınız halde yaptığınız şey aslında karşı tarafa geçmek olabilir. Çünkü hakikat tektir, görecelilik kaldırmaz. Mesele içtihad değil hakikat ise, durduğunuz yer tarafsızlık olamaz. İlla bir taraf olur. Mezkur eser, bu meseleyi çok güzel izah eder. Okuyanlar hatırlamışlardır, okumayanlara da mutlaka bakmalarını tavsiye ederim.
Şimdilerde Ekmekçi Ekmel Bey'in altını çizdiği, fakat hakikatte kendisinin de bir parçası olduğu Türk-İslam ekseninin altını yıllardır doldurduğu bu "Onlar da ettiklerini çekiyorlar..." tarzı söylemin yapmaya çalıştığı şey; işte bu, tarafsızlık suretinde haksızlığa taraf olmaktır. Hatta bu Türk-İslam akımının temelde yapmak istediği şey de Türkleri ümmet anlayışından koparıp 'tarafsız' kılmaktır. Menfaatlerini Türklük eksenine kaydırıp, siyaseti o dairede yaptırmaktır. Gülen bunun bir ucudur, Ekmel Bey diğer bir ucu. Bunun başka başka temsilcileri de vardır. Bu yönde bir analiz için Metin Karabaşoğlu abinin "İslam'a Karşı Türk-İslam" yazısını okumanızı tavsiye ederim. Benim kısacık değindiğim şeyin kökenlerini o yazı tastamam anlatıyor.
Fakat bunun yanında dokunulması gereken diğer husus: "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." söyleminin Bediüzzamanca nasıl kullanıldığıdır. Eserlerine baktığınızda Bediüzzaman'ın bunu kullandığı her yerde kendisine ve talebelerine yönelik bir öz okuma, bir özeleştiri ve Cenab-ı Hakkın takdirinden razı olmaya yönelik bir arayışın açlığı vardır. Yoksa, Bediüzzaman hiçbir yerde bu tarzı bir okumayla ehl-i İslam'ın çektiklerini "Onlar da Osmanlı'ya az etmediler. Araplar da bizi sırtımızdan vurdu. İranlılar zaten Osmanlı'nın kadim düşmanı..." gibi bir noktaya bağlamamıştır, bağlamaz.
Bu noktada belki en geniş tefekkürü olarak söyleyebileceğimiz, Lemaat'ta geçen bir bölümde; "Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı. Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?" sorusuna verdiği yanıt kesinlikle bir siyasi savunma ve gerekçelendirme değil, ibadetlerde (namaz, oruç, hac, zekat vs.) ümmetçe gösterilen zaaf nedeniyle başa bunların geldiğini izahtır. Ne ırklarla, ne coğrafyalarla, ne de devletler ekseninde böylesi musibetleri ele almıştır Bediüzzaman. Fakat ne enteresandır ki, klasik Nurcular da çoğu zaman musibetleri kendilerine yapılan haksızlıklar ekseninde yorumlarlar. Ötekinin başına gelen şeylerse 'müsbet hareketi anlamamalarından'dır.
Yakın zamanda yaşanan Van depreminin arkasından "Onlar da PKK'ya destek veriyorlar. Allah böyle tokatlar işte!" diyen kardeşlerimizin de yine bu Türk-İslam söyleminin etkisinde oldukları yatsınamaz. Allah'ı (haşa, bin kere haşa) kendi ırkının, devletinin veya siyasi çekişmesinin tokatçısı gibi görenlerin, gruplarına dair yapılan her eleştiriye de "Gayretullaha dokunmaya az kaldı!" şeklinde cevaplamaları kaçınılmazdır. Onların anlayışına göre kaderin adaleti kendilerinin terazide hep ağır geldiği bir düzlemdedir. Peki, bu kadar konuşmamızın ardından tekrar soralım: Filistin meselesinde tarafsızlık mümkün mü?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...