Masum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Masum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2014 Pazar

Tarafsızlık mümkün mü?

"Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, 'Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!' (Mecmûatü'l-Ahzâb, el-Gümüşhânevî; Nakşibendî, Evrâd-ı Nakşibend: 7) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor." 9. Mektup'tan.

'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?

Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:

"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."

Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."

Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:

"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."

Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.

Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"

Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.

15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?

Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.

"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?

Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."

Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...