12 Temmuz 2014 Cumartesi

Filistin neden gayretullah'a dokunmaz?

Hadi biraz özeleştiri yapalım. Bıçağın ucu bana da dokunduğunda kesikten daha emin oluyorum. Yazdığım daha bir işe yaramış gibi geliyor. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Özeleştirisi olmayanın dış eleştirisi hiçbir işe yaramaz. Bu sebepten iğne yine kendime, çuvaldızı yine başkasına. Filistin meselesi hakkında konuşmak istiyorum bugün sizinle. Hani şu artık acısını neredeyse kanıksadığımız, çektiklerinin bahtları olduğunu düşündüğümüz Filistinli kardeşlerimiz. Sahi, biz onların haklılığına ne kadar aldırıyoruz? Ne kadar tarafız onlara?

Kalbinizi itham etmiyorum. O fotoğrafları, videoları, parçalanmış cesetleri görüp de ciğeri yanmayan insan bulunmaz. (Yanmıyorsa, insan denmez ona zaten.) Fakat bunun ötesinde, Filistin'in, davasında yüzdeyüz haklı olduğunu kaçta kaçımız inanıyoruz? Mesele tartışmaya açılsa, "İsrail zulmediyor, ama Filistinliler de..." demeyecek kaç kişi var aramızda? Hadi bunu mizana vuralım. Ben bu tartışmanın bizi ilginç bir yere götüreceğini düşünüyorum. Hazır duvarsız çatı adayımız Ekmekçi Ekmel Bey 'tarafsızlık' meselesini gündemimize taşımışken, tarafsızlık kendini neyin üzerine bina ediliyor analiz etmeli. Zira sadece siyasi bir seçimden kaynaklanmıyor bu tarafsızlık bana göre. Bir de itikadî düzlemde ayaklarının bastığı bir yer var.

Ben, Filistin meselesinde, Filistinlilerin günahsız olmayacağına dair ilk bilgiyi Fethullan Gülen'in bir ses kaydında işittim. Ortaokul yıllarımdı. Gülen cemaati (yoksa örgütü mü demeli artık?) abileri bizi Fen Lisesi sınavına hazırlıyorlardı ve günde en az bir kere Gülen'in ses kayıtlarını dinletiyorlardı. O ses kayıtlarından birinde kendisine Filistin meselesine dair birşey soruluyor ve Gülen de soruya cevap verdiği bölümün finalinde Bediüzzaman'ın "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." anlayışı çerçevesinde "Filistinliler de vaktiyle Osmanlı'ya ettikleri ihanetin cezasını çekiyorlar..." gibisinden bir noktaya bağlıyordu konuyu.

Bunu işittiğim anda hissettiğim şeyi, kıvırmadan, şöyle tarif edeyim size: Rahatlama. Evet, düpedüz rahatladım. Eğer Filistinliler yüzdeyüz haklı/masum değilse, benim bu çileye taraf olmama gerek yoktu. (Çünkü izledikçe kahrımızdan öldüğümüz, taşla dövülen Filistinli gençlerin görüntüleri geziyordu o sıralar televizyonlarda.) İnsan, bir meselede elinden hiçbir şey gelmediğinde "Keşke bu tarafta olmasam!" diyor. Çaresizlik acı birşey. Ve ben de çocuk ruhumda bu çaresizlik ve öfkenin yaptığı tazkiyattan dolayı, yapılan bu tarz bir tebliğe büyük bir iştiyakla kapıldım. Filistinlilerin 'ettiğini bulduğuna' inanarak rahat uyudum geceleri.

Sonraları bu söylemin sadece Fethullah Gülen'e ait birşey olmadığını, Türk-İslam çizgisindeki çoğu insanın aynı şekilde düşündüğünü gördüm. Evet, belki hepsi bu düşüncelerini Bediüzzaman'ın bir metnine dayandırmıyorlardı. Ama aşağıyukarı hepsinin ağzındaki vird buydu. Tahmin ediyorum, bu onlarda da benim o yaşlarda yaşadığım rahatlamayı sağlıyordu. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen bir meselede "Aslında Filistinliler de o kadar sütten çıkmış ak kaşık değiller!" tarzı tuhaf bir rahatlama. İnsanın vicdan sancısından kurtulmak için tevil edemeyeceği şey yok.

Belki bir şekilde bu kısım insanları anlayabiliriz. Can acısı delirtir. Fakat bir de ikinci sınıf insan vardı ki, onların bu cümleyi telaffuz etmesinin sebebi vicdan sancısı değildi. Onlar birebir İsrail'in yanında olmak istediklerinden bunu söylüyorlardı. Yahudiliği sevdiklerinden mi? Hayır. Çünkü İsrail güçlüydü ve hak güçlünün olmalıydı onlara göre. Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde eleştirdiği 'hak kuvvettedir' anlayışı çoktan ehl-i İslam'a da sirayet etmişti. Amerika kuvvetliydi. İsrail kuvvetliydi. Türkiye de onlarla kankayken kuvvetliydi. O halde pis Araplarla kanka olup risk almaya gerek yoktu. Zaten ettiklerini çekiyorlardı hainler!

Nasıl rahatlatıyor ama! Ne tatlı tarafsızlık! Bediüzzaman, Onbeşinci Söz'de, bitarafane muhakemenin 'taraf-ı muhâlifi iltizam' anlamına gelebildiği yerlerden bahseder. Hatta onun içinde 'şeytanın müthiş bir desisesinin' saklı olduğunu söyler. Yani siz tarafsız kaldığınızı sandığınız halde yaptığınız şey aslında karşı tarafa geçmek olabilir. Çünkü hakikat tektir, görecelilik kaldırmaz. Mesele içtihad değil hakikat ise, durduğunuz yer tarafsızlık olamaz. İlla bir taraf olur. Mezkur eser, bu meseleyi çok güzel izah eder. Okuyanlar hatırlamışlardır, okumayanlara da mutlaka bakmalarını tavsiye ederim.

Şimdilerde Ekmekçi Ekmel Bey'in altını çizdiği, fakat hakikatte kendisinin de bir parçası olduğu Türk-İslam ekseninin altını yıllardır doldurduğu bu "Onlar da ettiklerini çekiyorlar..." tarzı söylemin yapmaya çalıştığı şey; işte bu, tarafsızlık suretinde haksızlığa taraf olmaktır. Hatta bu Türk-İslam akımının temelde yapmak istediği şey de Türkleri ümmet anlayışından koparıp 'tarafsız' kılmaktır. Menfaatlerini Türklük eksenine kaydırıp, siyaseti o dairede yaptırmaktır. Gülen bunun bir ucudur, Ekmel Bey diğer bir ucu. Bunun başka başka temsilcileri de vardır. Bu yönde bir analiz için Metin Karabaşoğlu abinin "İslam'a Karşı Türk-İslam" yazısını okumanızı tavsiye ederim. Benim kısacık değindiğim şeyin kökenlerini o yazı tastamam anlatıyor.

Fakat bunun yanında dokunulması gereken diğer husus: "Beşer zulmeder, kader adalet eder..." söyleminin Bediüzzamanca nasıl kullanıldığıdır. Eserlerine baktığınızda Bediüzzaman'ın bunu kullandığı her yerde kendisine ve talebelerine yönelik bir öz okuma, bir özeleştiri ve Cenab-ı Hakkın takdirinden razı olmaya yönelik bir arayışın açlığı vardır. Yoksa, Bediüzzaman hiçbir yerde bu tarzı bir okumayla ehl-i İslam'ın çektiklerini "Onlar da Osmanlı'ya az etmediler. Araplar da bizi sırtımızdan vurdu. İranlılar zaten Osmanlı'nın kadim düşmanı..." gibi bir noktaya bağlamamıştır, bağlamaz.

Bu noktada belki en geniş tefekkürü olarak söyleyebileceğimiz, Lemaat'ta geçen bir bölümde; "Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı. Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?" sorusuna verdiği yanıt kesinlikle bir siyasi savunma ve gerekçelendirme değil, ibadetlerde (namaz, oruç, hac, zekat vs.) ümmetçe gösterilen zaaf nedeniyle başa bunların geldiğini izahtır. Ne ırklarla, ne coğrafyalarla, ne de devletler ekseninde böylesi musibetleri ele almıştır Bediüzzaman. Fakat ne enteresandır ki, klasik Nurcular da çoğu zaman musibetleri kendilerine yapılan haksızlıklar ekseninde yorumlarlar. Ötekinin başına gelen şeylerse 'müsbet hareketi anlamamalarından'dır.

Yakın zamanda yaşanan Van depreminin arkasından "Onlar da PKK'ya destek veriyorlar. Allah böyle tokatlar işte!" diyen kardeşlerimizin de yine bu Türk-İslam söyleminin etkisinde oldukları yatsınamaz. Allah'ı (haşa, bin kere haşa) kendi ırkının, devletinin veya siyasi çekişmesinin tokatçısı gibi görenlerin, gruplarına dair yapılan her eleştiriye de "Gayretullaha dokunmaya az kaldı!" şeklinde cevaplamaları kaçınılmazdır. Onların anlayışına göre kaderin adaleti kendilerinin terazide hep ağır geldiği bir düzlemdedir. Peki, bu kadar konuşmamızın ardından tekrar soralım: Filistin meselesinde tarafsızlık mümkün mü?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...