Mehmet Görmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Görmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2024 Perşembe

Mehmet Görmez'in İsmailağa'yı eleştirmeye hakkı var mı?

"Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

Tanıyanlar zaten tanıyor beni. Tanımayanlar için küçük bir açıklama: Bir nur talebesiyim. Nurcuyum yani. İddia olarak söylemiyorum. 'Umut' olarak söylüyorum. İnşaallah öyleyim. İnşaallah Cenab-ı Hak beni o hale sokar. Onun duasındayım. 22 yıldır Risale-i Nur okuyorum. Demek 22 yıldır duasındayım. Elhamdülillah. Fahrolmasın. Allah'ın fazl u keremidir. Bunu şu yüzden başta belirtiyorum: Belki şimdi okuyanlar içinde "İsmailağa cemaatinden birisi onları muhafaza etmeye çalışıyormuş..." gibi yargılar oluşacak. Hiç oluşmasın. Yok. Onlardan değilim. İçlerine hiç girmedim. Fakat duacılarıyım. Çünkü Bediüzzaman bize böyle öğretti. Her kim ki, ehl-i sünnettir, kardeşimizdir. Biz de onların kardeşleriyiz. Kardeşlik hukuku da kardeşinin hukukunu muhafaza etmeyi gerektirir. Ben de bu meselede, değil yalnız kardeşlerimin, mübarek hocalarımın da hukukların muhafazaya kendimi mecbur biliyorum.

Geçenlerde eski Diyanet İşleri Başkanımız Mehmed Görmez Hoca'nın bir videosuna rastladım. Baktım. Haber sitelerine de düşmüş metni. Hoca konuşmasının bir yerinde şöyle birşey söylüyor: "10 ay bu ülkede 'Ölen şeyhimize mi rabıta yapacağız, yoksa hayattakine mi?' üzerinden post kavgaları yapıldı. Bu tartışmalar olurken Gazze'de çocuk bedenleri toplanıyordu..." Tabii herkes kimlerin kastedildiğini anladı. İsmailağa cemaatinin içinde yaşanan tartışmalardı malzeme edilen. Cenab-ı Hak sulhe çevirsin. O mübarek ocağı kıyamete kadar söndürmesin. Efendi Hazretlerinin deniz gibi emeğini zâyi etmesin. Âmin. Ancak tartışmanın bu şekilde tenkide tutulmasında biraz insafsızlık vardı. Zira: 1) Rabıta mevzuunun Nakşibendîlikteki kilit durumu ıskalanıyordu. 2) Tartışmanın sanki cemaate Filistin meselesini unutturduğu gibi yanlış bir lanse vardı. 3) Eleştiri yapan kişinin kendisinin bu eleştiriyi yapmaya ne denli hakkı vardı? İşte ben de yazımın konusu olarak bu ahir iki maddeyi seçtim. Rabıta konusuna girmeyeceğim. Zira herhalde onun önemini İsmailağa'nın liyakatli hocaları genişce izahatta bulunacaklardır.

Arkadaşlar, hepimiz az-çok sosyalmedya kullanan insanlarız, İsmailağa cemaati de gizli bir cemaat değildir. Özellikle yardım derneklerinin birçok hesapları vardır. Paylaşımlarına bakabilirsiniz. Acaba, bu rabıta tartışmaları sırasında Filistin'i unuttular mı, unutmadılar mı? Takip ettiğim kadarıyla konuşuyorum: Unutmadıklarını görüyorum. Üstelik, yine İsmailağa hocalarının, Filistin meselesi üzerine son bir yılda yaptıkları konuşmalar-vaazlar Youtube'da mebzul miktarda bulunmaktadır. Hatta bu konuda Mehmet Görmez'in yaptığı etkinliklerle İsmailağa'nın hocalarının yaptıkları karşılaştırılsa, işin süksesini/satılışını bir yana koyuyorum, hocaların yaptığı yanında Görmez'in yapabildiklerinin devede kulak kalacağını düşünüyorum. Çünkü bu hocalar Anadolu'nun her yerindeler. Bazıları da zaten Diyanet'te bizzat görevliler. Elbette ellerinin ulaştığı her yerde Filistin heyecanını canlı tutmaya çalıştılar. Sanki böyle yapmamışlar gibi rabıta tartışmalarını anmak onların hakkına girmektir. Allah'tan korkmak gerekir. (Hatta ben de bir Filistin etkinliğinden İsmailağa cemaatinin tuttuğu otobüsle dönmüştüm. Beylikdüzü'ne gittiklerini duyunca iki arkadaş hemen atlamıştık. Dönüş yolunda bile Filistin hakkında yapılması gerekenlere dair nasihatte bulundular. Bu böyle değilmiş gibi lanse etmek Mehmet Görmez'e yakışık alıyor mu?)

Diğer maddeye gelince... Onu da ikiye ayıracağım: 1) Mehmed Görmez'in aynı eleştiriyi daha başka kimlere yaptığını azıcık sigaya çekerek konuyu açmak istiyorum. Misal: Türkiye Gazze'de bebek cesetleri toplanırken olimpiyatlara gitti. Türkiye Gazze'de bebek cesetleri toplanırken Avrupa kupasına katıldı. Türkiye'nin kültür bakanlığı, belediyeleri, okulları, bilmem daha neleri, Gazze'de bebek cesetleri toplanırken türlü şekil etkinlikler düzenlediler. AK Partili belediyelerde bile konserler kesilmedi. Üniversiteler zaten mevzua kenarından girdiler. (Boykot konusuna hiç girmek istemiyorum. Onda nasıl döküldüğümüzün misalleri hem insanın içini yakar hem de saymakla bitmez.) Yani, Ahmet Kaya'nın da dediği gibi, 'Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe...' devam etti gitti süreç. Şimdi, sanki tüm bunlar olmamış gibi, hep beraber hepsini seyretmemişiz gibi, ortaya birtek İsmailağa'nın düğünle-defle ilgisi olmayan rabıta mevzuunu atmak müstakim görünmüyor. İyi niyetli gelmiyor. Keloğlan gibi "Adaletin bu mu cazgır?" diye sorarlar adama. Görmez, önce düğün evlerinin defini sustursun da, gelsin, ondan sonra ölü evinin yasına son versin. Ha, yemiyorsa, ağzın açılmıyorsa, buraya da bed konuşma bari.

2) Mehmet Görmez'in İsmailağa'nın üstüne ne başardığını sorgulayarak açacağım bu meseleyi de... Evet. Benim takip ettiğim: Mehmet Görmez Gazze'ye müdahale etmek için ordu falan toplamadı. Zaten böyle bir müdahale çağrısı yaptığını da hatırlamıyorum. Onun da yaptığı en fazla konuşmaktı ki bu sıralar lâftan daha bolunu-ucuzunu bulamıyoruz zaten. Maşaallah. Herkes konuşuyor. Herkes kınıyor. Herkes Filistin konulu aforizmaların-edebiyatın gözüne basıyor. Peki icraat? İcraat yok. İcraat sıfır. İcraat birtek Hamas'ta var. Biraz da topa şiiler giriyorlar işte. Yemen'de Ensarullah, Lübnan'da birazcık Hizbullah, İran o kadar. Şiilere de pek güven olmaz ya, neyse, şimdi Caferîlik mevzuunda kafası karışık bir eski Diyanet İşleri Başkanını bu konulara çekip küstürmeyelim. Sadede gelelim: Mehmet Görmez, konuşmak dışında, ne yapabiliyor ki İsmailağa'ya hesap soruyor? Üstelik, yukarıda da belirttim, İsmailağa cemaati vaaz u nasihat yekününde Mehmet Görmez'i bine katlar. Halkın kılcallarına kadar ulaşır onların hocaları. Her semtte bir medreselerini/hocalarını bulursunuz. Sohbetlerine katılabilirsiniz. Hal böyleyken şu artistliğe gerek var mı? Hamas kızsa insan birazcık anlar. Ama sen?

Hülasa: Ben bu eleştiri de insaf görmedim. Cenab-ı Hakkın İsmailağa içindeki ihtilafı hayra çevirmesini dilerim, o ayrı, o lazım. Birbirlerine yaptıkları ağır eleştirileri de gördüğümde üzülüyorum, o da bir tarafa, fakat amelde onların önüne geçildiğini-geçebildiğimizi de düşünmüyorum. Hamiyetli insanlardır. Gayretli bir cemaattir. Aleyhlerinde olmakta hiç hayır görmüyorum. Mehmet Görmez Hoca'yı da kardeşçe ikaz ederim. Daha fazlası elimden gelmez. Nihayetinde traktörün en son tekeriyim. Ne diyelim. Allah bizi istikamete hidayet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi-hürmeti seyyidi'l-mürselin. Ve bi-hürmeti Taha ve Yasin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.

30 Ocak 2022 Pazar

Bu yol Mehmet Görmez'i nereye götürür?

Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'e atfen böyle bir söz dolaşıyor: "Bir hadisin isnadı ne kadar sahih olursa olsun, metninde aranması gereken ilk özellik, Kur'an'a uygun olup olmadığıdır." Kanaatimce bu çok kusurlu bir yaklaşımdır. Sıradan insanın kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmesidir. Neden böyle söyledim? Çünkü Kur'an'a uygunluktan bahsedildiği zaman, kimse Kur'an'ı vahyeden Allah'ın ilmine, yani o kelamdan kastettiği muradın katmanlarına tastamam sahip olamayacağından, (esasında 'Allah' olamayacağından) aslında bahsedilen şey "Benim Kur'an'dan anladığıma uygun mudur?" zeminine inecektir-düşecektir. 

"Anladığıma uygun mudur?" denildiği anda da âdemoğlu kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmiş olarak bulur. Doğrusu şu olmalıdır gibi geliyor bana: Senedi sahih rivayeti anlamada müşkülat çekiliyorsa müteşabihler muhkemlere havale edilmelidir. (Nitekim Kur'an'daki müşkülat hakkında uygulanan kaide de budur.) Elhamdülillah. Aleyhissalatuvesselamdan sahih rivayet bir tane değildir. Binlercedir. Onbinlercedir. Onlarda görünen mizac-ı beyan-ı mübareki ortadadır. 

Bütünlükte görülen ruh parçalarda boğulmayı önler. 'Aşırı yorum' tehlikesi varsa metnin bütünlüğü zaten bizim kurtarıcımızdır. Peki bu ne demek? Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'da isabetle dikkat çektiği birşey: Bir yazar, sözgelimi 'komünizmi yermek' niyetiyle bir kitap kaleme almışsa, içinden hiçbir parça kesilerek "Bu yazar komünizmi çok severdi!" denilemez. Çünkü metnin bütünlüğü çerçeveyi oynanmaz kılar. 

Şimdi soralım: Aleyhissalatuvesselamın hadislerinin bütünlüğü, ehl-i sünnet simasında yansıyan o pâk güzellik, müşküle düştüğümüz rivayetleri aydınlatmaya yetmiyor mu? Ulemamızın kütüphaneler dolduran izahları kâfi gelmiyor mu? Neden önce onlara müracaat etmek yerine Kur'an'a, aslında ondan bizim anladığımıza, gidiyoruz? Bu sıçrama neden? 

Bu sıçramanın niyeti, suizannımca, iki amaca dayanıyor: 1) Önce Kur'an sünnetsiz bırakılarak, geometrik ifadesiyle, iki noktadan geçen tek bir doğruyken, tek bir noktadan geçebilecek çok sayıda doğruya döndürülüyor. Cevamiü'l-kelîmliği mizansız suistimal edilmek isteniyor. 2) Niyet hadis dövmek olduğu için, onların yeri de ümmet nazarında pek yüksek bulunduğundan, çocukların güç yetiremedikleri hasma karşı abilerini çağırmaları nevinden, hadis-i Resulullah'a karşı kelamullah çağrılıyor. Hadis hadislere arzedilmiyor. Bu yapılırsa galip gelecek yine hadis çünkü. Halbuki galip gelmesi değil kaybetmesi umuluyor.

Yukarıdaki misali de biraz açalım. Geometride temel öğretilerden birisidir: Birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnızca tek doğru geçer. Tek bir noktadan ise sayısız doğru geçebilir. Ben bunu sünnetin Kur'an yanındaki fonksiyonunu anlamada çok yardımcı bir misal olarak görüyorum. Aynısını yapıyor çünkü. Kur'an bir nokta. Üstelik cevâmiü'l-kelîm özelliği var. Vahyin beyanları 'Çok anlama gelebilir' nitelikte. Bediüzzaman'ın tabiriyle: Kısa söylemiş ta uzun olsun. Bu da içinden çok sayıda doğru geçebilir hale getiriyor. (Bid'a fırkaların tarihteki serencamı durumun şahididir.) Sünnet ise ikinci nokta. Onu da koyduğunuz zaman doğru tekleşiyor. Hep ekalliyette kalmış gayrısının rağmına ehl-i sünnetin ana omurgalığını devam ettirmesi bu iki nokta sayesindedir. 

Şimdi, bütün bu tecrübeyi bir kenara bırakarak, hadisleri silbaştan tartışmaya açarsanız, Kur'an zaten hadislerle anlaşılıyor, ikinci noktayı uçurursunuz. Bindiğiniz dalı kesersiniz. Hatanın haritasını takip edelim: Hangisinin hadis olduğu nasıl anlaşılacak? Kur'an'a sorularak. İyi de Kur'an hadislerle anlaşılıyor. Sözgelimi: Namazla ilgili hadisleri Kur'an'a sorarsak, Kur'an'daki namazla ilgili ayetler bu hadislerle anlaşılıyor, Kur'an'ı anlamanın yolunu kendimiz budamış olmaz mıyız? 

Adam oturuyor hadislerin başına, "Kur'an'da şu yok, bu yok, o yok!" diye Kasap Haydo gibi doğruyor. Yahu Kur'an'da göremediklerin tamam olsun diye o hadisler bildirildi. Göremediklerin üzerinden onları eleyesin diye değil. Bu mantık(!) otomatikman sünneti Kur'an'a risk algılıyor. Bunu da bir misalle açmak isterim. Diyelim: Bize bir kullanma kılavuzu verilmiş. Bir de yardımcı kılavuz verilmiş. İkincinin verilme nedeni birinciyi doğru anlamak. Sen tutup "Birincide olmayan şeyler var!" diye ikinciyi çöpe atarsan ahmaklığın cetvelle ölçülmez olur. Cenab-ı Hak öylelerden olmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.


4 Temmuz 2016 Pazartesi

Sakal-ı şerife düşmanlık etmek veya ergenlerin efendiliği...

"Herkesi körlükle suçlarken ben de en az onlar kadar kördüm." Yalan Labirenti filminden...

Filmini izleyenler bilmez ama kitabını okuyanlar hatırlayacaktır. Kon-Tiki'de, Thor Heyerdahl, bir kâşifin başından geçen ibretlik bir hâdiseyi aktarır: Kâşif, kutup seyahatini gerçekleştirmeden önce, bölgede yaşayan Eskimoların çadırlarının düğmelerini kemikten yaptıklarını görür. Bu hassasiyetlerinin 'hikmetten' değil 'cahillikten' kaynaklandığını düşünerek 'daha sağlam olur' düşüncesiyle kendisininkini metalden yaptırır. Çadırını kurup içine gireceği bir gün şunu acıyla tecrübe eder: Metalden yapılmış düğmeler soğukta açılmamaktadır. Çadırın dışında atlattığı donma tehlikesi hem ona hem Heyerdahl'a yerlilerin tecrübelerine karşı daha anlayışlı/saygılı olmayı öğretir. "Modern insanının da bilmediği şeyler vardır." Ve Heyerdahl, kendi seyahati boyunca, yerlilerin tecrübelerine ve tavsiyelerine 'birer hazine' gözüyle bakar.

Modern zamanlar bizi en çok şu noktada kibre sürükledi: İnsanlığın son iki yüzyılında öyle şeyler keşfedildi ve üretildi ki, önceki nesillerin hayallerinde bile yoktu bunlar. Buradan Karunvarî bir kibre kapıldı çağımız. Zamanları herşeyin en iyisinin bilindiği zamanlardı. Kendilerine bu kemal 'ilimleri sayesinde' verilmişti. Çıkış her anlamda daha yukarıya doğru ve sürekliydi. Peki öncesi? Öncesi cehaletti. Öncesi vahşilikti. Öncesi bedeviyetti. Öncesi tastamam karanlıktı. Oralardan öğrenilecek birşey yoktu. Aksine öğretilecek çok şey vardı. 'Ergenlerin efendiliği' dönemi başladı böylece. İhtiyarların öğretecekleri giderek azaldı. Hatta kalmadı. Gençlerin öğretecekleri arttı.

Bu, bizi 'yaşla gelen tecrübenin' tarih boyunca yaşamadığı şekilde gözden düştüğü zamanlara uyandırdı. Geçmişe dair herşey bu kibirle karışık öfkeden payını aldı. Hor görüldü. Küçümsendi. Görmezden gelindi. Firavun gibi; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soruyordu modern bilimler her çağa. "Hayır!" diyen hangi dönem varsa Hz. Musa ve Hz. Harun'un (a.s.) çilesinden bir pay da onlara düşüyordu. İmaj ve Takva'da şöyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu; “Modern hayat ile birlikte hayatın değişmeyen yönü önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.” Bediüzzaman'ın İhtiyarlar Risalesi'ni telif edişi ve geriatrinin (yaşlılık biliminin) ortaya çıkışı arasındaki ilgiye dair bir yazıda şöyle dokunmuştum bu konuya:

"Hakikaten her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde eskiye dair malumatı olanların ayakta kalabilmesi ve dahi kıymetli kalabilmesi çok güç. En nihayetinde gençlerden bulabildikleri tek karşılık (en iyi ihtimalle) 'küçümseyici bir şefkat' oluyor. Dikkat ediniz, mazide olduğu gibi saygı içeren bir şefkat değil bu. İçeriğinde küçümseyicilik var. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir kavram haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş. Bu yönüyle ihtiyarlar da ancak 'acınmayı' alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor."

Günümüzde bazılarının 'İslam geleneği' denilen ama aslında İslam'ın ta kendisi olan herşeye karşı besledikleri düşmanlıkta da aynı kibrin izlerini görüyorum ben. Bu insanlar Asr-ı Saadet döneminde yaşamış insanların veya salih haleflerinin Kur'an'ı ve Allah'ın marziyatını bizden daha iyi anlamış olmalarına katlanamıyorlar. Evet, katlanamıyorlar, çünkü bu modernizmin onlara yaşattığı yüceleşme keyfine uygun düşmüyor. Anlamaya çalışmaktansa dalga geçmek, hikmet aramaktansa topyekûn reddedip ayakları altında çiğnemek daha kolay ve keyfe uygun geliyor. Böylece İslam içre olduklarını iddia ettikleri halde modernist kibrin dibine vuruyorlar.

Sakal-ı şerif ziyareti meselesini de bundan uzakta görmüyorum. Sakal-ı şerife düşmanlık takva hassasiyetinden kaynaklanmıyor. 'Eski müslümanlara müslümanlık öğretme' arzusundan kaynaklanıyor. Öyle ya, eskiler hata yapmazsa, yeniler 'daha iyisini' nasıl öğretecek? Ceptelefonundan veya bilgisiyardan daha farklı/fazla/başka birşey olmamalı onlara göre din. "Ceptelefonunu kullanmasını babama ben öğretiyorsam, sakal-ı şerifin ziyaret edilip edilmeyeceğini de babama ben öğretirim." Olay tamamen bu. Bu kibir, twitter'da yazıştığım bazı gençlerin sakal-ı şerif ziyaretini 'peygamberin idrarına tapmak' olarak tarif etmesiyle iyice ayyuka çıkıyor.

Bu bile-isteye aptallıkla nasıl başedeceğiz? Cehl-i mürekkep cehl-i basite dönüşmeden cahil neyi öğrenebilir? Kabe'ye doğru secde etmek Kabe'ye tapmak mıdır? Bayramda ebeveyn elini öpmek ebeveyne kulluk mudur? Hadi, bunları çabuk geçelim. Allah, meleklerine Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmelerini emrediyor Kur'an'da. Onlar da ediyorlar. Hâşâ, Cenab-ı Hak böyle yapmakla kendisi kendisine Hz. Âdem (a.s.) vesilesiyle şirk mi koşturuyor? Yakaladığı her saygı ifadesini 'şirk' diye damgalayan modernist veya selefi bu kafalardan toplumda zaten mumla arar hale geldiğimiz hürmeti nasıl kurtaracağız? Geçmişe hürmet etmeyene dine hürmeti nasıl öğreteceğiz?

Zaten az kalan hürmet sembollerini hepten yasaklayarak mı? Mehmet Görmez Hoca'nın bulduğu çare bu mu? Sonra işimiz çadırın dışında kalan kâşifin işine dönmesin? Biz de 'dini daha doğru yaşayalım' derken küfre batmış yeni nesilleri görüp donmayalım? Özetlersem: Bu 'anlamaya çalışma' yerine 'reddetme' temayülü doğru değil. Ve kesinlikle de hayır getirmeyecek. Ben sakal-ı şerifi ziyaret ettiği için itikadı bozulan avam görmedim, ama bu kafayla Kur'an okuduğu için itikadı bozulan çok akademisyen gördüm. Çünkü 'anlamaya' değil, 'yıkmaya' bakıyor. Sakal-ı şerif ziyaretleri konusunda da 'yıkmaya bakan' hem kendisi kaybedecek hem bize kaybettirecek. (Nitekim daha bugün Mescid-i Nebevî yanında bir terör eylemine şahit olduk. Demek korkulması gereken sakal-ı şerife hürmet eden mü'minler değil. Hz. Peygamber'e (a.s.m.) hürmetini yitirmiş meczuplar...)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...