7 Temmuz 2024 Pazar
Kuşlar Bediüzzaman'ı neden heyecanlandırıyor?
Nakış bağlantıları görmekle görülebilen birşeydir. Çünkü nakışta kumaşın tekdüzeliğinden başını çıkarmış ipler/ilgiler vardır. Hikmet okumaları nakışları görünür kılar. Detayları bağlayabilirseniz nakış sahibi olursunuz. Yoksa nakışlar gizlenir. Olmadıklarından değil. Göremediğinizden. Mehirleri dikkattir.
Allah onu nihayetsiz rahmetiyle sarsın sarmalasın. Mürşidim Bediüzzaman Hazretleri kuşlardan çok ümitleniyor. Hatta heyecanlanıyor. Evet. Aynen öyle. Abartmıyorum. Onları birtür uğur sayıyor. Birnevi müjdeci görüyor. Bununla ilgili Emirdağ Lahikası'nda çok misaller var. Mesela birisinde diyor ki:
"Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylan'a dedim: 'Pencereyi aç; o ne diyecek?' Girdi, durdu, tâ bu sabaha kadar... Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm. Baktım, 'Kuddüs, Kuddüs' zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: 'Bu misafir niçin geldi?' Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu."
Başka birisinde de söylüyor:
"Ben, Berat gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ tashihiyle meşgulken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: 'Müjde mi getirdin?' İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi. Asâ-yı Mûsâ üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berât gecesinde, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allahaısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken, yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ'yı, hem Berâtımızı tebrik etmek istedi."
Üçüncü birisi ise şöyle:
"O mübarek hediyeler odama geldiği zamandan on dakika evvel, serçe kuşuna benzer bir kuş yatağımın ayağı altında gördüm. Halbuki pencereler ve kapı kapalı, hiçbir delik yok ki, o kuş girebilsin. Baktım, benden kaçmıyor. Bir parça ekmek verdim; yemedi. Kalben dedim: Üç dört sene evvel aynı burada kuşların müjde vermesi gibi, bu da müjde veriyor."
Ömrü esarette, sürgünlerde, zindanlarda geçmiş bir ihtiyar âlimin yalnızlığının şiddetinden dolayı kuşlarla bile arkadaşlık etmesi mi dersiniz buna? Alaya mı alırsınız? 'Cık, cık, cık...' mı çekersiniz? Acır mısınız? Fakat sanki fazlası da var. Hatta, ilginçtir, verdiği gıdaları yememelerinden de (önemli bir detaymış gibi) mükerrer bahsediyor. Neden? Niçin? Niye buna ehemmiyet veriyor? Mesela birincide diyor: "Ekmek bıraktım, yemedi." İkincide ekliyor: "Ekmek, pirinç verdim, yemedi." Üçüncü de tekrar altını çiziyor: "Bir parça ekmek verdim; yemedi." Bu mevzuu talebelerine her defada yazmakta acaba ne mana var? Kuşların ekmeği-pirinci yememesi bizler için ne gibi bir hikmet ifade edebilir ki?
Soruları yazdım ama cevabı bende de yoktu arkadaşlar. Ta ki 'İbrahim aleyhisselamla misafir melekleri' kıssasını bu mektuplarla bağlayana kadar. Evet. Kur'an'da Hicr ve Hûd sûrelerinde aktarılan bu kıssada ilginç detaylar var. Mesela: İbrahim aleyhisselam, ziyaretine gelmiş bu mübarek misafirlerin melek olduklarını bilmiyor, en azından başlarda bilmiyor. Ve, o yüce cömertliğine yakışır şekilde, onlara ikramda bulunmaya niyet ediyor. Hâdiseyi ilgili ayetlerin kısacık bir meali üzerinden takip edelim:
“Andolsun ki elçilerimiz İbrahim’e bir müjde ile geldiler ve 'Selam!' dediler. O da 'Selam' dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi. Fakat ellerinin o buzağıya uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku hissetti. Onlar da: ‘Korkma’ dediler! 'Biz Lût kavmine gönderildik.' O sırada İbrahim’in hanımı ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshâk’ı ve İshâk’ın arkasından da Ya’kub’u müjdeledik.” (Hud, 11/69-71)
İşte burada benim dikkatimi çeken incelik: İbrahim aleyhisselamın yaptığı 'kızartılmış buzağı' ikramına meleklerin ellerini uzatmaması. Gerçi İbrahim aleyhisselam bu hareketsizlik karşısında önce endişeleniyor. Zira misafirlerinin dost olmama ihtimali de var. Bir insanın ikramını reddetmek ona karşı duyulan husumetten kaynaklanabilir. Nitekim, enteresandır, bugün de müslümanlar ikramlarının reddedilmesini tuhaf karşılarlar. Hele İbrahim aleyhisselamın hemşehrileri (yani Urfalılar) daha tuhaf karşılar. Redd-i ikramdan hakaret manası çıkaranlar bile vardır. Osmanlı'da ihsan-ı şahaneyi (yani padişahın hediyesini) reddetmek suçtur. Yine mesela: Seferîlikte namazın kasredilmemesi Cenab-ı Hakkın ihsanını reddetmek sayıldığından hoşgörülmez. Hülasa: Nakış gibidir ahlakımız. Her yere uzanır.
Yalnız burada, Allahu a'lem kaydıyla, şöyle bir hikmet okuması da yapılabilir: Firavunlar çağında bakarperestlik o coğrafyada yaygın olduğundan, İbrahim aleyhisselam, ellerini uzatmamalarını muhataplarının 'buzağı ikramını hoşgörmeyecek itikatta olduklarına' yormuş olabilir. (Belki de onlar bakarperesttirler?) Bugün de Hindistan coğrafyasındaki müslümanlar, sırf kurbanda sığır kestiklerinden dolayı, zulümlere maruz kalmaktadırlar. İbrahim aleyhisselamı da endişelendiren belki buna benzerdir.
Mürşidim, 20. Söz'ünde, hayvanlara tapma hastalığının İsrailoğullarına da tesir ettiğini, bunun delillerinden birisinin de 'icl hâdisesi' olduğunu söyler. Yani, Sâmirî'nin, Musa aleyhisselamın yokluğunda, İsrailoğullarından bir kısmını buzağı heykeline taptırabilmesi, onların seciyelerine kadar işlemiş işte bu HAYvanlara TAPma (büyük harfler klavye hatası değil) teolojisinden kaynaklanmaktadır:
"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler.
İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder. Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır."
Konuyu dağıttık. Geri dönelim. Ve hemen soralım: Kur'an bize İbrahim aleyhisselamın kıssası üzerinden de başka düsturlar/sırlar öğretiyor olabilir mi? Mesela? Mesela: Melekler başka canlıların, örneğin insanların, sûretlerine girebilirler. Ancak insanlar gibi yeme-içmeleri olmadıklarından ikramları bizim gibi tüketemezler. Peki sadece insanların sûretlerine mi girer melekler? Hayır. Fazlası da var elbette. Mesela: Mürşidim, 15. Söz'ünde, kuşların da meleklerin binekleri olabileceklerini söylüyor:
"Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler. Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste 'tuyûrun hudrun' tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler."
Eh, evet, toparlayalım: İbrahim aleyhisselamın ikramına dokunmayan misafirleri akabinde ona müjdeler getirmişlerdi. İşte bu dersten hareketle diyorum ki: Bediüzzaman da umulmadık şekillerde misafiri olmuş kuşları ikramlarıyla sınıyordu belki. İkramını reddettiklerindeyse umutlanıyordu. Çünkü hayvanlığın seciyesinde ikramı reddetmek yoktur. Melekliğin seciyesinde vardır. Onlar bir haneye teşrif ettiklerinde arkası müjdedir. Mürşidimin böylesi küçük heyecanları bile ne güzeldir. Arkasını tefekkür etmek Kur'an'a götürür. Elhamdülillah. Cenab-ı Hüda ona gökteki kuşlar adedince rahmet eylesin. Kabrinde kıyamete kadar müjdelerle meşgul kılsın. Bizi de şefaatine kabul buyursun. Âmin. Âmin. Âmin.
19 Temmuz 2023 Çarşamba
Kıyamet de belki son ısırığımızdır
Konu ‘biz’ değildik çünkü. Hiçbir zaman olmadık. Dolayısıyla yalnız bize, parçalığımızla bize, dair olanlar da merkeziyeti teşkil etmedi. Aksine, biz, bütüne dair oldukça varlığın gündemini meşgul ettik. Melekler ayaklarımıza nurdan kanatlarını serdilerse bu yüzden serdiler. Felekler bekledilerse milyarlarca sene gelmemizi bu sebepten beklediler. Fakat, kabul, başka olduğumuzdan da haberdar kılındık bir kere. Vahdetin tahtından Ehadiyetin bahtına sıçradık. Manzara bizde özetlenerek yansıtıldı. Bizde özetleneni tanımak özetle bize de bahşedildi. Bu arada âlem de bizde özetlenmişti zaten. Biz de kendimizi özetledik. Üstelik özetle ‘başkaları’ da bildik. Varedilen aldığından kolay vazgeçemez. Zat-ı Kudretin 'Ol'una şahit olmak 'Ol'anların aklını başından alır. Tutunur. Tutkulanır. Tutuklanır. İşte hayvaniyetimiz varlığını böyle isbat eder. Parçalığımıza dair herşey hayvaniyetimize de bakıyor. Parçalayan hayvandır. Hayvanlar yalnız parçalar. Fakat, biz, parçasını aşması murad edilmiş parçayız. Yüzü bütünleştirmeye bakan da yalnız biziz.
O kadar güzeldir ki varedilmek. ‘Ol’la tanıştırılmak o kadar güzeldir ki… İlim kudrete âşık olur yaptığından. Kudret ilme hayret eder bildiğinden. Şarabı dahi sarhoş eder mestliği. İmtihansa mezkûr mestliğin keskin bir şuura dönüşmesi düzeyinde başladı. (Beşeriyet hayvaniyet sarhoşluğundan ayıldı.) İnsana kadar herşey mestti. Eylerdi ama eylediğini düşünmezdi. Pervaneydi. Yanardı da yanmak nedir sormazdı. Bilmeden yansıtırdı. Bilmeden severdi. Bilmeden överdi. Bildirirdi yine bilmeden. Gösterirdi yine görmeden. Sezdirirdi yine sezmeden. Lakin biz bin hikmetle ayıltıldık. “Yanmak nedir?” sormaya başladık. Kendimizde bir bütünlük vardı. Tamam. Bunu anlıyorduk. Ancak şunu da biliyorduk ardından hemen: Karşımızda başka bütünlükler de vardı. Tanıyorduk onları... Ki tanımlayabiliyorduk. Parçalıyorduk.
Âdem aleyhisselama öğretilmişti isimler. Sırr-ı Tâlim-i Esma. Eyvallah. Maşaallah. İsim bilen isim de verir. Ne demek isim vermek? İsmini bildiğin herşeyin bir bütünlüğü vardır demek. Onda bir bütünlük, dışından ayırabildiğin bir bütünlük, tanımlayabildiğin için isim verirsin. İsmiyle beraber o ayrı şey bilinir böylece. Parça ayrılabilir bütününden. Tanıyamasaydın veremezdin. Parçalayabiliyordun ki verebildin.
“Nefis ne zaman girecek olaya?” Acele etme. Oraya geliyoruz. Evet. Diğer bütünler olmasa bizim bütünlüğümüz de devam etmiyordu. Onlara muhtaçtık. Susuzluğumuz içmeden geçmiyordu. Açlığımız gıdasızlıkla başedemiyordu. Acizdik. Fakirdik. (Bunlar parçalığın kanıtlarıydı.) Ancak kendi bütünlüğümüz devam etmeyince de diğer bütünlüklerin anlamı kalmıyordu. (Biz olmazsak herşey hiçti.) Herşeyi ancak kendimizle bilebiliyorduk. Yani kendimize de epeyce muhtaçtık. (Bu da parça değil bütün olduğumuzu sanrılatıyordu.) Neticede bu girift ilişki nedeniyle 'vicdanımız' ile 'nefsimiz' arasına sıkıştık. Vicdan bize 'bir bütünün ancak parçası olduğumuzu' söyleyip duruyordu. Minnettarlık telkin ediyordu. ‘Uygun adım’ yürümeyi öneriyordu. Başkaları da önemsiyordu mecburen. Ben'imizi detaylaştırıyordu yani. Lakin nefsin mesaisi başkaydı. Başkalığın diğer uçta en şiddetli hissedildiği yerdi nefis. Varlığımızın has dairesini korumaya yatkınlaşmış yanımızdı. Yahut da biz onu böyle sanıyorduk. Onu hep bu tarafından besliyorduk.
Hangisini beslersen o galip gelir. Hak Teala, şeriatı emretti ki, başkalığımızı vicdanından besleyelim. Benliğimizi nefsimizden doyurmayalım. Bütüne dönük manalar doldursun her yanımızı. Parçanın rahatı bütündedir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” Hem parçalığımızı doyurdukça parçalayacağız. Hem de parçalanacağız. Çünkü biz de nihayetinde onun parçasıyız. Dişlediğimiz özbir etimizdir. Yani bütünü parçalamak kendimizi de parçalamaktır. “İman bir intisabdır!” diyen mürşidim ne kadar isabet ediyor. Zira imanını kaybeden şu çağ kadar parçalayıcı başkası yok. Bak hâlâ da dişleri kan kan. Kıyametini koparana kadar sürdürecek görünüyor dişlemeyi. Arkadaşım, ne dersin, belki kıyamet de son ısırığıdır ha!
15 Temmuz 2022 Cuma
Ne olacak bu evrimcilerin ana-baba hasreti?
İş yalnız burada kalsa sorun yok muhterem karilerim. "Ana-baba hasretidir..." der geçersiniz. Fakat bunlar mevzuu daha enteresan boyutlara da taşıyorlar. 'Rahmetli anacığım da bana böyle sarılırdı'dan yola çıkıp "Ulan yoksa anacığım da panda olmasın mı?" gibi absürt noktalara varıyorlar. O yüzden evrimcilerin bu tarz paylaşımlarına takılmadan edemiyorum. En yumuşağı "Memeli hayvanlarla aramızdaki benzerliklerden akrabalık fikrine gitmek doğru değil!" diyorum. Nihayetinde atalarımız da bu mantığın sağlam bir zemini olmadığını şu hakikatli sözle asırlar öncesinden tesbit etmişler: "Halanın da bıyığı olsa amcan olurdu."
Diyeceksiniz ki: "Hooop! Kendi ağzınla tuş oldun a akılsız. Halayla amca zaten akrabadır." Doğrudur muhterem karilerim. Halayla amca zaten akrabadır da 'bıyık' sorunu da ortalarında lök gibi oturmaktadır. Hal böyle olunca feleğin çemberinden geçerek gözünü açmış birisi sormadan yapamaz: "Bir küçücük bıyık iki aile üyesini birbiri olmaktan bu kadar kesin alıkoyuyorsa memeli hayvanlarla aramızdaki nüanslar bize neler yapmaz?" Öyle ya. Sadece benzemiyoruz ki. Bir sürü de farkımız var bizim. Fakat sathî nazarın en kem meziyetidir. Az bakar. Az görür. Daha azını da gösterir. Bu az-az-az birikiminden çıkan yorumlar da elbette isabet etmez. Çünkü hayır küllîdir. Büyük resim kuşatıldıkça hakikate de yaklaşılır. Parçalarsa şaşırtır.
Şer cüzîdir. Parçalara bakmak indirgemeciliktir. Evrimcilerin sırf bu tarz şeylere dikkatimizi celbedip farkları halının altına süpürmesi bir cerbezeye işaret eder. Mesela: Cinler de şuurlu varlıklardır. Melekler de Allah'a ibadet etmektedirler. Kainatı anlamak noktasında biz insanlar, hayvanlara değil, daha çok onlara benziyoruz. (Onlarla bu tarz hukukumuz memelilerden de fazla.) Öyle değil mi? Cinler de bizim gibi imtihan oluyorlar. (Hatta peygamberimiz onların da peygamberi.) Melekler de bizim gibi kullukta bulunuyorlar. Peki şimdiye kadar hangimiz bu tür bir benzerlikten dolayı 'aramızda evrim ilişkisi olmalı' diye düşündük
Düşünür müyüz?
Elbette hayır. Çünkü imanımız (dikkat ettiyseniz müslümanlarla konuşuyorum) bize öğretmiştir ki: Cinler ateşten, melekler nurdan vs. yaratılmışlardır. Yani üstte ne kadar birbirimize benzer olursak olalım, zeminde, daha yapıtaşı pozisyonunda, hiçbir benzerliğimiz olmadığını bize Kur'an-sünnet öğretmiştir. Bu şu okuduğumuzun altında birşey daha öğretir bize: Zâhirî benzerlikler bâtının aynı olduğuna delalet etmez. Şap da beyazdır, sulfato da. Fakat tadlarının şiddet-i muhalefetiyle bile aynı şey olmadıkları anlaşılabilir. Cismaniyetiyse insaniyetin ancak kabuğudur. Biyolojimiz şapla sulfatonun beyazlığı gibi bir benzerliktir. Karilerim, dikkat edin, evrimcilerde indirgemeciliğe maruz kalırsınız. Onlar insanı kabuğundan ibaret sayarlar. Kabuklaştırırlar. Yumurtada kalandan uçan tavus kuşunu tavsif ederler. İşte indirgemecilik budur.
Bir de muhterem karilerim, bu arkadaşlar, benzerliğin "Kesin ondan gelmiştir!" tarzı bir zaruret gerektirdiğini dayatıyorlar. Peki bu sahiden bir zaruret midir? Herşeyi yaratan tek bir Allah'a iman edenler için benzerlikler ustanın sanatında bıraktığı imzalardır. Kaşelerdir. Nişanlardır. Hâtemlerdir. Mühürlerdir. Sikkelerdir. Tuğralardır. Şiddetleri başka başkadır. Etkileri boyut boyuttur. Aşkın simetri farklı şekilleriyle kainatı kuşatmıştır. O Sultan nasıl dilerse öyle eyler. Evet. Bilmem kaç milyon ışıkyılı uzaklıkta dünyaya tıpatıp benzeyen bir gezegen bulunsa, biz bu benzerlik üzerinden, "Kesin dünyadan kopmuştur!" diye çıkarımda bulunmayız. Böyle bir mecburiyet hissetmeyiz. "Bir olan Sultanımız onu buna benzetmiştir!" deriz. İkisini yaratan bir olduğuna göre, benzerlikleri nasıl iktiza buyurduysa, öyle koyması şanındandır.
Bir de utanmadan "Evrim tevhide daha uyumlu!" falan diyorlar. Vay arkadaş. Evrim tevhide uyumlu değil. Daha çok Allah'ın kudretine bir sınırlama iması. Nasıl? Açmaya çalışayım: Ben bir mutfağa girsem, tat olarak, renk olarak, koku olarak benzer yemeklere rastlasam, bunları 'birbirinden gelme ilişkisi'yle açıklamaya mecbur değilim. Çünkü aşçıyı inkâr etmiyorum. Pekala diyebilirim ki: Bir aşçı hepsini ayrı ayrı yapmıştır. (Aşçıyı inkâr edense benim gibi diyemez. O açıklamayı yemekler arası ilişkilerde bulmak zorundadır.) Peki ya benzerlikler? Aşçının aşçılık şanı nasıl dilerse onları birbirine o şekilde benzetmiştir. Piyazın kurufasulyeden gelmesi gerekmez. Pilav milyonlarca yıl güneşte kalmış sütlaç değildir. Herşeyin hazineleri Onun yanındadır. Hepsini, değil mutlak hiçlikten, ilminden varlığa yeniden çıkarır. "Ol!" emrinin sahibine bu pek kolaydır. Evet. Evrimcilerse tıpkı filozofların 'Birden yalnız bir sudur eder' demesi gibi yataydaki benzerliklerin 'köken bağı' ile açıklanmasını zaruri görüyorlar. Herşeye gücü yeten Allah'a inanan mü'min için böyle bir zorunluluk sözkonusu olamaz ki. Apayrı fizik imkanlarına iman ediyoruz desek yeridir.
Yaşadığımız İşaratü'l-İ'caz'da anlatılana da benziyor biraz sanki: "Hüseyin-i Cisrî'nin dediği gibi, âsâr-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur. Kezalik, nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şâmil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca, tesir-i hakikîyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır."
"Sürüngenlere neden daha az benziyoruz?" diye bir sorumuz da olamaz bizim. Benzemek-benzememek varoluşumuz için bir problemi ifade etmez. Meleklere de herşeyimiz benzemiyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle insanoğlu hem nebatî hem hayvanî hem melekî yanları olan bir canlı. Hatta kainatın misal-i musağğarı. Küçük bir özeti. Herbirşeye dair benzerlikleri bulunur. Her benzerlik için birinden gelmesine gerek yok. Böyle bir zaruret durumu yok. (Zaten hepsinden birden gelmesi de mümkün değil.) Benzerlik herşeye gücü yeten Allah'ı böyle birşeye mecbur bırakamaz. Evrimcilere anlatamadığımız en çok bu gibi görünüyor. Müslümanlar olarak, dikeyde bir çözümümüz varken, yatayı hırpalamaya mecbur değiliz. Biz mutlak kudret sahibi bir ilaha inanıyoruz. Onun için tek bir nefsin ihyasının bütün varlığın yaratılmasından ayrı güçlüğü yok. (Aslında hiçbir güçlüğü yok. Allah böyle olur. Böyle olmayana da Allah denmez.) Hepsi ilminde mevcuttur. Dilediği herşeyi hiçlikten çıkarabilecek mutlak bir kudret sahibidir.
Bir de şunu düşünelim lütfen: Iphone 12 Iphone 13'e benziyor diye illa ondan gelmesine gerek yok. Hayır. Bir üretici, yapıtaşlarını yeni bir oranla biraraya getirerek, Iphone 13'ü üretiyor. Iphone 12'lere birşey ekleyip-eksiltip 13 yapılmıyor. Beşeriyet bile, mucbir bir sebep yoksa, üretim sistemini böyle kuruyor. Burada lazım olan ilim. Ve üretebilecek imkan. O ilim ve kudret ise Allah'ta zaten var. Eğer ilim-kudret Allah'ta olmasaydı, yalnız eşyada kalsaydı, elbette eşyaya kat çıkmak gerekecekti. Mesela: Iphone 13 yapmayı bilmiyorsunuz, ama anteni nasıl uzayacak biliyorsunuz. İşte, o zaman Iphone 12'yi alır, antenini uzatırsınız falan filan. Çünkü tamamını yapamıyorsunuz. Bu sizi eldeki malzemeyi kullanmaya icbar ediyor. Allah bu noktada acze-cehalete düşürülemez ki "Benzerlik varsa kesin onu alıp üzerine kat çıkmıştır!" tarzı bir sonuca varılsın. Allah'ın durumu, la teşbih ve la temsil, birinciye benzer. Baştan yeniden yepyeni birşey yaratmaya muktedirdir. Öncekine kat çıkmaya muhtaç değildir. Bizi nasıl yaratmak istiyorsa öyle yaratır.
Her neyse. Yazıyı yine çok uzattım. Meseleyi zaten anladınız. Benzerlikleri 'birbirinden gelmenin delili' olarak değil 'Vahdet sahibi Allah'ın tevhid izleri' olarak düşünmeye yatkınlaşalım istiyorum. Böylece evrimin bizi hayvanlardan bir hayvana indirgemesine de mani olabiliriz. İçimizde meleklerle yarışacak zenginlik var. Onlara inanmazsak kanatlarını açamayız. Tavuk olduğuna inandırılan kartal uçamaz. Evrim bizi 'terliksi hayvandan hallice' bir halete davet ediyor. Kur'ansa başımızı yüce bir miraca kaldırıyor. Hangisini seçeceğiz? 'Hayvanlardan bir hayvan' dersek İblis'e de söyleyecek sözümüz kalmaz. Öyle ya. Koskoca İblis. Meleklere hoca. Hayvana neden secde etsin ki? Şempanzelere secde edilir mi? Pandalara secde edilir mi? Zaten onu da secde etmekten alıkoyan bizi sırf maddemiz üzerinden tartmasıydı. Aynı hataya düşmeyelim. Hak Teala, İblis'ten kabul etmediği indirgemeciliği evrimcilerden kabul edecek değildir, vesselam.
5 Ekim 2021 Salı
Kristal ışığı bitirebilir miymiş hiç?
Bizden birisi söylese itibarı olmaz. Zira müslümanın kanı acıdır. Ama Michio Kaku Einstein'dan Ötesi'nde diyor ki: "Bilim insanlarının küçük bir azınlığı, aralarında Nobel ödülü sahibi Eugene Wigner da vardır, ölçümün bir tür bilinç ima ettiği görüşünü savunmaktaydı. Onlara göre ölçümü yalnızca bilinçli bir kişi veya varlık yapabilirdi. Dolayısıyla, maddenin tümünün varlığı (kuantum mekaniği uyarınca) ölçmeye, evrenin varlığı da bilince dayalıdır. Bunun insan bilinci olması şart değildir. Evrenin başka herhangi bir yerindeki akıllı yaşam ve hatta bazılarının öne sürdüğü gibi tanrı da olabilir." Maşaallah diyelim o vakit biz de bu nasipli azınlığa. Zira, yolu uzatmak kabilinden de olsa, Allah'ın Vacibü'l-Vücudluğuna yaklaşmışlar. 'Olmazsa olmazlığını' kenarından-köşesinden kavramışlar. Kuantum fiziğinin varlık için şart koştuğu ölçen-ölçülen, gözlemci-gözlenen bağından ta buralara kadar varmışlar. Yahut Bediüzzaman gibi söyleyelim arkadaşım: "Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine..."
Buradan şuraya geçeceğim: Geçenlerde halasının kristali sayesinde yeğenime bir ışık gösterisi yaptık. Pencerenin önüne tutup bütün odayı renkli parıltılarla kapladık. Onları izlerken ben de şunu farkettim: Parıltılardan bazıları, tıpkı bir güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, yörünge çiziyor. Kristalin hareketiyle başka bir parıltıyı tavaf ediyor. Elbette bunun yaşadığımız dört boyutlu âlemde bir açıklaması var. Nasıl? Şöyle: Herbir yansımanın kristalin bir bölümüyle ilgisi var. Yani oranın cilvesi. Ve o bölgelerin de birbirleriyle geometrik ilişkisi mevcut. Bu matematiksel ilişki duvardaki yansımalarda bir yörünge görünümünü netice veriyor.
Kristaldeki düzen duvara mesafeye göre genişleyen bir düzeyde yansıyor. Tamam. Ama ya uzay dediğimiz şey de böyleyse? Ya bizim "Taş gibi madde canım!" dediğimiz şeyler daha üst/çok boyutlu âlemlerden bu boyuta düşen yansımalarsa? Biz kendi gerçekliğimizde bu tecrübeyi madde olarak yaşıyoruz. Lakin eğer bir görüntü olsaydık, yani iki boyutlu olsaydık, o zaman duvardaki yansımalar da bize gerçek olacaktı. Belki bildiğimiz tek madde de o olacaktı.
Vahdetü'l-Vücud'a falan gitmeyeceğim. Hiç korkmanıza gerek yok. Varmak istediğim yer başka. Kitapta "Daha Çok Boyutlu Bir Uzaya Yolculuk" başlıklı bölümde bu soruya da cevap oluşturabilecek izahlar var: "Eğer daha fazla boyutlu bir varlıkla karşılaşsaydık, önce etrafımızda endişe verici bir şekilde dolaşan, giderek yaklaşan, etten yapılmış üç küre görebilirdik. Etten küreler bizi yakalayıp daha çok boyutlu uzaya fırlattığında üst evrenin yalnızca üç boyutlu kesitlerini görürdük. Nesnelerin ortaya çıktığını, renk değiştirdiğini, ölçülerinin büyüyüp küçüldüğünü ve sonra birdenbire ortadan kaybolduğunu görürdük. Bu nesnelerin aslında daha fazla boyutlu bir nesnenin parçası olduklarını anlayabiliyor olmamıza karşın, tümünü veya daha fazla boyutlu bir uzayda yaşamın nasıl olacağını gözümüzde canlandırma imkanı bulamazdık."
Yani az boyutlular çok boyutluların algı düzeyine çıkamıyor. En azından günümüz fiziği böyle bir sınırdan bahsediyor. Yıldızlararası/Interstellar filmini izleyenler de orada 'daha üst boyutlu canlılar' hakkında bir diyaloğu anımsayacaklar. (Galiba karadelikten geçerken böyle varlıklar konuşuyorlardı.) Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim: "Gelecek onlar için bir dağa çıkmak gibi olabilir..." diyorlardı. Veya "Geçmişe gitmek bir vadiye inmek gibi gelebilir." Yani bizim boyutumuzda imkansız görünen bu işler, zamanda ileri-geri hareketleri, onlar için basit bir mümkünlükte olabilir. Tabii yalnızca 'olabilir.' Çünkü aklımız bir miktar o taraflara doğru uzansa da vücudumuzun başka yerlerinde bu kapasite yok. Bir saniye. Düzeltme: Bize yokmuş gibi geliyor da olabilir. Zira Miraç mucizesi inananlar için bambaşka şeyler fısıldıyor.
Miracı andık. 25. Söz'ün 2. Şule'sinin 9. Nükte-i Belagat'ında arkadaşı kılınan diğer bir meseleyi de anmadan geçmeyelim. Okuyanlar hatırlamıştır belki. Fâtır sûresinde geçen, melek kardeşlerimizin 'ikişer, üçer, dörder kanatlı olması' meselesi. Mürşidim orada diyor ki: "Hem melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret (ikişer, üçer, dörder) kelimeleriyle tafsil verir." Eğer yanlış anlamıyorsam Bediüzzaman Hazretleri burada 'kanat' mevzuunu 'boyut'a yakın tefsir ediyor. Tıpkı bizim çok yönlü âlimleri anlatırken kullandığımız 'zülcenaheyn' ifadesinde olduğu gibi. (Ki mezkûr kavramın bir manası da 'iki kanatlı'dır.) "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşursak arkadaşım: Buradan anlaşılabileceklerin bir katmanını da 'meleklerin daha aşkın boyutlarda yaşadıkları' oluşturmaktadır belki. Yani 'bize göre çok boyutlu canlılar' olduklarıdır. İstedikleri vakit az boyutlu âleme girip-çıkabilirler. Lakin bizim onların çıktıkları boyuta çıkmamız zordur. Mümtaz fertlerimiz ancak bu ihsana kavuşur.
Tefekkür tefekkürü açıyor. Kendimi tutamıyorum. "Şeytanların semadan kulak hırsızlığı yaparken cezalandırılmasını da acaba bir çeşit fizikle anlayabilir miyiz?" diye düşünüyorum. Belki de bu boyutta algılayamadığımız varlıklarıyla onlar uzayda bir tür 'kütle çekim kuvveti' oluşturuyorlar. Yakın semanın dengesini bozuyorlar. Melek kardeşler de, yine çıkamadığımız o fizik düzeyinde, bedenlerini kovalayacak meteorları atıyorlar. (Çünkü göktaşları da diğer herşey gibi müekkel meleklerinin gözetiminde.) Yani bu harp bizden aşkın boyutlarda sürse de gözlerimiz görmüyor. Görünen meteor düşmesi. Yahut yine mürşidimin ifadesiyle:
"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."
Arkadaşım, affına sığınıyorum, mevzuyu çok dallandırdım. Aslında ben sana başka birşeyi anlatacaktım. "Lokman sûresinin 27. ayetinde kısacık bir mealiyle buyrulan 'Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmezdi. Muhakkak ki Allah'ın kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir!' sırrına buradan bakabilir miyiz?" diye soracaktım. "Ne hikmetle?" dersen açayım: Eğer anlamın 1, görüntünün 2, maddenin 3, zamanın da 4 boyutlu âlemlerde teşekkül ettiğini düşünürsek; düşünsene; biz daha 3 boyutluyla 4'ü, 2 boyutluyla 3'ü, 1 boyutluyla da 2'yi bitiremiyoruz; nasıl olup da Allah'ın boyutlar ötesi kelamını bitireceğiz?
Yani tek bir resmin (görüntü) üzerine cümle (anlam) olarak kimbilir kaç şey söylüyoruz? Bütün yazarlar, şairler, sanatçılar vs. aynı görüntü hakkında konuşuyorlar da bitiremiyorlar. Hep söylenecek yeni şeyler kalıyor. Sonra gelenler önce gelenlere ek yapıyor. Yine de bitmiyor. Bitirilemiyor. Hem bir nesnenin (madde) kaç kişi fotoğrafını (görüntü) çekiyor. Kaç göz görüyor. Kaç açıdan görüyor. Kaç yakınlıkta görüyor. Fakat yine de o nesnede görülebileceklerin sonu gelmiyor. Yine bir süreçle (zaman) tanıştığında varlık (madde) kaç oluş yaşıyor. Kaç şekil değiştiriyor. Kaç kez eski-yeni sahibi oluyor. Fakat yine de zaman ipinde asılı varlıkları/oluşları tüketemiyor. Yani ki: Daha az boyutta olan daha çok boyutta olanı kuşatamıyor. Bitiremiyor. Dilegetiremiyor. Yukarıdaki ayet-i celile ile belki bize böylesi büyük bir hakikatin ucu da kaldırılıyor, gösteriliyor, işaret ediliyor: Daha az boyutluların boyutlardan münezzeh/aşkın bir Allah'ın kelamını yazıp bitirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Denizler nasıl yetebilir? Ağaçlar nasıl kaldırabilir? O sonsuzluğu bu sınırlılıkların taşıması mümkün müdür? Elbette değildir.
İşte yeğenime yaptığımız kristal gösterisinden içime yansıyanlar da bunlar oldu. Tek nesneden yansıyanlar bütün duvarı sardı. Bir çiçeğe bin şiir yazıldı. Bir güzellik bin şekilde göründü. Her üst boyutun nazırı alt boyuttaki tecellilerin şahitliğini yaptı. Onların fotoğrafı da şunun gözleriyle çekildi. Varlığın o katmanı da şu gözlerde resmoldu. Belki varoldu. Belki 'Başkalarının nazarıyla baksın'a da bu hikmet biçildi. Hatta belki aslında nur-u Muhammedî aleyhissalatuvesselamın çok çok çok boyutlu hakikatinden yansıyanlar bütün evreni kapsıyor. Bütün evreni oluşturuyor. Yalnız onları görmek işi de bizde. Bizim gibi nazırlarda. Herkesin görüşü boyutu çapında. Bir kısmını yalnızca melekler görüyor. Bir kısmını biz de görüyoruz. Çünkü boyutumuzda bu kadarcığı görünüyor. Ama bu kadarcığı görünmekle de bir fotoğraf elde ediliyor. Bir varlık katmanı ölçümleniyor. En nihayet: "En doğrusunu Allah bilir!" derim arkadaşım. Sen de arkadaşına bu sınırlar içinde itimat et. Allah bizi istikametten ayırmasın.
30 Mart 2021 Salı
Taşlamak melekliğin şanındandır
Yani kimse semasında şeytan istemiyor. Casusluk istemiyor. Hırsızlık arzu etmiyor. Meleklerin tavrında garipsenecek bir durum da yok dolayısıyla. Elhamdülillah: Kur'an'ın rumuzları insaniyetin tecrübeleriyle de daha bir tavazzuh ediyor böylelikle. Daha doğrusu: Teknolojimiz böylesi ezelî-ebedî hakikatleri anlamaya merdiven oluyor. Ki zaten 15. Söz'de mürşidim de seküler darlanmaları böylesi bir genişliğe çıkarmaya çalışıyor. Hatta ahirde diyor: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet."
Yani bu taşlama işi de bir kanun işi. Her semada sürmesi gereken bir cihad. Her cephede sürmeli. Semamız olarak gördüğümüz hiçbir yere şeytanlar sokulmamalı. Hatta birey de tefekkürle şeytanını recmetmeli. Çünkü kalbi de onun semasıdır. İtikadı da bir nevi semadır. Dininin semasıdır. İçtihad Risalesi'ne döndüğümüzde 'arzî-semavî içtihad' kavramlaştırmalarıyla şunu da apaçık farkediyoruz ki: Orada da bir recmetme ihtiyacı var. Nasıl? Bu zamanın arzî içtihadının semavî olanların katına çıkmasını engellemek lazım. Taşlamak lazım. İçtihad Risalesi de zaten bunun için yazılmış. Öylelere atılan bir gülle olmuş: "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer'iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler."
Buradan melek idrakimize de bir nasihat çıkarabiliriz arkadaşım hem. Nasıl? Bizim idrakimizde melek 'etliye-sütlüye karışmayan' değil demek ki. Ya? Semasını kolluyor. Haddi olmayanı taşlayarak uzaklaştırıyor. Cemal kadar celale de malik melekler. (Zebaniler de melekler.) Sınırlarını koruyacak izzete sahipler. Hem maşaallah: Yerde onların nümunesi sayılacak salih âlimlerimiz de aynı tavrı sergiliyorlar. Şunlar nasıl cinnî şeytanları taşlıyor bunlar da insî şeytanlara reddiye yapıyorlar. Semamıza çıkmak isteyen bid'a ehlini tardedip uzaklaştırıyorlar. "Buralara varmak, konuşmak, ahkam kesmek sizin haddiniz değil!" diyorlar. Yine elhamdülillah. Cenab-ı Hak bu semayı da kandilsiz-nursuz bırakmıyor. Meleksiz bırakmadığı gibi güllesiz de bırakmıyor. Çünkü buralarda da konuşulan tüm ümmete dairdir. Ümmetin bahtını ilgilendirir.
Sen de bu hakikatlere bakarak kendi semalarını kolla arkadaşım. Hangi semanı mesela? Mesela: Hayranlığını. Hayranlık da bir semadır. Rağbet nefsin semasıdır. Oraya çıkana meyleder. İlgi gösterir. Seyreder. Kime hayran olduğuna dikkat et. Hayreti haketmeyenlerin o semada yer etmesine karşı uyanık bulun. Taşlarını sıkı tut. Bugün bütün bir Batı (me)deniyeti İslam gençliğinin hayretini avlamaya çalışıyor. Uzanmaya çalıştığı yerleri tutarsa uzananları da yönetebileceğini umuyor. Onlara attığın taşlarda sakın hafif davranma. Melekler kadar sebatlı ol. Korkma. Her isabetinde gözden düşür birisini. Eleştir birisini. Devir birisini. Fâsık-ı mütecahirin gıybeti de caizdir. Çünkü bu utanmazları popülist semadan düşürebilecek yararlı bir taştır. Hiçbir semanı küçük görüp vazifeni boşverme. Göğünü çiğnetme. Âmin.
22 Şubat 2020 Cumartesi
Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!
Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.
Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.
Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.
Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.
Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."
Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."
İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.
9 Ekim 2019 Çarşamba
Melekleri neden göremiyoruz?
Mürşidim Mesnevî-i Nuriye'sinde birşeye uyandırıyor. Nedir o? 'Berzah' hakikati. 'Berzah' ne demek peki? 'Ara âlem' diyeyim sen anla. Bir köprü. Bir koridor. Birbirinden keskin farkları olan boyutlar arasında geçişkenliği sağlayan ve genelde her iki âlemden de hissesi olan bir üçüncü âlem. Mesela: İslamî metinlerde kabir âlemine de 'berzah âlemi' deniyor. Neden? Çünkü dünya ile ahiret arasında bir köprü o. Ölenler o ara âlemde bekliyorlar ahiretin gelmesini. Yahut da alıştırılıyorlar ahiretin gelmesine. Her iki şekilde de anlamak mümkün.
Fakat ben lafı ne kadar uzattım yine öyle! Yapsaydım ya incilerden bir gerdanlık şu yazıya. Geç olsun hiç olmasın. Hemen yapıyorum: "İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Mesela, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Bediüzzaman başka metinlerinde de 'berzah'lara örnekler verir. Hatta bir yerde der: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur." Demek berzahlar her yerde. Misal: Sütü soğumaya bıraktığınızda kaymaktan bir berzah oluşuyor. İnsanın dışıyla içini ayıran yarı ölü-yarı diri bir cildi var. Ağaç kabuklarının da böyle bir fonksiyonu olduğu söylenebilir. Hücrelerin 'seçici geçirgen' zarları mevcut. Dünyanın içindeki akkorla dışındaki hava arasında bastığımız toprak var. Daha bunun gibi nice şey, berzahlığını yaptıkları farklı düzenlerin arasında hem geçişkenliği sağlıyor, hem de birbirlerini istila etmelerini engelliyor.
Bunun bir üstü okumayı da yine mürşidimin 'arşlar'dan bahsettiği bahiste buluyorum. Ah, işte kaçamıyoruz, yine bir alıntı yapacağım: "Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar dört arş-ı İlâhîsi var: Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîzin ve Muhyînin mazharıdır. İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur. Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur. Dördüncüsü, emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır."
Bu arşlar birer 'yoğun tecelli makamı' oldukları gibi aynı zamanda, tabir-i caizse, bazı ism-i şeriflerin âlemimize dahil oluşunda berzahlık da yapıyorlar. Yani mesela 'hayat' hayatımıza daha çok topraktan dahil oluyor. 'Rahmet' hayatımıza daha çok sudan dahil oluyor. 'Hikmet' hayatımıza daha çok nurdan dahil oluyor. 'İrade' hayatımıza daha çok havadan dahil oluyor. Yani yoğunluklu tecellileri bu unsurlarda yaşanıyor. Ne hava toprak gibi bağrından canlı yeşertebiliyor ne de toprak hava kadar hızlı hareket edebiliyor. Fıtratları farklı berzahlıklara yakıştırılmış.
Ben bu perspektiften hareketle şöyle bir tefekkür geliştiriyorum meleklerin varlığının zaruriyatına dair: Bir su kabının içine içiçe sarılmış bir kumaş topu attığınızı düşünün. Ama öyle bir-iki kat değil yüzlerce kat. Sonra batırdığınız bu topu çıkarın. Katları açmaya başlayın. İlk on kat ıpıslaktır. İkinci on kat yarı ıslaktır. Üçüncü on kat çeyrek ıslaktır. Dördüncü on kat... Neyse, lafı uzatmaya gerek yok, nihayetinde bu çok katlı yapıdan dolayı topun merkezine yaklaştıkça kuru kalan yerlerin olduğunu farkedersiniz. Fakat bu kuruluk keskin bir geçişle olmaz. Dediğim gibi: Arada farklı ıslaklık aşamalarında ara gruplar bulunur.
Aynen böyle de Cenab-ı Hakkın 'Hayy' ism-i şerifi ile cansızlığın mevcut olduğu bu âlem arasında da berzahlara ihtiyaç vardır. (Allah, Kur'an'ın da buyurduğu gibi 'muhît'tir, yani herşeyi kuşatır.) Bunlardan birisi de 'âlem' olarak 'melekler âlemi'dir. 'Şey' olarak da 'melek' kardeşlerin kendileridir. Onlar da ism-i Hayy ile cansız şeyler arasında çok yönlerden berzahlık görevi görürler. Yani âdeta şu âlem onların kumaşına sarılmıştır. 'Sonsuz dirilik' ile 'ölülük' arasında berzahlık ederler.
Bu berzah neden gereklidir peki? Çünkü Cenab-ı Hak esbabı tasarrufuna perde yaptığı gibi melekleri de emrine perde yapar. Bediüzzaman'ın dediği gibi 'azameti' öyle iktiza eder: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Akıl ancak bu katmanlı yapı üzerine küçük küçük düşünerek mesafe alabilir. Biz Allah'ın ne kadar yüce olduğunu kendilerine ebat atfedebildiğimiz şeyleri birbirlerine kıyaslayarak bir derece farkedebiliriz. Hayretimizi, ama mutlaka ucu açık olarak, geliştiririz. Tutuşur vaziyette tutmaya çalıştığımız bir ateş Cenab-ı Hakkın güneşte tezahür eden büyük yaratışını kavramaya kapı olur. Büsbütün malum olmaz ama sezilir olur.
Uzatmayayım. Sadede koşayım. Kainatta varolan hikmet de bizi meleklerin varlığına inanmaya mecbur eder. Çünkü hikmetin olduğu yerde bir düzen de vardır. Düzenin varolduğu yerde emir de vardır. Bu emirlerin şahitliğini cansızlar taşıyamayacağına göre, çünkü cansızlar emri anlayacak şuurlu varlıklar değillerdir, evrende bu cansızları herbir yanından/detayından sımsıkı sarmış şuurlu bir katman da olmalıdır. Olmalıdır ki şu şuursuz şeylerin yaptığı şuurlu işlerde şahitliğin görevleri âtıl kalmamalıdır. İnsanın şuuru âleme yetmez. İnsan âlemde olan bitene yetişemez. Herbir yağmur tanesinden tutun sema katlarına kadar emirlerin canlılık berzahını melekler icra ederler.
Güvercine yuvasını bulduran kuş beyni değil meleğidir. Arıya yön gösteren içgüdüleri değil meleğidir. Somon balıklarına doğdukları yeri bulduran navigasyon değil melekleridir. Ancak meleklerin yaptığı bu berzahiyet de onların 'tasarrufu' sayılmaz. Yaratıcı değillerdir. Şahitlerdir. Tıpkı bir bebeği emziren annenin o rızkın yaratıcısı değil şahidi olması gibi. Rızkı yaratıp bebeğin herbir hücresine ulaştıransa elbette Rezzak-ı Hakiki olan Allah'tır. Vesileler, yaratmak için değil, oluşun şahidi olmak için vardır. Oluşun şahitleri aynalarıyla manzarayı daha da zengileştirirler.
Peki melekler madem varlar da biz neden onları göremiyoruz? Çünkü bizden daha üst bir hayat mertebesindeler. Bir amip kendi cinsinden olan hayatları farkedebilir. Ancak insan hayatı diye birşeyi bilmez. Onun şuuru, görüşü, farkedişi, kavrayışı, ancak kendi katmanındaki hayatları kavrayabilmek için yeterlidir. Bir amip diğer bir amip hücresini farkedebilir. Ancak bir insan nasıl birşeydir? Amip bunu bilmez. İnsanın derisi üzerinde gezmek onun için herhangi birşeyin üzerinde gezmek gibidir. Değişikliği farketmez. Biz de melekleri onların sahip oldukları yüksek hayat seviyesinden dolayı farkedemiyoruz. Fakat kalp, akıl ve vicdanımız her iki âlemle de irtibatlı olduğu için, onların üzerine düştüğümüz miktarca, bir farkediş yaşıyoruz.
Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da 'Elif-Lâm-Mim' tefsirini yaparken Elif'in Allah'ı, Lâm'ın Cebrail'i, Mim'in Muhammed aleyhissalatuvesselamı temsil ettiğini buyurur. Bu açıdan bakıldığında Cebrail aleyhisselamın yaptığı berzahlık, yani vahyin iletişindeki aracılık, aslında meleklerin âlemde nasıl bir fonksiyon gördüklerini de kulaklarımıza fısıldar. Evet. Vahyin sahibi, hâşâ, Cebrail aleyhisselam değildir. O bir şahittir. Ancak onun berzahiyeti de Aleyhissalatuvesselamın vahyi alışında önemlidir. Hikmetlidir. Gereklidir. Eh, evet, Interstellar/Yıldızlararası filmine göndermeler de yapacaktım ama yazı epeyce uzadı. Onu es geçeyim. Şunu not bırakıp bitireyim: 'Melekleri neden göremediğimizi' düşünürken şu kısa belgesel ufuk açıcı olabilir. Dr. Quantum Düz Dünyayı Ziyaret Ediyor. (https://www.youtube.com/watch?v=TlmKRZwxerE)
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Güzelliğin bedeli...
Önce 15. Söz: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır." Sonra 29. Söz: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir."
Şimdi, benim bu bahislerden hareketle geliştirdiğim tefekküre bakalım: Bana öyle geliyor ki; Allah'tan başka herşeyin güzel olmakla ödediği bir bedel var. Bu belki de güzelliğin onlardaki arızî durumuyla ilgili birşey. (Kalmamasından dolayı farkedilmesine/şahitliğe muhtaçlar.) Ancak güzel olan herşey, güzel olduğu şeyle ilgili bir başka şeye açlık/ihtiyaç duymakla, bedel ödüyor. Her güzellik bir açlıkla birlikte yaratılıyor. Onu arıyor. Onu soruyor. Ona sancıyor. Bazen şuurunda oluyor bazen de olamıyor.
Mesela: Bir bebek, Allah'ın bahşettiği şirinlik ile (şirinlik de bir çeşit güzelliktir) aynı zamanda kendisinin o şirinlik şanınca sevilmeye muhtaç olduğunu hissettiriyor bizlere. Şirinliği ihtiyaç duyduğu şeyin alameti oluyor. Ve yine bir yazar, kendisine verilmiş 'güzel yazma' yeteneğinin istenciyle, takdirini arzuluyor metinlerinin başkalarınca. Yazışındaki özen de bunun alameti oluyor.
Her birimiz, şuurlu sahipleri olarak, bize bahşedilen güzelliğin bedeli olan açlığı omuzluyoruz. Çocuksak ilgi istiyoruz. Yazarsak okunmak istiyoruz. Güzelsek âşık olunmak istiyoruz. Çocuk büyürken güzelliğinde meydana gelen değişim ihtiyaç duyduğu hissediş şeklinin de değiştiğini haber veriyor. Kız çocuğu büyüyor, genç kız oluyor, çevresinin ona karşı hissedişi de güzelliğin rengindeki bu değişimle beraber değişiyor. Çünkü kızın açlığı da değişiyor.
Peki, bu bahsin meleklerle ne ilgisi var? Şöyle bir ilgisi var: Canlılar kendi açlıklarını kendileri hissederler. Peki, cansızların bedelini kim ödeyecek? Onların yüklendiği güzellikten gelen hissediş bedelinin sorumlusu kim olacak? Bence tam da bu noktada melek kardeşler devreye giriyorlar işte. Cansızın canına değmesi gereken her ne varsa müekkel meleğinin canına değiyor. Nasıl söylesem bunu? Bir genç kız güzel bulunmak ister de bir melek güzel bulunmak istemez mi?
Bence ister. O nedenle insanla bu kadar ilgililer zaten. Onlar Cenab-ı Hakka tesbihatlarını sunarken bizler de onları ve sorumlusu/nazırı bulundukları şeyleri güzel bularak sevindiriyoruz. Meleklerin mü'minler için istiğfar ettiklerini, dua ettiklerini, selam ettiklerini, merak ettiklerini bildiren ayetler/hadisler aynı zamanda onların bizimle olan ilgilerine işaret etmiyorlar mı?
İşte bu ilginin kaynağı bence tam da bu hissediştir. Cansızların güzel olmakla yüklendikleri açlık/ihtiyaç bedelini onlar adına müekkel melekleri yüklenir. Ve siz iltifat ettiğinizde çiçeğinizin daha bir coşkuyla açtığını görürsünüz. Ağzınız hoş sözlü ve dualı olduğunda nesneler sanki size kolaylık yüzlerini gösterirler. Onları güzel bulmuşsunuzdur, güzellikle anmışsınızdır, başlarındaki güzelleri sevindirmişsinizdir. Onlar da size gözkırpmazlar da işleriniz rastgider. Bütün bu güzellikler sadedinde belki, mürşidim, Duhân sûresinde geçen "Yer ve gök onlara ağlamadı..." ifadesini tefsir ederken der:
"(...) Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alâkadar olan semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar. Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki; ehl-i hidayetin ölmesiyle semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler."
Melek kardeşlerimiz neden düşmanlık etsinler? Sen onları bulunmak istedikleri gibi güzel buldun. Bilfiil olmasa da binniyet buldun. Onların açlıklarını giderdin. Ruh-u tayyibenin gıdası kelime-i tayyibe idi. Sen de onları anılmak istedikleri gibi güzel andın. Örneğin: Denize Rabbisinin sanatı olarak iltifat ettin. Başındaki melek senden hoşnut oldu. Çünkü o denizdi. İsmi deniz değilse de ruh-u denizdi. Üzerine alındı. Ağaçta, taşta, karda, kışta, sıcakta, ayazda, dağda, kırda hep bunu yaşadın. Ahiretteki hukukunuza neden şaşırıyorsun? Bu dünyada gönüllerini aldığın güzeller elbette ahirette seni hoşamedi edecekler, inşaallah.
13 Nisan 2016 Çarşamba
İnsanı melekleştiren tevbesidir
Bazen cümlelerimin içinde boğuluyor gibi oluyorum. Aynı şeyleri yazıyormuşum gibi geliyor. Hep kenarından geçiyorum mükemmelin. Olmuyor. Birşeyin etrafında dönüyorum ama, o nedir? Bulamadığım ve kendimi hep eksik hissettiğim o şey nedir? Ona ulaşamadığımdan etrafında geziyormuşum gibi hissediyorum. Hakikat yolculuğunda hiçbir 'önce' arkanda kalamıyor. Dairesel bir yolculukta her 'önce' aynı zamanda 'sonra'dır. Dönüp yine ona varıyorum. Hayy'dan gelip Hû'ya gidiyorum. Ölüm benim terhis tezkerem. Geldiğim yere döneceğim. Bismillah'ı 'vird-i zeban' ederek 'ona başlıyorum.'
Bu kadar kalemle eğleşmek iyi mi? Her yazıdan sonra başlar karadelik: "Acaba arkası gelecek mi?" Varamamak yazdırıyor. Boşluğun korkusu yazdırıyor. Yolun sonunun gelmemesi. Durduğunda ne yapacağını bilememe. Hayretininin ve bilmediklerinin hiç bitmemesi. Hedefe ulaşamamak. Hedefe ulaşanlar doyuyorlar. Tok acın halinden anlamaz. Aç nasıl üretkendir ve arayıştadır, anlamaz.
Aç olan hata yapmaya da müsaittir her zaman. Tok, risk almaktan kaçar. Allah Resulü; “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize; günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11) derken belki de buna dikkatimizi çeker biraz da. Ki buna manaca benzeyen bir tane de ayet var: "Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah herşeye kadirdir." (Tevbe, 39.)
Dikkat ediyor musun: Yerine bir başka topluluk getirilmekle tehdit edildiğin şeyler hep risk almaktan kaçtığın şeyler. Rızkın onda dokuzu ticarette, rız(s)kta. 'Rızk' deyince yalnız boğazından geçenler gelmesin aklına. İlim de bir rızktır, mutluluk da, hatta mutsuzluk da. Demek âdem oldun ki, risk alasın. Deneyesin, başarasın veya yanılasın. Ama yine de yüzün Rabbine dönük kalasın. Hatana 'hata' diyesin. "Alîm olan yalnız Allah'tır ve geri kalan herkes bilmenin ve aynı zamanda 'hakkıyla bilememenin' mertebeleri arasında gezinir..." diyesin.
İblis gibi olmayasın. İnadını istikamet sanıp özenmeyesin. Hatasına 'hata' diyemeyenlere kıyamete kadar ömür verilse ne olur? İstikamet 'mühlet' istemez. Yaşadığı anda her zaman geçerli olacak doğruyu seçer. İstikamet, doğruyu aramaktır, burnunun dikine gitmek değil. Sırat tevbe üzerine kuruludur. İman arayış üzerine. Arayan, kaybolduğunu/kaybolabileceğini kabul edendir. Pişman, yanlış yaptığını kabul eden. Melek kardeşleri iblisten ayıran sırra yaklaştın şimdi. Onlar; "Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin!" dediler. Yorumlarının cazibesini hakikat adına terkettiler. Şeytan yanlışının ömrü uzasın diye 'mühlet' istedi.
Evet, başta onlar da risk alıp insan hakkında yorumda bulundular. "Kan dökecek!" dediler. Hikmetini anlayamadılar. Fakat yorumları isabet etmeyince dönmesini bildiler. Tıpkı Âdem ve Havva efendilerimin yaptığı gibi. Onların da arza inişi bir pişmanlık serüvenidir. İnsanın ilk öğrendiği şey tâlim-i esma ise bir sonraki de pişmanlıktır. Melekleşmek istiyorsan, kusursuzluk arama, hatalarını görünce onlardan kaçabilmeyi ara. Budur ancak seni melekleştiren. Günahsızlık değil. Peygamberler dışında başka kimin ismeti var? Hatasızlık, bir açıdan 'risksizlik' demek. Risk almadan cihad da olmaz, ticaret de. Düşünsene: Varlık içinde en çok çocukları meleklere benzetirsin, fakat hangisinde kusursuzluk gördün? Belki şunu gördün: Hatalarını 'farketmeden' yapıyorlar. Büyüklerin cesaret edemeyeceği riskleri alabiliyorlar. İmtihan dediğin zaten bir farkındalık meselesi. Farkındayken hata yapmamaktır tevbe.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...