Arkadaşım, eğer vaktin varsa, sana 'meleklere nasıl iman ettiğimi' açıklamak istiyorum. Yok. Evet. Elbette 'meleklere imanın' amentüye dahil olduğunu biliyorum. Tamam. Haklısın. Tabii ki, bir mü'min olarak, Kur'an'da ve sünnette bize verilen haberlere imanımız var. Onu demek istemedim. Hayır. Yanlış anladın. Belki ben de yanlış ifade ettim. Şöyle toparlayayım: Sana 'meleklere imanımı nasıl tahkikiye çevirdiğimi' açıklamak istiyorum. Hah! Değil mi? Böyle daha iyi oldu. Evet. Çünkü meleklere imanımız zaten vardı. Daha doğru ifadesi o imanın 'taklid'den 'tahkik'e dönüşü üzerinden oldu. Peki ben bu tahkiki kendimce nasıl başardım? İşte oraya gelince söze şuradan başlamak gerekiyor:
Mürşidim Mesnevî-i Nuriye'sinde birşeye uyandırıyor. Nedir o? 'Berzah' hakikati. 'Berzah' ne demek peki? 'Ara âlem' diyeyim sen anla. Bir köprü. Bir koridor. Birbirinden keskin farkları olan boyutlar arasında geçişkenliği sağlayan ve genelde her iki âlemden de hissesi olan bir üçüncü âlem. Mesela: İslamî metinlerde kabir âlemine de 'berzah âlemi' deniyor. Neden? Çünkü dünya ile ahiret arasında bir köprü o. Ölenler o ara âlemde bekliyorlar ahiretin gelmesini. Yahut da alıştırılıyorlar ahiretin gelmesine. Her iki şekilde de anlamak mümkün.
Fakat ben lafı ne kadar uzattım yine öyle! Yapsaydım ya incilerden bir gerdanlık şu yazıya. Geç olsun hiç olmasın. Hemen yapıyorum: "İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Mesela, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Bediüzzaman başka metinlerinde de 'berzah'lara örnekler verir. Hatta bir yerde der: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur." Demek berzahlar her yerde. Misal: Sütü soğumaya bıraktığınızda kaymaktan bir berzah oluşuyor. İnsanın dışıyla içini ayıran yarı ölü-yarı diri bir cildi var. Ağaç kabuklarının da böyle bir fonksiyonu olduğu söylenebilir. Hücrelerin 'seçici geçirgen' zarları mevcut. Dünyanın içindeki akkorla dışındaki hava arasında bastığımız toprak var. Daha bunun gibi nice şey, berzahlığını yaptıkları farklı düzenlerin arasında hem geçişkenliği sağlıyor, hem de birbirlerini istila etmelerini engelliyor.
Bunun bir üstü okumayı da yine mürşidimin 'arşlar'dan bahsettiği bahiste buluyorum. Ah, işte kaçamıyoruz, yine bir alıntı yapacağım: "Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar dört arş-ı İlâhîsi var: Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîzin ve Muhyînin mazharıdır. İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur. Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur. Dördüncüsü, emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır."
Bu arşlar birer 'yoğun tecelli makamı' oldukları gibi aynı zamanda, tabir-i caizse, bazı ism-i şeriflerin âlemimize dahil oluşunda berzahlık da yapıyorlar. Yani mesela 'hayat' hayatımıza daha çok topraktan dahil oluyor. 'Rahmet' hayatımıza daha çok sudan dahil oluyor. 'Hikmet' hayatımıza daha çok nurdan dahil oluyor. 'İrade' hayatımıza daha çok havadan dahil oluyor. Yani yoğunluklu tecellileri bu unsurlarda yaşanıyor. Ne hava toprak gibi bağrından canlı yeşertebiliyor ne de toprak hava kadar hızlı hareket edebiliyor. Fıtratları farklı berzahlıklara yakıştırılmış.
Ben bu perspektiften hareketle şöyle bir tefekkür geliştiriyorum meleklerin varlığının zaruriyatına dair: Bir su kabının içine içiçe sarılmış bir kumaş topu attığınızı düşünün. Ama öyle bir-iki kat değil yüzlerce kat. Sonra batırdığınız bu topu çıkarın. Katları açmaya başlayın. İlk on kat ıpıslaktır. İkinci on kat yarı ıslaktır. Üçüncü on kat çeyrek ıslaktır. Dördüncü on kat... Neyse, lafı uzatmaya gerek yok, nihayetinde bu çok katlı yapıdan dolayı topun merkezine yaklaştıkça kuru kalan yerlerin olduğunu farkedersiniz. Fakat bu kuruluk keskin bir geçişle olmaz. Dediğim gibi: Arada farklı ıslaklık aşamalarında ara gruplar bulunur.
Aynen böyle de Cenab-ı Hakkın 'Hayy' ism-i şerifi ile cansızlığın mevcut olduğu bu âlem arasında da berzahlara ihtiyaç vardır. (Allah, Kur'an'ın da buyurduğu gibi 'muhît'tir, yani herşeyi kuşatır.) Bunlardan birisi de 'âlem' olarak 'melekler âlemi'dir. 'Şey' olarak da 'melek' kardeşlerin kendileridir. Onlar da ism-i Hayy ile cansız şeyler arasında çok yönlerden berzahlık görevi görürler. Yani âdeta şu âlem onların kumaşına sarılmıştır. 'Sonsuz dirilik' ile 'ölülük' arasında berzahlık ederler.
Bu berzah neden gereklidir peki? Çünkü Cenab-ı Hak esbabı tasarrufuna perde yaptığı gibi melekleri de emrine perde yapar. Bediüzzaman'ın dediği gibi 'azameti' öyle iktiza eder: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."
Akıl ancak bu katmanlı yapı üzerine küçük küçük düşünerek mesafe alabilir. Biz Allah'ın ne kadar yüce olduğunu kendilerine ebat atfedebildiğimiz şeyleri birbirlerine kıyaslayarak bir derece farkedebiliriz. Hayretimizi, ama mutlaka ucu açık olarak, geliştiririz. Tutuşur vaziyette tutmaya çalıştığımız bir ateş Cenab-ı Hakkın güneşte tezahür eden büyük yaratışını kavramaya kapı olur. Büsbütün malum olmaz ama sezilir olur.
Uzatmayayım. Sadede koşayım. Kainatta varolan hikmet de bizi meleklerin varlığına inanmaya mecbur eder. Çünkü hikmetin olduğu yerde bir düzen de vardır. Düzenin varolduğu yerde emir de vardır. Bu emirlerin şahitliğini cansızlar taşıyamayacağına göre, çünkü cansızlar emri anlayacak şuurlu varlıklar değillerdir, evrende bu cansızları herbir yanından/detayından sımsıkı sarmış şuurlu bir katman da olmalıdır. Olmalıdır ki şu şuursuz şeylerin yaptığı şuurlu işlerde şahitliğin görevleri âtıl kalmamalıdır. İnsanın şuuru âleme yetmez. İnsan âlemde olan bitene yetişemez. Herbir yağmur tanesinden tutun sema katlarına kadar emirlerin canlılık berzahını melekler icra ederler.
Güvercine yuvasını bulduran kuş beyni değil meleğidir. Arıya yön gösteren içgüdüleri değil meleğidir. Somon balıklarına doğdukları yeri bulduran navigasyon değil melekleridir. Ancak meleklerin yaptığı bu berzahiyet de onların 'tasarrufu' sayılmaz. Yaratıcı değillerdir. Şahitlerdir. Tıpkı bir bebeği emziren annenin o rızkın yaratıcısı değil şahidi olması gibi. Rızkı yaratıp bebeğin herbir hücresine ulaştıransa elbette Rezzak-ı Hakiki olan Allah'tır. Vesileler, yaratmak için değil, oluşun şahidi olmak için vardır. Oluşun şahitleri aynalarıyla manzarayı daha da zengileştirirler.
Peki melekler madem varlar da biz neden onları göremiyoruz? Çünkü bizden daha üst bir hayat mertebesindeler. Bir amip kendi cinsinden olan hayatları farkedebilir. Ancak insan hayatı diye birşeyi bilmez. Onun şuuru, görüşü, farkedişi, kavrayışı, ancak kendi katmanındaki hayatları kavrayabilmek için yeterlidir. Bir amip diğer bir amip hücresini farkedebilir. Ancak bir insan nasıl birşeydir? Amip bunu bilmez. İnsanın derisi üzerinde gezmek onun için herhangi birşeyin üzerinde gezmek gibidir. Değişikliği farketmez. Biz de melekleri onların sahip oldukları yüksek hayat seviyesinden dolayı farkedemiyoruz. Fakat kalp, akıl ve vicdanımız her iki âlemle de irtibatlı olduğu için, onların üzerine düştüğümüz miktarca, bir farkediş yaşıyoruz.
Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da 'Elif-Lâm-Mim' tefsirini yaparken Elif'in Allah'ı, Lâm'ın Cebrail'i, Mim'in Muhammed aleyhissalatuvesselamı temsil ettiğini buyurur. Bu açıdan bakıldığında Cebrail aleyhisselamın yaptığı berzahlık, yani vahyin iletişindeki aracılık, aslında meleklerin âlemde nasıl bir fonksiyon gördüklerini de kulaklarımıza fısıldar. Evet. Vahyin sahibi, hâşâ, Cebrail aleyhisselam değildir. O bir şahittir. Ancak onun berzahiyeti de Aleyhissalatuvesselamın vahyi alışında önemlidir. Hikmetlidir. Gereklidir. Eh, evet, Interstellar/Yıldızlararası filmine göndermeler de yapacaktım ama yazı epeyce uzadı. Onu es geçeyim. Şunu not bırakıp bitireyim: 'Melekleri neden göremediğimizi' düşünürken şu kısa belgesel ufuk açıcı olabilir. Dr. Quantum Düz Dünyayı Ziyaret Ediyor. (https://www.youtube.com/watch?v=TlmKRZwxerE)
Geçiş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Geçiş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Ekim 2019 Çarşamba
15 Mayıs 2019 Çarşamba
Sen hergün bin karadelikten geçiyorsun
Bilim kurgu filmlerini sen de çok izlemişsindir arkadaşım. Hani şu boyutlar arası geçişler yapılanları. Bir karadeliğe girip, bir kapı açıp veya bir eşikten geçip âlemden âleme seyredişleri. Uzun mesafeleri bir anda alışları. Uzun zamanları bir anda geçişleri. Bana öyle geliyor ki: Aslında insanın içinde böylesi pekçok karadelik, kapı ve eşik vardır. Onlara uğradığı zaman herşey bir anda değişir. Bu bazen bu bir müjdedir (ki keder âleminden neşe âlemine ışınlar), bazen bir musibettir (ki neşe âleminden keder âlemine gönderir), bazen de çok etkilenilen birtek kelimedir (bunun yapacağı tesirler muhteliftir). Nihayetinde hepsinde olan şey bir tür berzahiyettir. Ayağı-aklı-kalbi berzaha alışan geçişlerde zenginleşir. Pratik kazanır. Ferahlar. Kuvvetlenir. Yanında sevdiğinin ismi anılınca içinde oynayan taşlar da böyledir.
İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:
Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.
Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.
İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?
Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.
Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.
Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.
Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.
Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.
Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.
Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.
İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.
İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:
Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.
Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.
İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?
Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.
Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.
Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.
Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.
Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.
Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.
Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.
İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...