bilim kurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilim kurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Sen hergün bin karadelikten geçiyorsun

Bilim kurgu filmlerini sen de çok izlemişsindir arkadaşım. Hani şu boyutlar arası geçişler yapılanları. Bir karadeliğe girip, bir kapı açıp veya bir eşikten geçip âlemden âleme seyredişleri. Uzun mesafeleri bir anda alışları. Uzun zamanları bir anda geçişleri. Bana öyle geliyor ki: Aslında insanın içinde böylesi pekçok karadelik, kapı ve eşik vardır. Onlara uğradığı zaman herşey bir anda değişir. Bu bazen bu bir müjdedir (ki keder âleminden neşe âlemine ışınlar), bazen bir musibettir (ki neşe âleminden keder âlemine gönderir), bazen de çok etkilenilen birtek kelimedir (bunun yapacağı tesirler muhteliftir). Nihayetinde hepsinde olan şey bir tür berzahiyettir. Ayağı-aklı-kalbi berzaha alışan geçişlerde zenginleşir. Pratik kazanır. Ferahlar. Kuvvetlenir. Yanında sevdiğinin ismi anılınca içinde oynayan taşlar da böyledir.

İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:

Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.

Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.

İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?

Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.

Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.

Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.

Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.

Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.

Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.

Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.

İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.

6 Şubat 2018 Salı

Herşey hakikatinde dürülüdür

"Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir." (Zümer sûresi, 67)

Bu yazıya da şöyle bir yerden başlayalım: Dünya yaşarken düzdür. Hakikatte ise yuvarlaktır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: 'Algılanan' ile 'hakikatte olan' arasında her zaman birebir uyum aramamalıyız. Algı, algılayanın sınırlarıyla yaralı olduğundan, gerçeğin her köşesini kuşattığını iddia edemez. Tam bir resmini çektiğini söyleyemez. Ama bize bütüne dair bir fikir verir. Veyahut da şöyle çevirelim sözü: Algı dediğimiz şey, özünde, bütünün şahit olduğumuz kısmına dair edindiğimiz izlenimdir. Ve bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar. Çünkü, yaşamak için, muhatap olduğumuz parçanın bilgisine muhtacızdır.

Bir de hayal kuralım: Dünyanın küre değil daire olduğunu düşünelim. Yani düz bir daire. Tıpkı algıladığımız gibi. Tepsi. Bu tepsi dünyada, bütün daireyi kuşatacak şekilde, tek bir şehir bulunsun. Bu şehrin hiçbir arasokağı bulunmasın. Evler sadece baktıkları ana caddelere açılsınlar. Ulaşım da sadece bu anacaddeler vasıtasıyla olsun. Yani içiçe halkalar şeklinde bir şehirleşme. Sadece hayal edin.

Ve şimdi, hayalde ileri gidin, kendinizi de o şehirde hayal edin. İsterseniz ailenizi de yanınıza alabilirsiniz. Fakat bir şartım var: İçerideki halkalardan birisinde değil de dış halkalardan birisinde ikamet etmenizi istiyorum. Masalın devamında buna ihtiyacım var. Anlaştıysak buyrun oturun. Bahçelisini de alın hiç farketmez. Büyükçe olsun. Tamam. Ne de olsa hayaldir bu. Pahalıya gelmez.

Peki, oturduk, yerleştik. Evimizi de beğendik. Fakat en nihayetinde dört duvardır. Canımız sıkıldı. Bunaldık. Aklımıza geldi: "Filancalar da yakında oturuyor!" Nerede? Bir arka sokağınızda. Yani bir arkanızda oturan sevdiğinizi ziyarete gideceksiniz. Nasıl gidersiniz? Arasokaktan mı? Hatırlarsanız size bu şehirde hiçbir arasokak olmadığını söylemiştim. Duvardan atlayarak mı? Bu normalde mümkün. Ama diyelim ki: Hayal kentimizde buna da izin yok. Hatta mümkün olduğu da bilinmiyor. Evin duvarını yıkarak mı? Abarttınız. Gerçi yaparsınız. Ancak diyelim ki: Bu hayalde buna da izin verilmemiş. Tek yol var: O dairenin tamamını dolaşıp bir üst daireye ulaşacak ve bu uzun yolculuktan sonra ancak bir arka sokağınızda veya caddenizde oturan akrabanıza ulaşabileceksiniz.

Ziyaret ne çok güçleşti öyle değil mi? Tıpkı bugün yıldızlara ulaşmakta çektiğimiz sıkıntı gibi. Bütün dünyayı dolaşmak gerekirdi, eğer öyle bir şehirde yaşasaydık, aslında size çok yakın olan akrabanıza ulaşmak için. İşte, bazı bilim kurgu filmlerinde de, şöyle birşeyi ima ediyorlar bugünlerde:

Belki evrende de bu şekilde farkedemediğimiz 'solucan delikleri' var. Yani arasokaklar. Yani kısayollar. Biz o arasokakları göremediğimiz için yıldızlara 'ulaşılmaz' diyoruz. Eğer o arasokakları bulabilsek, kullanabilsek, şimdi binlerce ışık yılı olduğunu tahmin ettiğimiz uzaklıkları kapı komşumuza gider gibi kolayca aşabiliriz. Tabii bu teori de, her teoride olduğu gibi, kendisine göre bir âlem tahayyülünden besleniyor. Nasıl bir âlem teorisi bu? Dürülü âlem teorisi.

Dürülü âlem teorisi ne demek? Bu teoriye göre, başta da ifade etmeye çalıştığım şekilde, 'algıladığımız evren' ile 'hakikatteki evren' birbirinden farklı. Biz, komşu bir yıldıza baktığımızda bir düzlük üzerinde baktığımızı sanıyoruz, ancak o aslında dürülü. Veya katlı. Ve o kat tam da bize yakın bir yere denk geliyor başka bir boyutta. Bizim şahit olduğumuz boyutlardan daha aşkın bir boyutta. Belki o uzaklardaki yıldız aslında bizim bir arka sokağımızda oturuyor.

Fakat biz o ara sokağın 'mümkünlüğünü' henüz bilmediğimiz için dairenin tamamını dolaşarak ona ulaşmaya çalışıyoruz. Bu dürümün nasıl bir dürüm olduğunu bir farkedebilsek herşey çözülecek. Tıpkı dünyanın yuvarlıklığını farkedince Batı'ya gidip Hindistan'a ulaşabileceğini farkedenler gibi olacağız.

Tabii bunlar sadece teori. Ben bu somutlaştırıcı örneği aslında varolan başka bir 'dürülü âlem'e gözümüzü açabilmek için kullanıyorum. Esma âlemine... Evet, aynen böyle, mürşidim Kur'an'daki fezlekelerin hikmetini izah ettiği bir yerde diyor ki: "Cenab-ı Hakkın mensucat-ı san'atını beşerin önüne yayar, sonra onları Esma içinde dürüp toplar." Ne demek bu? Yani: Kur'an'da, bazı ayet-i kerimelerde, Cenab-ı Hakkın kainattaki sanatı değişik örnekleri üzerinden anıldıktan sonra, bazı isimleri zikrediliyor. Bu zikredişte bir maksat var. Böylece o sergide önümüze açılan örnekler isimlerde dürülmüş oluyor. Birbirlerine yakınlaştırılmış oluyor. Geçişler kolaylaştırılmış oluyor. İşte bunu izah edebilmek için yukarıdaki laf kalabalığıma ihtiyaç vardı.

Bana öyle geliyor: Cenab-ı Hakkın Esmaü'l-Hüsna'sı, güzel isimleri, aslında varlığın ara sokakları gibi. Kur'an'da, Allah'ın sanatının anlatıldığı yerlerde Cenab-ı Hakkın isimleri öğretildiğinde, biz, daha önce sahip olmadığımız birşeye sahip kılınıyoruz. Nedir o? Arasokakların bilgisi. Bu bilgiye ulaştığımızda artık bu türden her meselede o isimler üzerinden bağ kurabiliyoruz. Bir karıncanın yediği şeker tanesinden tutun bir çiçek yaprağının güneşlenmesine, bir karadeliğin koca yıldızları yutmasından tutun bir bebeğin anne memesinden süt emmesine kadar, Allah'ın Rezzak ismi sayesinde sıçramalar yapıyoruz.

Evet, evet, akıl ve kalbimiz bu arasokaklar sayesinde sıçramalar yapıyor. Tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi. Herşeyin binler kanunla birbirine bağlandığını görüyoruz. Yani eşyanın Esma'sından dürülü olduğunu, sarılı olduğunu, katlı olduğunu ve o deliği bulunca varlıkta her yöne doğru mesafeler alınabildiğini görüyoruz.

Hatta Esmaü'l-Hüsna'nın sadece 'eşyadan eşyaya' değil 'dıştan içe' veya 'içten dışa' geçişkenliği de var. Bazen oluyor içimizde farkettiğimiz bir sırrı âlemde kovalıyoruz. Bazen oluyor âlemde farkettiğimiz bir sırrın izlerini kendimizde kolluyoruz. Bu geçişler ancak Esma koridorlarını kullanmakla mümkün kılınıyorlar. Çünkü bu isimler Vahidiyet ekseninden bakılınca bütün varlığı kuşatmış oluyorlar. Hiçbir 'olan' sadece bizde olmuyor. Hiçbir 'olan' sadece orada olmuyor. Onun olmasının bağlı olduğu kanuniyetin bir ucu da bizde tecelli ediyor. Güneş dünyayı çekiyor. Dünya ayı çekiyor. Sen de âşık oluyorsun.

Sözü çok uzattım. Bir de şunu söyleyip bitireyim: Esmaü'l-Hüsna'nın bir geçişkenliği de fıkh-ı ekber, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın arasında mevcuttur. Yani Allah'ın isimleri bu üç fıkıh arasında da koridordur. Örneğin: Fıkh-ı ekberden (akaidden) aldığımız bir dersi bu sokaktan geçerek fıkh-ı batına (tasavvuf) taşıyabiliriz. Cenab-ı Hakka iman edişimizin şekliyle/içeriğiyle kendi içimizdeki dengeleri düzeltebiliriz. Aynısı diğer formülasyonlar için de geçerlidir. (Ancak bu noktada bağlayıcılık sırasının öncelikle fıkh-ı ekber ve fıkh-ı zahirde olduğunu belirtmeliyiz.) Bu üç fıkhın arasındaki irtibat noktası, kanaatimce, Esmaü'l-Hüsna'dır. Esmadan bahseden akaid, fıkıh ve tasavvufu birbirine bağlar veya bağlayabilir. Bir sözünü çok söze dönüştürebilir.

Evet. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." diyenlerden aldığımız dersle belki biz de diyebiliriz ki: Herşey hakikatinde dürülüdür. Hakikatine ulaşan orada toplanmış olan herşeye geçiş yapabilir. Hikmet avcılığında bulunabilir. Allahu'l-alem.

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Peygamberimiz (a.s.m.) karadeliklerden bahsetmedi mi?

"Kul, yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince, bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde 'yalancılar' arasına kaydedilir." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5203

Bu bana ilginç gelen bir benzerlik. Herkese öyle gelecek mi bilemem. Belki de, okuyup bitirdiğinizde, "Amma sallamışsın ha!" diyebilirsiniz. Eh, bir yazar olarak göze almam gereken bedeller var, farkındayım. Bunu da alacağım. O zaman şöyle bir yerden başlayalım konuşmaya: Karadelikler...

Karadeliklerin ne olduğunu az-çok hepimiz biliyoruz artık. (Bilim kurgu filmleri sağolsun.) Uzayda varolan ve güneşimizden kat kat büyük yıldızların kendi içlerine çökmesiyle oluşan gezici-süpürücüler. Evet, süpürüyorlar, çünkü güzergâhları üzerinde yeralan herşey onların cazibesine kapılıp içlerinde yokoluyor. (Veya başka bir yere gidiyor.) Belki de, ism-i Kuddüs penceresinde bakınca, uzayın akbabaları denilebilecek şeyler onlar. Yahut köpekbalıkları. Yahut dökülenleri kovalayan karıncaların delikleri. Dolaştıkları yollarda denk geldikleri şeyleri süpürerek varlığın dengesi için gerekli bir temizliği sağlıyorlar. Kimbilir? 30. Lem'a eşiğinden düşününce mümkün görünüyor.

Fakat yazı bunun hakkında değil. Bu tâli meseleyi çabuk geçelim. Sizi 2. Lem'a'ya götürmek istiyorum ben aslında. 2. Lem'a, Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasıyla başlayan yolculuğunda, günahların kalpte 'siyah nokta'lar meydana getirdiğini anlatan hadis-i şeriflere bakışımızı derinleştiriyor. Nasıl? Onların insan tabiatında oluşturduğu sapmayı teşhis ederek yapıyor bunu. Yani; ilgili hadislerde, kalbin günahlar tarafından siyahlandırılması meselesini, Bediüzzaman, imandan küfre giden sürecin psikolojik işleyişi olarak okuyor. Kendi izahlarıma başlamadan önce mürşidiminkini alıntılayayım:

"Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler—neûzu billâh—mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Bu teşhis, aslında, bugünün modernist akımlarını ve önderlerinin psikolojisini anlamak noktasında da bize kıymetli bir bakış açısı sunuyor. Hz. Ömer'e (r.a.) atften işittiğim "İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız!" cümlesinin hakikati buradan bize gözkırpıyor. Nasıl? Hadi hayal kuralım: Kalbinizi uzay gibi düşünün. Bir her bir iman hakikatinin bir yıldız olduğu; salih amellerin, iyi düşüncelerin, güzel ahlakın o yıldızların etrafında gezegenler gibi döndüğü kocaman bir uzay! (Uzay zaten kocaman olur.) Günahlar ne olur bu düzende? Onlar nereye konulur? Hangi sembolle ifadeleri gerekir?

Arzularımız manevî dünyamızın kütle çekim kuvvetleridir. İçimizdeki taşları birbirine bağlı tutan nizamdır. Günahların da bir çekim kuvveti var. Tıpkı karadelikler gibi. Ahlakınızda meydana gelen herbir sapma, bir içe çöküş, daha sonra onun tekrarından meydana gelen kem alışkanlık, ikinci bir fıtrat olup kendisini bize dayatmaya başlar. Bir 'siyah nokta' veya bir 'karadelik' oluşturur.

Neden böyle olur? Çünkü alışkanlık da ikinci bir fıtrattır. Sahte bir fıtrattır. Doğal olan, olması gereken, olmazsa olmaz olan kendisiymiş gibi bünyeye baskı yapar. Terkinde fıtrî olan terkediliyormuş gibi azap verir. (Madde bağımlılarının halini düşünün.) Karadeliklerin, yanından/içinden geçerken bir sistemin düzenini çekim kuvvetleriyle bozmaları gibi, içinizin dengesi de bu günahlarla bozulur. Onun oluşturduğu temayülden/arzulardan/baskılardan itikadınız etkilenmeye başlar. Hemen olmaz bu. İlk seferde olmaz. Ancak karadelik kalbe girmiş olur. Tevbe ile o arzunun çekim kuvvetinin kırılması gerekir. Pişmanlık bir arzu-kırıcıdır. Bir dalga-kırandır. Bir 'kötülük dengeleyici'dir.

Peki kullanılmazsa ne olur? Süreç aksi yönde işlemeye başlar. Karadelik büyür. Çevresini siyahlandırır. Kütlesini arttırır. Karadeliğin kütlesi büyüdükçe oluşturduğu çekim kuvveti de artar. Ve bir noktada bu çekim o kadar şiddetlenir ki, sisteminiz, sahip olduğunuz itikadî düzende direnemez olur. Kıyametiniz kopar. Yıldızlarınız dökülür. Güneşiniz dürülür. Kendinizi karadeliğin dünyasındaki yıkıma bırakırsınız. İtikadınızın çekim kuvvetinden boşalırsınız. İşte küfür böyle 'imanda direnecek gücü kalmamış kalbin acizliği'dir.

Karadelikler hakkında birçok teori var. Bu teorilerden birisi de, bilim kurgu filmlerinde sıklıkla işlendiği üzere, meydana getirdiği çöküşün âlemin iki farklı noktası veya iki farklı âlem arasında bir kapı oluşturduğu. Yani, varolduğu yüzeye o kadar baskı yapıyor ki, onu, ta başka bir âleme kadar çökertiyor. İnce bir kekin üzerindeki fındığa parmakla bastırarak onu tabağın dibine indirmeniz gibi. Yüzeyle taban arasında bir kapı oluşturmuş oluyorsunuz böylece. Bediüzzaman'ın "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." sözü de bu noktada daha bir anlaşılır oluyor. Günah işledin. Yüzeye bastırdın. Yüzey tabana yaklaştı. Hayatındaki sapma itikadî sapmaya doğru evrilmekte. İstiğfar ile parmağını kaldırmazsan bu kapıdan geçişler olabilir. Dikkat et.

Son olarak Kur'an'da geçen 'esfele's-safilîn' ifadesine dokunmak istiyorum buradan uzanıp. Çünkü ben de çökerttiğim yerden oraya uzanan bir yol görüyorum bencileyin. Sorularla ifade edeyim: 'Aşağıların en aşağısına' inmek, acaba, günahın/küfrün bu karadelikleri benzer yapısıyla ilgili olabilir mi? Yani, insanın 'ahsen-i takvim' mahiyetindeki çöküşlerine/batışlarına işaret olabilir mi? Kendi katlarında iniş yapmasına gönderme yapıyor sayılabilir mi? Kimbilir... Burada haddimizi aşıp sözü uzatmayalım. 'Allahu'l-alem' deyip bırakalım. Allah bizi kendi çöküşlerimize kapılmaktan korusun. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...