Beşeriyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Beşeriyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2024 Pazar

İlmihal'in derdi KADEM'i niye gerdi?

Yıllar önce TV111'de Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini 'berraklık' nokta-i nazarından ele alan bir sunum yapmıştım. Evet. O ümmiydi. Ama bu ümmilik yalnızca 'okuma-yazma bilmemek' manasına gelmiyordu. Onun ümmiliği aynı zamanda berraklığıydı. Vahye makes olmaktaki duruluğuydu. Yani, kafasında-kalbinde, aldığı mesajı bulandıracak hiçbir kalıp, önyargı, şekillenmişlik, dogma yoktu. Sahabesi de alelekser öyleydi. Ve onlar, bu duruluklarının sırrıyla, 'Nebiyyi'l-Ümmi'ye geleni hırz-ı can ettiler. Maşaallah. Hüda hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail eylesin. Âmin. Yine bu minvalde, Ali Yurtgezen Hoca'nın 'Evin Mahremi Olmak'ında, ümmiliğe dair şu ifadelere rastladım:

"Ebu Cehil, fıtratı bozulmuş, kalbi kararmış, kibirli bir karakteri temsil eder. Ucb ve kibir kişinin kendini ve haddini bilmesine mânidir. Bu mezmum haller sadece servetle, şöhretle, nüfuzla değil ilimle de ârız olur insana. Bazan tahsil, hilkatteki sâfiyeti bozar, ümmiliği zedeler. Ol sebepten, sinesi saf olmayan malumat sahibi kimselerin, cahil cüreti cinsinden ithamlarına şaşmamak gerekir..."

Peki hilkatteki sâfiyet ilimle nasıl bozulur?

1) İnsan, ilim sahibi olmakla, mahlukiyetten daha ileri bir makama yükseldiğini düşünebilir. Tıpkı İblis gibi. Muallimliği müstağnilikle karıştırabilir. Halbuki ne beşeriyetimiz ne aczimiz ne de fakrımız ilimle yerinden oynamaz. Âdem âdemden başka birşey olmaz. İlim sahiplerinin de karnı acıkır. İlim sahiplerinin de uykusu gelir. İlim sahiplerinin de nefes almaya ihtiyacı vardır... Yani, ilim sahibi olmakla, yaratılmışlığımız zâviyesinden hiçbir değişiklik yaşanmamıştır. Kimse süpermene falan dönüşmemiştir. Hâşâ, yüzbin hâşâ, ilahlıktan bir parça kapıp cebine atmamıştır. Yanına tevazu katık edilmeyen bilgiyse, başka türlü sanrılatarak, bu husustaki sâfiyetimizi bozar-bozabilir. Bilgeliğe değil 'kibre' vesile olabilir.

2) İlim, insana yanlışı doğru, doğruyu yanlış bildirebilir. Böyleleri, Bediüzzaman'ın tabiriyle, hem bilmezler hem de bilmediklerini bilmezler. Cehl-i mürekkep sahibidirler. Yani katmerli cahildirler. Mürşidime göre ahirzamanın en büyük tehlikesi, işte, ukalalıkla beraber büyüyen bu cüretkârlıktadır:

"Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat, dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..."

Bugün kendisini 'bilimsellik' boyasıyla satan her bâtıl ideolojide izlerini görebiliriz bu tesbitin.

Buradan şuraya geçelim. 'Meteor Risalesi' diye tesmiye edilebilecek, tabii beğenmeyebilirsiniz de bu ismi, 15. Söz'ün girişi şöyledir: "Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız." Mülk sûresinin 5. ayetidir bahsi geçen. Ve kısacık bir mealiyle şöyle buyrulmaktadır orada: "Andolsun ki dünya semasını kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık."

7 Basamak'ın herbiriyse aslında birer perspektiftir. Bilimsellik adı altında endoktrine edildiğimiz kalıpların kırılmasıdır. Birer 'göz açma'sıdır. Birer 'düşünme şekli'dir. Hayalin prangalarının kırılmasıdır. Zihni seküler bilgiyle darlaşan, düşünme yeteneğindeki ümmiliği yitiren, fıtratındaki tefekkür sâfiyeti kaybeden mektepli efendinin göğsünü genişletir böylece Bediüzzaman. Ülfet duvarlarını yıkar. Çünkü hayal 'dimağdaki meratib'in ilk aşamasıdır. Hayali sağlıklı çalışmayanın akledişi de arızadan kurtulamaz.

Madem değindik, becerebildiğimizce özetleyelim, 1. Basamak: Canlılık biyolojik hayata münhasır kalmak zorunda değildir. 2. Basamak: Uzayla dünya arasındaki ilişki geçişkenliği imkansız kılacak bir ilişki değildir. 3. Basamak: Uzaydaki hayat bizim hayatımız gibi olmak zorunda değildir. 4. Basamak: Allah'ın mübarezeyi de kapsayan/gerektiren kanunları yalnız dünyamızda tecelli ediyor değildir. 5. Basamak: Meteor düşerken melekleri-şeytanları kafa gözünle görememen işaret kılınmaları hakikatini cerhetmez. 6. Basamak: Allah'ın Kur'an'da bu hâdiseyi anması kendi azâmetini öğretmek için olabilir. 7. Basamak: Sen de bu sırr-ı mübarezeden hisseni alıp şeytanlarını kalbinin göğünden kovmaya çalış.

"İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu 'Yedi Basamaklar'da işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..."

Esra Aslan Turan tarafından yazılan, KADEM mihmandarlığında yayınlanan, Ömer Nasuhi Bilmen Hoca merhumun İlmihal'ini 'toplumsal cinsiyet' perspektifiyle tenkid eden makaleyi incelerken de aynı şeyler geldi aklıma. Galiba Bediüzzaman'ın 'bir ahirzaman arızası' olarak tesbit ettiği bu maraz giderek tevessü ediyor. Öyle ki, bir ilahiyatçı, 'toplumsal cinsiyet' gibi bir modern-seküler-bâtıl kavram üzerinden hanefî fıkhını sigaya çekebiliyor. Sanki, Batı'nın eline tutuşturduğu şu mizan vahiyden daha vahiy, sünnetten daha sünnet, nasslardan daha nassmış gibi onunla şunları rendeçleyebiliyor. Boylarının ölçüsünü alıyor. Ayar veriyor. Böyle söylememi garip bulmayın arkadaşlar. Çünkü mesele Ömer Nasuhi Efendi merhumun İlmihal'i ile ilgili değildir sadece. Orada tenkid edilen hususlar hemen hemen her ilmihalde bulunabilir. Mevzu dindir. Hükümler her yerde aynıdır. Sosyoloji değişmekle değişmez. Zaman değişmekle değişmez. İnsanların beğenmemesiyle hiç değişmez. İşte, mürşidime İçtihad Risalesi'ni yazdıran o endişe, başka başka teraşşuhlarıyla, tezahürünü hızlandırmaktadır. Hüda gençlerimizi şerlerinden muhafaza eylesin. Kendi şeytanlarını recmedebilmeyi ilham buyursun. Âmin. Yoksa, beceremezlerse, cahiliye döneminde Ebu'l-Hikem (Hikmetin Babası) sayılan Amr b. Hişam'ın Ebu Cehil'e (Cehaletin Babası) dönüşmesi gibi, aldıkları eğitimle itikatlarını/amellerini mahvedecekler.

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Kıyamet de belki son ısırığımızdır

Arkadaşım, belki de mutsuzluğumuz, mutluluğu bu kadar umursadığımız için gözümüze batıyor. Ve umursadıkça da daha fazla batacak. Evet. Mutluluk parçaya bakar. Parçanın göresidir. Parçanın varlığıysa aslî değil. (Yani bütün parça için değil.) Parça detaydır. Parça dairdir. Parça gösterir. Yerine geçmez. Yerini doldurmaz. Yerinden etmez. Sadece tamamlar. Hakikaten mutlu olmak için bütünün göresini edinmeliyiz. Huzur diye zikrolunan makama erişmeliyiz. Dikenle gülü için barışılmalı. Güle dikeninden küsülmemeli. Kendimizi lazımınca detaylaştırabilseydik geriye sadece bütün kalacaktı. İntisabımız bizi ona dair kılacaktı. Bütünün Sahibini (Rabbü'l-Âlemîn denilir Ona) razı eden vücudîlik de tatmin için gayet yeterli olacaktı.

Konu ‘biz’ değildik çünkü. Hiçbir zaman olmadık. Dolayısıyla yalnız bize, parçalığımızla bize, dair olanlar da merkeziyeti teşkil etmedi. Aksine, biz, bütüne dair oldukça varlığın gündemini meşgul ettik. Melekler ayaklarımıza nurdan kanatlarını serdilerse bu yüzden serdiler. Felekler bekledilerse milyarlarca sene gelmemizi bu sebepten beklediler. Fakat, kabul, başka olduğumuzdan da haberdar kılındık bir kere. Vahdetin tahtından Ehadiyetin bahtına sıçradık. Manzara bizde özetlenerek yansıtıldı. Bizde özetleneni tanımak özetle bize de bahşedildi. Bu arada âlem de bizde özetlenmişti zaten. Biz de kendimizi özetledik. Üstelik özetle ‘başkaları’ da bildik. Varedilen aldığından kolay vazgeçemez. Zat-ı Kudretin 'Ol'una şahit olmak 'Ol'anların aklını başından alır. Tutunur. Tutkulanır. Tutuklanır. İşte hayvaniyetimiz varlığını böyle isbat eder. Parçalığımıza dair herşey hayvaniyetimize de bakıyor. Parçalayan hayvandır. Hayvanlar yalnız parçalar. Fakat, biz, parçasını aşması murad edilmiş parçayız. Yüzü bütünleştirmeye bakan da yalnız biziz.

O kadar güzeldir ki varedilmek. ‘Ol’la tanıştırılmak o kadar güzeldir ki… İlim kudrete âşık olur yaptığından. Kudret ilme hayret eder bildiğinden. Şarabı dahi sarhoş eder mestliği. İmtihansa mezkûr mestliğin keskin bir şuura dönüşmesi düzeyinde başladı. (Beşeriyet hayvaniyet sarhoşluğundan ayıldı.) İnsana kadar herşey mestti. Eylerdi ama eylediğini düşünmezdi. Pervaneydi. Yanardı da yanmak nedir sormazdı. Bilmeden yansıtırdı. Bilmeden severdi. Bilmeden överdi. Bildirirdi yine bilmeden. Gösterirdi yine görmeden. Sezdirirdi yine sezmeden. Lakin biz bin hikmetle ayıltıldık. “Yanmak nedir?” sormaya başladık. Kendimizde bir bütünlük vardı. Tamam. Bunu anlıyorduk. Ancak şunu da biliyorduk ardından hemen: Karşımızda başka bütünlükler de vardı. Tanıyorduk onları... Ki tanımlayabiliyorduk. Parçalıyorduk.

Âdem aleyhisselama öğretilmişti isimler. Sırr-ı Tâlim-i Esma. Eyvallah. Maşaallah. İsim bilen isim de verir. Ne demek isim vermek? İsmini bildiğin herşeyin bir bütünlüğü vardır demek. Onda bir bütünlük, dışından ayırabildiğin bir bütünlük, tanımlayabildiğin için isim verirsin. İsmiyle beraber o ayrı şey bilinir böylece. Parça ayrılabilir bütününden. Tanıyamasaydın veremezdin. Parçalayabiliyordun ki verebildin.

“Nefis ne zaman girecek olaya?” Acele etme. Oraya geliyoruz. Evet. Diğer bütünler olmasa bizim bütünlüğümüz de devam etmiyordu. Onlara muhtaçtık. Susuzluğumuz içmeden geçmiyordu. Açlığımız gıdasızlıkla başedemiyordu. Acizdik. Fakirdik. (Bunlar parçalığın kanıtlarıydı.) Ancak kendi bütünlüğümüz devam etmeyince de diğer bütünlüklerin anlamı kalmıyordu. (Biz olmazsak herşey hiçti.) Herşeyi ancak kendimizle bilebiliyorduk. Yani kendimize de epeyce muhtaçtık. (Bu da parça değil bütün olduğumuzu sanrılatıyordu.) Neticede bu girift ilişki nedeniyle 'vicdanımız' ile 'nefsimiz' arasına sıkıştık. Vicdan bize 'bir bütünün ancak parçası olduğumuzu' söyleyip duruyordu. Minnettarlık telkin ediyordu. ‘Uygun adım’ yürümeyi öneriyordu. Başkaları da önemsiyordu mecburen. Ben'imizi detaylaştırıyordu yani. Lakin nefsin mesaisi başkaydı. Başkalığın diğer uçta en şiddetli hissedildiği yerdi nefis. Varlığımızın has dairesini korumaya yatkınlaşmış yanımızdı. Yahut da biz onu böyle sanıyorduk. Onu hep bu tarafından besliyorduk.

Hangisini beslersen o galip gelir. Hak Teala, şeriatı emretti ki, başkalığımızı vicdanından besleyelim. Benliğimizi nefsimizden doyurmayalım. Bütüne dönük manalar doldursun her yanımızı. Parçanın rahatı bütündedir. “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” Hem parçalığımızı doyurdukça parçalayacağız. Hem de parçalanacağız. Çünkü biz de nihayetinde onun parçasıyız. Dişlediğimiz özbir etimizdir. Yani bütünü parçalamak kendimizi de parçalamaktır. “İman bir intisabdır!” diyen mürşidim ne kadar isabet ediyor. Zira imanını kaybeden şu çağ kadar parçalayıcı başkası yok. Bak hâlâ da dişleri kan kan. Kıyametini koparana kadar sürdürecek görünüyor dişlemeyi. Arkadaşım, ne dersin, belki kıyamet de son ısırığıdır ha!

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...