"Ebu Cehil,
fıtratı bozulmuş, kalbi kararmış, kibirli bir karakteri temsil eder. Ucb ve
kibir kişinin kendini ve haddini bilmesine mânidir. Bu mezmum haller sadece
servetle, şöhretle, nüfuzla değil ilimle de ârız olur insana. Bazan tahsil,
hilkatteki sâfiyeti bozar, ümmiliği zedeler. Ol sebepten, sinesi saf olmayan
malumat sahibi kimselerin, cahil cüreti cinsinden ithamlarına şaşmamak
gerekir..."
Peki hilkatteki sâfiyet ilimle nasıl bozulur?
1) İnsan, ilim sahibi olmakla, mahlukiyetten daha ileri bir
makama yükseldiğini düşünebilir. Tıpkı İblis gibi. Muallimliği müstağnilikle
karıştırabilir. Halbuki ne beşeriyetimiz ne aczimiz ne de fakrımız ilimle
yerinden oynamaz. Âdem âdemden başka birşey olmaz. İlim sahiplerinin de karnı
acıkır. İlim sahiplerinin de uykusu gelir. İlim sahiplerinin de nefes almaya
ihtiyacı vardır... Yani, ilim sahibi olmakla, yaratılmışlığımız zâviyesinden
hiçbir değişiklik yaşanmamıştır. Kimse süpermene falan dönüşmemiştir. Hâşâ,
yüzbin hâşâ, ilahlıktan bir parça kapıp cebine atmamıştır. Yanına tevazu katık
edilmeyen bilgiyse, başka türlü sanrılatarak, bu husustaki sâfiyetimizi bozar-bozabilir.
Bilgeliğe değil 'kibre' vesile olabilir.
2) İlim, insana yanlışı doğru, doğruyu yanlış bildirebilir.
Böyleleri, Bediüzzaman'ın tabiriyle, hem bilmezler hem de bilmediklerini
bilmezler. Cehl-i mürekkep sahibidirler. Yani katmerli cahildirler. Mürşidime
göre ahirzamanın en büyük tehlikesi, işte, ukalalıkla beraber büyüyen bu
cüretkârlıktadır:
"Bilirsiniz ki,
eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat, dalâlet fenden ve
ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir
bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü
öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir
zannediyorlar..."
Bugün kendisini 'bilimsellik' boyasıyla satan her bâtıl
ideolojide izlerini görebiliriz bu tesbitin.
Buradan şuraya geçelim. 'Meteor Risalesi' diye tesmiye
edilebilecek, tabii beğenmeyebilirsiniz de bu ismi, 15. Söz'ün girişi şöyledir:
"Ey kozmoğrafyanın ruhsuz
meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını
o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi
basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız." Mülk
sûresinin 5. ayetidir bahsi geçen. Ve kısacık bir mealiyle şöyle buyrulmaktadır
orada: "Andolsun ki dünya semasını
kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık."
7 Basamak'ın herbiriyse aslında birer perspektiftir.
Bilimsellik adı altında endoktrine edildiğimiz kalıpların kırılmasıdır. Birer
'göz açma'sıdır. Birer 'düşünme şekli'dir. Hayalin prangalarının kırılmasıdır.
Zihni seküler bilgiyle darlaşan, düşünme yeteneğindeki ümmiliği yitiren,
fıtratındaki tefekkür sâfiyeti kaybeden mektepli efendinin göğsünü genişletir
böylece Bediüzzaman. Ülfet duvarlarını yıkar. Çünkü hayal 'dimağdaki meratib'in
ilk aşamasıdır. Hayali sağlıklı çalışmayanın akledişi de arızadan kurtulamaz.
Madem değindik, becerebildiğimizce özetleyelim, 1. Basamak:
Canlılık biyolojik hayata münhasır kalmak zorunda değildir. 2. Basamak: Uzayla
dünya arasındaki ilişki geçişkenliği imkansız kılacak bir ilişki değildir. 3.
Basamak: Uzaydaki hayat bizim hayatımız gibi olmak zorunda değildir. 4.
Basamak: Allah'ın mübarezeyi de kapsayan/gerektiren kanunları yalnız dünyamızda
tecelli ediyor değildir. 5. Basamak: Meteor düşerken melekleri-şeytanları kafa
gözünle görememen işaret kılınmaları hakikatini cerhetmez. 6. Basamak: Allah'ın
Kur'an'da bu hâdiseyi anması kendi azâmetini öğretmek için olabilir. 7.
Basamak: Sen de bu sırr-ı mübarezeden hisseni alıp şeytanlarını kalbinin
göğünden kovmaya çalış.
"İşte, yıldız
böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü
yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu 'Yedi Basamaklar'da işaret edilen hakikatlere
birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu
âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin
başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..."
Esra Aslan Turan tarafından yazılan, KADEM mihmandarlığında
yayınlanan, Ömer Nasuhi Bilmen Hoca merhumun İlmihal'ini 'toplumsal cinsiyet'
perspektifiyle tenkid eden makaleyi incelerken de aynı şeyler geldi aklıma.
Galiba Bediüzzaman'ın 'bir ahirzaman arızası' olarak tesbit ettiği bu maraz
giderek tevessü ediyor. Öyle ki, bir ilahiyatçı, 'toplumsal cinsiyet' gibi bir
modern-seküler-bâtıl kavram üzerinden hanefî fıkhını sigaya çekebiliyor. Sanki,
Batı'nın eline tutuşturduğu şu mizan vahiyden daha vahiy, sünnetten daha
sünnet, nasslardan daha nassmış gibi onunla şunları rendeçleyebiliyor.
Boylarının ölçüsünü alıyor. Ayar veriyor. Böyle söylememi garip bulmayın
arkadaşlar. Çünkü mesele Ömer Nasuhi Efendi merhumun İlmihal'i ile ilgili
değildir sadece. Orada tenkid edilen hususlar hemen hemen her ilmihalde
bulunabilir. Mevzu dindir. Hükümler her yerde aynıdır. Sosyoloji
değişmekle değişmez. Zaman değişmekle değişmez. İnsanların beğenmemesiyle hiç
değişmez. İşte, mürşidime İçtihad Risalesi'ni yazdıran o endişe, başka başka
teraşşuhlarıyla, tezahürünü hızlandırmaktadır. Hüda gençlerimizi şerlerinden
muhafaza eylesin. Kendi şeytanlarını recmedebilmeyi ilham buyursun. Âmin.
Yoksa, beceremezlerse, cahiliye döneminde Ebu'l-Hikem (Hikmetin Babası) sayılan
Amr b. Hişam'ın Ebu Cehil'e (Cehaletin Babası) dönüşmesi gibi, aldıkları
eğitimle itikatlarını/amellerini mahvedecekler.