Ahmet Yıldız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Yıldız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2024 Salı

Esenyurt 'Kürdistan' olabilir mi?

Urfa neresidir? Anadolu mudur? Arabistan mıdır? Yoksa Kürdistan mıdır? Siz cevabınızı düşünedurun, Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lahikası'nda çok ilginç birşey söylüyor: "Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu'nun, hem Arabistan'ın, hem Kürdistan'ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur." Yani mürşidime göre Urfa hem Anadolu'dur hem Arabistan'dır hem de Kürdistan'dır. Üçünün de merkeziyetini yapan bir yerdir. Belki bir kesişim kümesidir. Haritalardan da huduttan da fazlasıdır. Aynı coğrafî okumayı, Bediüzzaman'ın, Medresetü'z-Zehra'yı hayal ettiği Van'a da yaptığını görürsünüz.

İnşaallah hafızam yanıltmıyordur. Çünkü Ahmet Yıldız Hoca'nın 'Ulus Devletin Bunalımı'nda okuduğumu hatırlıyorum. (Kitabı kitaplığımda bulamadım maalesef.) Hülasa edeyim: Hocanın bir yakını kızını evlendiriyormuş. Herhalde Ankara'daydı. Diyarbakır düğünü. Kürtçe türküler çalınıyor tabii. Komşuları düğün yerini taşlamışlar. Rahatsız oldukları şey 'gürültü' değil. Hayır. 'Kürtçe türkülerle kutlanması.' Her neyse, bir zaman sonra, yine düğünleri olmuş aynı mekanda. Fakat, aile, duvarlardan birisine büyükçe Türkiye bayrağı asmış bu defa. Komşuları, bırakın türkülerden rahatsız olmayı, gelip bir de halaya katılmışlar.

Aramızdaki kimi gerginliklerin böylesi önyargılarla sarılı olduğunu düşünüyorum ben. Hatıradaki ilk önyargı: "Kürtçe türküyle eğlenen kim varsa Türkiye düşmanıdır." Fakat önyargıları kırabilecek hamleleri yapmamak da başka bir önyargı. O da belki şöyle düşünüyor: "Ben kimseye ayrılıkçı olmadığımı ispat etmek zorun değilim." Tarafların haklılığı-haksızlığı bir tarafa, buradan çözüm çıkmıyor, çözüm çıkmaması haklıyı da bir ölçüde haksızlığa düşürüyor. Zira aslolan sulhtür. Mümkünse sulhtür.

'Kürdistan' ifadesi de böyle bir mesele. Bu ifade kullanılabilir midir? Hem 'evet hem 'hayır.' Nasıl? 'Evet.' Çünkü onunla kastedilen tarih boyunca bir coğrafya olmuştur. Hep kullanılmıştır. TBMM'nin kuruluş dönemi kayıtlarında bile geçmektedir. 'Hayır.' Çünkü onunla kastedilen yine bir ulus-devlet olmamalıdır. İttihadı bozmak arzusu ile istimal edilmemelidir. Eğer kelime özü itibariyle ifade ettiği tarihsel gerçeği değil de mezkûr siyasi maksadı vurguluyorsa elbette hükmü değişecektir. Hani Risale-i Nur'un bir yerinde denilir: "Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez." Aynen öyledir. Yürütmez. Yürütemez. Yürütmemelidir. Zira neferin sözünde haddini aşma vardır. Yani böyle bir emri vermek hakkı yoktur.

Burada kendimce kurtarıcı müdahaleyi şurada görüyorum: 'Kürdistan' yerine 'Türkiye Kürdistanı' denilebilir. Türkiye Kürdistanı ifadesinde bir ayrılık kastı yoktur. Bir ittihad imâsı vardır. Tıpkı yukarıdaki hatırada duvara Türkiye bayrağı asmak gibidir. Karşı tarafın önyargılarını kırar. Düşmanlığına mehaz olan şüpheyi giderir. Belki bu söylediğim kimilerinin asabiyetine, o asabiyetten kaynaklanan gururuna dokunacaktır, fakat ben sulh yolunu söylüyorum kendimce. Kavga etmek isteyene yol açık. 40 senedir ediyorlar zaten. Kaç tane genci toprağın altına soktukları malum. Halihazırı değiştirecek bir usûl geliştirmeli...

Aynısını dönüp Türk kardeşlerime de söylüyorum. 'Türk' kelimesi bir ırkı ifade ediyor. Bu belli birşey. Elbette içini başka şekilde dolduranlar da vardır. Hatta ırken Türk olmayıp Türk olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat Kürtler kendilerine Türk demek istemiyorlar. Çünkü bu yalancılıktır. Eğer Türk kelimesi bir ırkı ifade ediyor olmasaydı, ne bileyim, 'müslüman' kelimesi gibi genelgeçerliliği olsaydı mesela, elbette Kürtlerin de böyle bir sorunu olmayacaktı. En azından dindar Kürtlerin olmayacaktı. Zira onlar Türklere düşman değiller. Ancak onlar "Kizb kudret-i İlahîyeye iftiradır!" denildiği gibi düşünüyorlar. "Allah beni öyle yaratmamışken ben neden kendime Türk diyeyim?" diye amel ediyorlar. Bunu da aşmanın yolu var. Yukarıda onlara tavsiye ettiğimi size de ederim. Sulhün yolu basittir. Ya Türk kelimesinin yerine 'müslüman' diyelim yahut da 'Türkiye-Türkiyeli'yi geçirelim. Türk bayrağı yerine Türkiye bayrağı olsun. Türk sineması yerine Türkiye sineması olsun. Nesi eksilir ki böyle dense?

Bazı kavgalar çok küçük adımlarla aşılabilecek gibi durduğu halde hiçbir adım atamadığımızdan dolayı sürüp gidiyor. Kimse burnundan kıl aldırmıyor. Hatta, geçenlerde gördüm, Esenyurt'a 'Kürdistan' diyenler var. Arkadaşlar, bu, o kelimenin meşruiyetine de zarar vermektir. Eğer Kürtlerin sonradan geldikleri bir yer Kürdistan olabiliyorsa, Türklerin de sonradan gittikleri yerler pekâlâ Türkistan olabilir. O zaman onların da Doğu'ya, Güneydoğu'ya vs. 'Türkistan' deme hakları olur. Zira onlar da orada yaşıyorlar. Doğrusu bu kavgayla yaşamaktan ben epeyce sıkıldım. Doğduğumda başlamıştı. Şimdi kırkı geçtim. Aynı şekilde devam ediyor. Yeter. Ne diyelim? Allah rüşdümüzü ilham etsin. Hem devleti Kürtlere doğru atacağı adımlarda cesaretlendirsin hem de Kürtleri devlete doğru atacakları adımlarda merhametli kılsın. Âmin. Ben kendimce hem Kürtlerin hem Türklerin felahını ayrılmamakta görüyorum. Ayrılırsak iki tarafın solcuları, apoistleri ve kemalistleri, dindarları lokma lokma yutacaklar. Zira bir ellerinde 'dünyevîleşmeyi' diğer ellerinde 'asabiyeti' tutuyorlar. Bunların ikisi de pekçok lezzetlidir.

Yani kem lezzetlidir, zehirli bal gibidir, ama lezzetlidir. Vazgeçmek zordur. Mürşidim de öyle diyor: "Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez." Bıraktıramasak da bir şekilde yüzünü hayra çevirmek lazımdır. Dünyevîleşmeye zaten dinimizle karşı koymaya çalışıyoruz. Gücümüz yetiyor-yetmiyor. İkincisini de dine havale edersek kazanması zorlaşacak.

Ya? Bir çaremiz var. 'Birlikte yaşama zorunluluğu.' Bu toprakların her yerinde çoklukla bulunmaktayız. Geleceğimiz için birbirimizle yaşamak zorundayız. O halde ırkçılık bizim için kurtarıcı bir formül olamaz. Irkçılık ancak parçalanmayı getirir. Bu kadar karıştıktan sonra nasıl parçalanacağız? Aynı kitapta, Ahmet Yıldız Hoca, Kürtlerle Türkler arasında evlilik yoluyla yüzbinlerce akrabalığın oluştuğunu da paylaşıyordu. Belki yüzbin de değil. Milyon bile var. Etle tırnak gibi olmuşuz. O halde şu 'birlikte yaşama zorunluluğunu' bir kılıç gibi ırkçılığın üzerine sevkedelim artık. Gereğince amel etmekten de çekinmeyelim. Belki geleceğimize güneş doğar. Döktüğümüz kanı toprak emdi. Emdi de doydu. 'Artık yeter' demeli. Ölmekten yorulmak lazım.

19 Şubat 2021 Cuma

Hz. Osman'a (r.a.) torpil yaptırmak mümkün mü?

Hz. Osman radyallahu anh bizim için herhangi bir siyasi figür müdür? Sahabe yan apartmanda oturanlar kadar haklarında rahat konuşulacak bir sosyoloji midir? Belki ben onları böyle sıradanlaştıramadığım için alınganlaşıyorum. Canım sıkılıyor. Dişim sıkılıyor. Daralıyorum. Ahmed Yıldız ağabeyin önüme düşen 'flood'unu okurken de böyle bir gerilim yaşadım bugün:

"Genişleyen siyasi sınırlar içinde hükümran olma formülünü 'güven' üzerine kuran Hz. Osman, bu sebeple tüm yöneticiliklere akrabalarını atamış, böylece kamu düzenini sağlayabileceğini düşünmüştü. 'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti. Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu. Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır."
 
Bununla övünülmez ya: Ben cahil bir adamım. Bir alanda uzmanlık yapamadım. Belki şimdi 'bu sözleri doğru anlayamadığım' da söylenecek. Kendimi temize çıkarmam. Olabilir. Lakin kalbimin sesini de önemserim. Göğsüm pusulam gibidir. Ve kalbim bu silsilenin bana söylediği şeyden cidden rahatsız oldu. İlk rahatsızlığı şuydu: Bugünün siyasetiyle/saflaşmalarıyla ilgili bir mevzuu götürüp Osman radyallahu anha bağlamakta ne maslahat var? Çünkü, elhamdülillah ki elhamdülillah, mü'min reflekslerimizin böyle yeşermediğini düşünüyorum. Biz hayatta bir yanlışla karşılaşınca onu ta götürüp sahabeye bağlamak arzusu duymayız. Ya? Mümkünse, o çamuru yalar-yutar, üzerimize alır, o pâk eteklere sıçratmayız. Komşum bana ırkçılık yapsa mesela, mevzuu alıp, "Bir keresinde Ebu Zerr radyallahu anh da Bilal-i Habeşî radyallahu anha..." falan filan diye yerde sürüklemem. Onu şununla bağlamam. Zaten ilgisi yoktur ki bağlayayım. Kusur burada durur. Kusur bende durur. Kusur zaten bana/bize yakışır. Onlara değil.

O nedenle 'adam kayırmacılık' üzerinden bugüne söylenecek birşeyin de ta götürülüp Hz. Osman-ı Zinnureyn'e bağlanmasını anlamam. Meleklerin kendisinden hayâ ettiği bir ahlak sahibine böyle şeyleri götürmenin maslahat adına da birşey getireceğini sanmam. Ne getirir peki? Sahabeye tân getirir. Bu konularda kelam etmeye haddi olmayanların çenelerini açar. Cahile cesaret verir. Sanarlar ki: Sahabe de bizim gibi insanlardır. Adam kayırırlar. Kul hakkına girerler. Ahlaksız yönetimler sergilerler. Bir yalanı, hileyi, hatayı 'ahlaksızlığı belirtir bir ısrarla' bütün yönetimleri boyunca tekrarlarlar. Hatta, şianın iddia ettiği şekliyle, Aleyhissalatuvesselamı defnetmeyi unutur da "Başa ben geçmeliyim!" kavgasına tutuşurlar. Hâşâ. Böyle bayağı-denî karakterler değildir onlar. Biliyoruz ki: Bugün sahabeyi böyle anlamayı sevenler genelde ehl-i bid'a ekollerdir. Onların müntesipleridir. Sahabeyi tân etmek denilince onlar akla gelir.

Neden? Çünkü her bid'anın gidip çarptığı duvar 'sahabeye hürmet'tir. Ümmet-i Muhammed'in bu aziz tutumu bid'aların revacını engellediği için, farklı ekollerden de olsalar, sahabeye tân edeni severler. Hepsi aynı kuyuyu kazmaktadır çünkü. Aynı surda delik açmaktadır. Niyetleri ne olursa olsun. Buradan hepsine ekmek çıkar. Bu nedenle Ehl-i Sünnet de sahabe konusunda ayrıca hassastır. Haysiyetlerine ayrıca düşkündür. En küçüğünü olsun korumasız bırakmaz. Dokundurmaz. Bunun en güzel ifadesi de Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyhin "Allah kanlarına ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" tutumudur.
 
Biz ne yapıyoruz? Biz, Allah selamet versin, feraset versin, istikamet versin, pek iyi yapmıyoruz. Ahmed ağabey de iyi yapmıyor. Ki kendisi de biliyordur: Hz. Osman isminde birisi hiç yaşamamış olsaydı, şimdi-şu anda varlığını bütün tarihten çekip çıkarabilseydik, silebilseydik, bu sorunlar yine olacaktı. Devlette de olacaktı. Millette de olacaktı. Bizde/bende de olacaktı. Hiçbir coğrafya/sistem bundan kurtulamayacaktı. Çünkü bunlar fıtratın yaralarıydı. Yukarıdaki arızaları insanlık tarihine Osman radyallahu anh sokmadı. İlk akrabasını vali atayan da o değildi. 'Adam kayırmacılık' denen hâdise Habil ile Kabil kıssası kadar eski bir mesele. Kurcalasanız gider. Hatırlayalım: Yakub aleyhisselamın oğulları onu neyle suçluyorlardı? Yusuf aleyhisselamı kayırmakla değil mi? Dolayısıyla, haklı-haksız, belirtileri/dedikodusu tarihin her köşesinde görülen kronik hastalıklar için sahabeye müracaatın ne manası var? Ne şifa umulur bu tândan?
 
Kusura illa bidayet inşa edilecekse, ihtiyaçsa(!), Allah'tan 'başkasının değil kardeşinin nübüvvetini dilediği için' Musa aleyhisselam da suçlanabilir. Hâşâ. Veya ehl-i beyte mevedded bahsinde "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır!" dediği için Aleyhissalatuvesselama da çamur atılabilir. "O ehl-i beytini kayırmasaydı kimse akrabasını kayırmazdı!" falan denebilir. Hâşâ. Cenab-ı Hak böyle bataklıklarda altın aramaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

Kaldı ki: Osman radyallahu anhın olayı "İlle de Benî Ümeyye olsun ister çamurdan olsun!" üzerinden tanımladığına dair bulgumuz da yok. Eldeki delillerin hepsi onun 'akrabasına iyilik etmeyi sevdiğini' gösteriyor. O kadar. Ki bu tutum cuma hutbelerinden aşinamız ayetin de emridir. Benî Ümeyye asabiyeti değildir. Hamiyet-i diniyedir. Bir de karakteri itibariyle Ömer radyallahu anh gibi sert olmayan yönetimi var. Bunları biliyoruz. Ancak akrabalarını valiliklere atama hususunda yalnız değil ki. Aynı tutumu hilafeti döneminde Hz. Ali radyallahu anhın da gözettiğini birçok kaynak naklediyor. Yani o da tıpkı Hz. Osman gibi akrabalarını vali atıyor. Evet. O zaman belki şunu da düşünmek gerekiyor: "Belki de o şartlarda en hikmetlisi buydu ha?"

Peki bu seçimlerde şer'i şeriften ayrıldığına dair bir delilimiz var mı? Yok. Olsa olsa emîrü'l-mü'minînin iradesine bırakılmış bir alanda seçimini böyle beyan buyurmuştur. Tasarrufunu böyle kullanmıştır. Zaten kendisinin de dönemindeki ifadesi "Böyle yapmakla Allah'ın rızasını aradığı..." yönündedir. Valiliğe atadığı kimseler de alelekser liyakatsiz insanlar değildir. Muaviye radyallahu anh gibi öne çıkan bazılarıysa zaten Ömer radyallahu anhın döneminde de aynı görevlerde bulunmaktadırlar. Yani Benî Ümeyye'nin yönetimde görev alması ilk kez Osman radyallahu anh ile de değildir. Kaldı ki: Benî Ümeyye, hâşâ, bir nasipsizler kervanı, lanetliler kavmi vs. de değildir. Haşimoğullarının amcaoğlu, Kureyş'in asil hanedanlarından, yetenekli-zeki insanlar barındıran bir kavimdir. 'Arabın dehaları' sayıldığında Benî Ümeyye'den birçok kişi listeye girer.

"'Benden olan bana sadık kalır' anlayışı kendisini hesap vermeye kapatıyordu." Vallahi Hz. Osman kemalinde birisi ne kendisinin ne de atadığı birisinin 'hesap vermeye kapanacağını' rüyasında görmemiştir. Hesap vermeye kapalı iktidarlar varsa bunlar kendilerini 'her anının hesabıyla yaşayan' Osman radyallahu anh ile referanslandıramazlar. Onun merhamet yolunu tutması böyle bir sonuç amaçlamamıştır. Bu sonucun membaının orası olduğu metazoridir.

"Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak liyakati yok saydı, keyfilikleri, yozlaşma ve yolsuzlukları 'icab-ı idare' olarak kabul etti." 'Akrabaya veya tanıdığa görev vermek' ile 'liyakatin yok sayılması' arasındaki kaçınılmaz bağı ben göremiyorum. Hatta bu kaçınılmazlık iddiasında bir tür demagoji tadı da alıyorum. Bir insan akrabasından liyakatli bir kimseye sorumluluk veremez mi? (Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Ali radyallahu anha verdiği sorumluluklar az mıdır?) Veya şöyle soralım: Tanıdıkla çalışmanın zorunlu olarak liyakati ötelediği sahih bir yaklaşım mıdır?
 
Bu konulardan fitne çıkması da yeterli delil oluşturmaz. (Fitne Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Hz. Usame radyallahu anhı genç yaşında komutan atamasında da kendine yer bulmuştur.) Zira şer'an böyle bir yasağın mevcudiyetini bilmiyoruz. Olsa olsa maslahata göre seçilebilir meşru şıklardan birisidir. Maslahat olur seçilir. Maslahat olmaz seçilmez. Süleyman aleyhisselam gibi evladı olsa hangi baba onu yerine sultan bırakmaz? Bir de aksini düşünelim: Hiçbir akraba-tanıdık çalışmayan yönetimlerde 'keyfilikler, yozlaşmalar, yolsuzluklar, torpiller' yokedilebilmiş midir? Yoksa 'icab-ı idare' her yerde kendisini idare edecek argümanları bulmakta mıdır? Herhalde insanlık bu konuda da yeterince tercübeye sahiptir. Evet. Gruplaşmalar fıtratları meyyal olanlarda yine yeşerir. Velev ki içlerinde hiçbir yakınlık bağı olmasın. Bulurlar. Kurarlar.

"Müslüman dünya, böylece sürdürülebilir ve hukuka dayalı bir yönetim modeline veda etti. Hikmet-i hükümet norm oldu." Yani "Aynı İslam tarihine mi bakıyoruz?" diye bazen şüpheye düşüyorum. Bu yaklaşımla rasat edince sanki İslam tarihi 'hukuksuzluk tarihi' gibi birşey oluyor. Ne kuvvetli bir veda ediliyor! Sanki bundan sonraki asırlar şeriatla/adaletle yönetilmediler. Çağdaşlarına gıpta parmağı ısırtmadılar. Ha, nameşru şeyler hiç olmamış mıdır, olmuştur. Kim sırr-ı imtihanı üzerimizden kaldırabilir? Ahmed ağabeyin hayal ettiği sistem uygulansa acaba bunlardan kurtulunabilecek midir? Bana sorulsa "Mümkün değil!" derim. İnsan varsa imtihan var. İnsan varsa arıza var. İnsan varsa sapma var. Fertlerde varsa toplumlarda-devletlerde de var. Hiçbir rejim, adı-sistemi-işlemi ne olursa olsun, şeytanın aralarına giremeyeceği saflara sahip olamayacak. Çünkü insanlardan kurulu olacak. İnsanlar buna müsait olup yozlaştıracaklar. Bu noktada da, hepsi aynı ümitle dünya sahnesine çıkıp, devireceklerini devirip, aynı inkisar-ı hayalle devrilen ideolojiler (hatta ideolojiler çağı) yeterli bir tecrübeyi ders verir.

"Dün olduğu gibi bugün de, Müslüman dünyanın ana problemi siyasi istibdat yerine hukuka dayalı, muhalefeti beşeri çeşitliliğin zorunlu bir unsuru olarak gören, şeffaf ve hesap verebilir yönetim modellerine sahip olmayışıdır." Ahmed ağabeyin dikkat-i nazarı bir nur talebesine göre çok fazla devlete bakıyor. Halbuki bu rahlenin bize ilk öğrettiği her yaranın başlangıcının bizde olduğu. Ancak biz düzelirsek düzeleceği. Yeni Said en çok bundan eskisine güceniyor. Yani müslüman dünyanın esas problemi siyasal değil takvasaldır. Siyaset dairesi zaten günahsızlık/ismet dairesi değildir. Siyasetçinin ekserce müttaki olamayacağı Ahmed ağabeyin de aşina olduğu bir manadır. Biz kendimizi yıllarca siyasal İslamcılardan bu mihengle ayırdık. Şimdi gözümüz onlar kadar kemali devlette arayacaksa nurcu inceliğimiz-derinliğimiz nerede kalır?

Çok uzattım. Diyeceklerim de kaldı ama hülasa edip fasıl vereyim: Ben Ahmed ağabeyin siyaseti-iktidarı-hükümeti-partileri vs. eleştirmesine karşı değilim. Bunu herkes gibi yapabilir-yapar. Ama Metin ağabeye bir ay kadar önce ettiğim sitemin aynısını ona da ediyorum: Bunu böyle söyleyebilmek gayet mümkünken ta sahabeye kadar gitmeye ne gerek var? Çıkıp dese ki: AK Parti hükümeti atamalarda liyakati değil akrabalığı önemsiyor. Her makama kendi adamlarını getiriyorlar. Bu anlayış yolsuzluğu doğurur vs. Söyleyemez miyiz? Zaten hergün binlerce cümle bu bahiste yazılmıyor mu? Bunu böyle burada bırakarak söylemek mümkünken işi ta Hz. Osman radyallahu anha çıkarmaya ne gerek var? Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin.

Konu hakkında bir ders için: https://www.youtube.com/watch?v=9KskRVIBNrE&t=2s

24 Eylül 2015 Perşembe

Müsbet milliyetçilik var mı?

Doğan Hızlan Eleği Duvardan İndirelim kitabında diyor ki: "Irkçılık; ekonominin, kapitalizmin zaman zaman hortlamasına müsaade ettiği bir eylemdir." Ben bu cümleyi Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra üzerine yaptığı eleştirilerle uyumlu buluyorum. Çünkü Bediüzzaman da seküler medeniyetin esaslarını sayarken, ırkçılığın kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkacağını ifade ediyor:

"(...) medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir."

Burada en ahirde 'unsuriyet ve menfi milliyet'in sayılması, fakat ondan önce hedef edinilen 'menfaate' dikkat çekilmesi, ırkçılığın ekonomi ve 'yoğunlaştırılmış ekonomi' olan kapitalist siyasetle ilgisini fısıldıyor. Haklılığınızı güçten aldığınızı düşündüğünüz, hedefinizin de salt menfaatinizin etrafında şekillendiği bir siyasette 'sınırlı kaynaklar' üzerine boğuşmanız kaçınılmaz. Kaynaklar üzerine boğuşurken de elbette bir 'biz' ve 'onlar' tayini yapmanız lazım. Bu tayin 'düşmanlaştırıcı' olmalı. Olmalı ki muhatabın kafasına vurup elinden ekmeğini aldığınızda vicdanınız sızlamasın. O zaman elbette yapacağınız tüm topluluk tanımları da menfi olacaktır. Menfi, yani kucaklamaya değil, itmeye çalışan. Ötekileştiren...

Bu zeminde, Bediüzzaman'ın "Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır..." diyerek devam eden analizlerinde 'müsbet fikr-i milliyet' ile 'menfi fikr-i milliyet' arasında yaptığı ayrımı, tanımların 'ötekileştiriciliği' veya 'kucaklayıcılığı' üzerinden ayırabiliriz gibi geliyor bana. Bir ekmeği daha çok kişiye bölen, yüzü genişlemeye ve kucaklamaya bakan, atmaya değil tutmaya bakan tanımlar müsbet fikr-i milliyet içinde sayılabilir. Fakat yüzü böldükçe bölmeye, yıkmaya ve yakmaya bakan tanımların müsbet olmakla işi yoktur. Onlar küçültücüdür. Tamamı menfi fikr-i milliyet içinde sayılır. Ötekini sinesine basmaya müsait veya ötekinin varlığından rahatsız olmayan tanımlar hakkında ancak 'müsbet' sıfatını kullanabiliriz.

Sırf bir lafzî ayrılık gibi görünse de bence mühim bir hatırlatmadır: Bediüzzaman 'müsbet milliyetçilik' diye birşeyden bahsetmemiştir. 'Müsbet fikr-i milliyet'ten bahsetmiştir. Neden kullanmamıştır milliyetçilik ifadesini? Allahu'l-a'lem. Kanaatimce: Sonuna '-çilik' koyduğunuz herşey bir derece zihinlerde menfileşmeye başlar. O yüzden bu ayrımın 'fikr-i milliyet' üzerinden yapılması daha sağlıklıdır. Fakat şunu da belirtmeden geçmeyelim: Hakkın sınırlarını tayin etme meselesinde, özellikle itikadî meselelerde, '-çilik'ler de gereklidir. Zira akaidde bitarafane muhakeme şeytanın bir oyunudur. Biz, '-çilik'lerin tehlike alanını, hakikatin 'tek renk' değil 'çok renkli' olduğu düzlemler için konuşuyoruz. Misalen: Küfre karşı "Allah birdir!" diye haykıran mü'min 'tevhidcilik' yapmakla itham olunmaz. Zira onun yaptığı hakkın tek olduğu düzlemde bir savunudur. Fakat "Namaz yalnız Hanefilerin kıldığı şekliyle doğrudur!" diyen kişi nazarımızda bir menfi mezhepçidir. Çünkü hak mezheplerin renklerini inkâr etmektedir.

Peki neden '-çiliği' özellikle milliyetçilikte olumsuzluyorum? Çünkü milliyetçi olan otomatikman tarafgirdir. '-çilik' yapmak, şıklar içinde birisinin, yalnızca o doğruymuş gibi arkasında durmaktır. Öyle yaratılmak değil yalnız, 'öyle yaratılmamayı eleştirmek' de vardır 'çilik'te. Ortaya bir yarış girer. Yarış ise hırssız olmaz. Hırs da haksızlığa yatkındır. İşte bu yağlı zeminde kaymalar başlar. Milliyetçiliğin hâkim olduğu ulus-devletler devrinde tarih/edebiyat gibi pekçok alanda 'hakkın/gerçeğin' bükülür, yani bir noktada 'çiliğin' menfaatine uygun kurgulanır hale gelmesi bundandır. '-çilik' yapan, kainata '-çiliğinin' merkez olduğu bir düzlemde şekil vermeye çalışır. Türk milliyetçiliğine göre insanlığın atası/merkezi Türkler, Kürt milliyetçiliğine insanlığın atası/merkezi Kürtler, Alman milliyetçiliğine göre de insanlığın atası/merkezi Almanlardır.

"Peki, kafamızdaki fikr-i milliyetin müsbet mi, menfi mi olduğunu nasıl ayıracağız?" derseniz, yine yüzünüzün Bediüzzaman'ın mezkûr metnine dönük olmasını tavsiye ederim. Haklılığı '-çisi' olduğunuz şeyin kuvvetinde mi arıyorsunuz? Hedefinizi '-çisi' olduğunuz şeyin menfaati mi biliyorsunuz? Yaşam şekli olarak '-çisi' olduğunuz şey için başka '-çilik'lerle mücadele etmeniz gerektiğini mi düşünüyorsunuz? O halde size yazık: Siz bir 'unsuriyet ve menfi milliyet' sahibisiniz. Muhtemelen ömrünüz boyunca birşeylerin üzerinde boğuşacak, genellemeler yapacak ve öfke saçacaksınız. Peki müsbet fikr-i milliyeti nasıl tanıyacağız? Yine Bediüzzaman'a dönelim:

"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."

Yani, hakkı '-çisi' olduğunuz şeyin elinde değil de, başka ellerde görünce kabul eder misiniz? Yoksa herşeye rağmen kendi '-çisi' olduğunuz grubun haklı olduğunu mu savunursunuz? Menfaatiniz bazen tersini gösteriyor bile olsa, sırf faziletli olan o olduğu için veya Allah'ın rızası orada olduğu için 'öteki adına' doğru olanı (hatta fedakârca olanı) yapabilir misiniz? Hayatı '-çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?) Aynı dinden kardeşlerinizi, ırk farkı gözetmeksizin, aynı şekilde sevebilir misiniz? Dine rağmen ırk üzerinden tanımlanmayı mı, yoksa ırka rağmen din üzerinden tanımlanmayı mı hoşgörürsünüz? Bütün bu sorular eğer 'yüzünüz bütüne bakar' şekilde yanıt buluyorsa, sizi tebrik etmeli. Kafanızdaki millet fikri müsbete benziyor.

"Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez."

Bediüzzaman, her ne kadar (yüzü bütünleşmeye bakan) müsbet ve (yüzü ayrışmaya bakan) menfi olarak mezkûr ayrımı yapmış olsa da, fikr-i milliyet konusunda mütereddittir. Varlığı ona hoş gelmemektedir. Bu endişe belki de Hızlan'ın aynı kitapta Etienne Balibar'dan yaptığı şu alıntıyla anlaşılır: "Milliyetçilik, ırkçılığın tek nedeni değilse de, ortaya çıkışının belirli koşuludur." Yani ne kadar soft tanımlarsak tanımlayalım; ister tepkisel diyelim, ister zarurî bulalım, '-çilik' yapmaya yüzü yatkın şeyler gün gelip uygun ortamı bulduğunda '-çiliğini' yapar. (Bir dönem, sözde PKK'nın artan terör eylemlerine tepki olarak, suçu-günahı olmayan, hatta içlerinde şehit yakını da bulunan Kürt esnafların dükkanlarına yönelik düzenlenen saldırılar, bu ortaya çıkışa son zamanların en açık deliliydi sanırım.) Hızlan, aynı metnin devamında, Balibar'dan yaptığı alıntının ardından şunları da söylüyor: "Irk kavgaları, milliyetçilik ateşiyle hep harlı tutulduğundan çoğu zaman kamuoyu kullanılmıştır." Belki Bediüzzaman'ın fikr-i milliyet hakkındaki tereddüdü, 'kavgaları diri tutması' çerçevesinde daha anlaşılır oluyor. Evet, arkadaşım, bitirirken şunu nefsime/nefsine hatırlatmak istiyorum: Bu ateşin altına odun atan herkes bir gün o ateşte yanacaktır.

30 Aralık 2012 Pazar

Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı üzerine...


“İstanbul’a geldim, gördüm ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” Bediüzzaman Said Nursî, İçtimaî Reçeteler

Bundan yıllar yıllar önce, daha ortaokul talebesiyken kimya öğretmenimiz Ayşe Hoca’dan bir ihtar almıştım. Sebebi ne şımarıklığımdı, ne de tembelliğimden kaynaklanan bir sorundu. Hayır, hiçbirisi değildi. Sadece derste söz aldığımda müfredatta olmayan şeyler anlatıyordum. Mesela bu uyarıyı aldığım gün de maddenin halleri üzerine işlenen bir derste, dördüncü bir halinin daha bulunduğunu, bunun da plazma hali olarak isimlendirildiğini söylemiştim. (Artık hangi belgeselden, kitaptan duyduysam?)

İşte o zaman Ayşe Hoca artık böyle çıkışlarımdan canına tak demiş olacak ki; bir daha söz aldığımda böyle şeyler anlatmamamı, çünkü bunların müfredatta yer almadığını söylemiş ve beni ihtar etmişti. Ona göre kitaptakini öğrensek ve sınavlarda öğrendiğimiz gibi cevap versek bize yeterdi. Fazlasıyla aklımızı karıştırmaya hiç gerek yoktu. Ben de bunu yapmamalıydım.

Şimdi gülerek o anı hatırlasam da milli eğitim sisteminde en çok törpülenmeye çalışılan yanımızın bu olduğu kanısındayım. Yani, bilimi müfredatın dışında takip edebiliyor olmak. Kitapta öğretilenle yetinmemek. Bu yanımız sınav sınav alınıyor elimizden. Bırakın sınavda bir konuyu farklı bir yorumla ele almayı, müfredattaki bir hatayı düzeltseniz bile, hocanızdan uyarı almanız işten bile değil. Bu yönüyle milli eğitim bizim gelişimimize hiçbir katkı sağlamıyor. Aksine, kitaptakine kanaatkâr hale getirilmiş tembel beyinlerle mezun olmamızı sağlıyor.

Sanıyorum bu noktada en muzdarip bilim dallarından birisi de tarih. Tarih, insanla bağı itibariyle sadece nesneye dair birşey olmadığından, bizde de duygusal karşılıkları bulunduğundan, resmi tarih öğretisi içinde yetişmiş gençlerin duygu durumları da diğerlerinden farklı oluyor. Örneğin; sizin için gayet rahat konuşulabilir ve tartışılabilir olan birşey, onlar için adeta dogmatik bir gerçek addediliyor. Kesinlikle sorgulanmıyor. Hasbelkader sorgulayanlar da en aşağısı alet olmaktan başlayan ve en nihayet vatan hainliğine kadar varan suçlamalara maruz kalıyorlar. Tarih derslerinde, hassaten inkılap tarihi derslerinde farklı düşündüğünü belirten insanlar bu anlattığıma benzer şeyler yaşamışlardır mutlaka.

“İyi de Ahmet, sen de herşeyi eleştiriyorsun. Peki milli eğitimdeki gibi olmazsa ders tarzı, başka nasıl olacak?” diye soracak olursanız, işte tam bugünlerde en azından tarih dersleri noktasında bir metot oluşturabilecek bir kitap okuduğum kanaatindeyim. Kitabın ismi; Cumhuriyetin Demokrasiyle İmtihanı. Yayınevi; Etkileşim Yayınları. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın yerli/yabancı pekçok akademisyenle söyleşilerinden oluşan bu eser, benim kafamdaki ders sistemine tam isabet ediyor. Neden mi? Bir parça izah edeyim:

Sanıyorum, bizi, ileri yaşlarımıza dogmatik öğretiler taşıyan robotlar haline getiren en büyük etken bilginin tekliği ve yoruma açık olmayışı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; üstüne yeni birşey konuyor ve söyleniyor olamayışı. İsterse NASA’dan onay alsın sözleriniz, eğer müfredatta yoksa, onu yazmanızla sınav kağıdınızda kocaman eksileri görebiliyor oluşunuz. Bizim ilk mücadelesini vermemiz gereken kavga bu: Bilginin sorgulanabilir olması gerek. Bunun da tarih bilimi açısından açık yegane kapısı bilginin yorumlanış şekline bakıyor.

İşte bu kitapta da Ahmet Yıldız; Şükrü Hanioğlu, Kemal Karpat, Mehmet Altan, Mümtaz’er Türköne gibi yerli; John Esposito, Jenny White, Andrew Arato, Alfred Stepan gibi yabancı akademisyenlere aşağı yukarı aynı dönemi (demokrasi tarihimizi diyeyim) benzer başlıklar ve sorular altında yorumlattırarak; özü aynı olan bilgiyi farklı tonlarda nasıl okuyabileceğimizi gösteriyor. Yani düpedüz beynin aktif olduğu ve her okuduğu metinde daha bir heyecanlandığı bir yolculuğa çekiyor. ‘Münazara ve sual ve cevap’ın kapısını açıyor.

Böyle metinleri peşpeşe okumanın şöyle bir faydası var ki; her birisinin bakış açısı, size aynı bilgi içinde farklı yönleri açarak hangisinin tercih edilebilir olduğunu (mecbur etmeden) iradenize bırakması. Yani tek bir resmi öğreti yerine, birçok özgür düşünce adamının öğretisini masanın üzerine yatırmanızı sağlaması. İçlerinden biri veya birkaçını seçmek veya hepsini birden terketmek elinizde. Mantığınız, verileni kabul etmek zorunda değil. Değil, çünkü bazen birisinin öğrettiğini diğerinin bilgisi eşliğinde kendiniz çürütüyorsunuz. Böylesi kitaplarla yetişseydik eğer, bizim uyanık beyinlere sahip olma açısından yaşıtlarımızdan daha yukarılarda olacağımızı düşünüyorum. Söyleşi kitapların kıymetini daha iyi anlıyorum.

Bu kitap belirli bir zaman aralığı için tasarlanmış (genel anlamda böyle, yoksa kişi kişi bazı açılmalar, odaklanmalar var) karşılaştırmalı bir tarih okuması olarak ele alınabilir. Söyleşilerinin çok açılımcı olduğunu düşündüğüm birkaç isim var bu kitapta, onların okunmasını özellikle tavsiye edeyim. Bir tanesi, Mehmet Ali Kılıçbay; diğeri, Prof Dr. Ayhan Aktar. Bu iki ismin yazısına özellikle bakmanızı öneririm. Bu kitap hakkında söylenecek şey çok, ama anlatmaya o kitap kadar bir kitap daha yazmak gerek. Belki başka yazılar yazarak bu kitaptaki ilgimi çeken bazı konuları işleyeceğim. O suretle bu yazıdaki eksik yan da kaza olur diye düşünüyorum. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim...

22 Şubat 2012 Çarşamba

“Benim camiam, senin cemaatini döver...”

Doç. Dr. Ahmet Yıldız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Mutlu Türküm Diyebilene!” isimli kitabında, yakın tarih konuşulurken yaşanan bir kavram karmaşasına dikkatleri çeker. Millet, ümmet ve kavmiyet kavramları ekseninde yaşanan bu karmaşayı anlatan bölüm, zikredilen kelimelerin Kur’an’daki karşılıklarından uzaklaşılmasıyla manaların yerinden nasıl oynatıldığını, bir kelimenin manasını diğerinin nasıl karşılar hale geldiğini göstermektedir. Örneğin; Kur’an’da millet kelimesinin karşılığı “İslam milleti” iken, daha alt (ve ırksal) bir tasnifin karşılığı kavmiyetçiliktir. (Bugünse biz, kavmiyeti millet kelimesiyle karşılamaktayız.) Ümmet kelimesinin karşılığı ise Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine icabet etmişler (ümmet-i icabe) ve hâlâ davet edilenler (ümmet-i dave) olarak bütün insanlığı kapsar. (Fakat biz onun da karşılığını sadece İslam ümmeti olarak kullanmaktayız.)

Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserinde “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde te­bâ­dül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” ifadeleriyle dikkat çektiği bu kavram karmaşası, bazen kasıtlı ve bazen de kasıtsız olarak kelimelerin yerlerinden oynatılmasıyla, birisinin yerine diğerinin kullanılmasıyla gerçekleşir. Zaten alıntıladığımız bölümden hemen önce de Bediüzzaman buna misal olarak; “Ada­let külâhını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, is­tibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş...” örneklendirmelerini sunar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere ahirzaman fitnesinin bir yanını, bu kavram karmaşası (kaymaları) oluşturmaktadır. Yanlış şeylere yanlış namlar takılarak ve bunların gölgesinde bir meşruiyet aranmaktadır.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Cemaat Değil Camia” başlıklı yazısını okuyunca da her nedense yukarıda alıntıladığım kısımlar geldi aklıma. Sanki o yazıda da kelimelerle oynanarak, kelimelerin altı daha farklı manalarla doldurularak bazı noktalarda meşruiyet (ve belki kurtuluş) kapısı aranıyordu. Belki oradan daha kapsayıcı ve daha üst bir tariflemeye ulaşılmaya çalışılıyordu. Belki daha alt kabul ettiği ve marjinal(!) bulduğu cemaatlerin gılafından kurtularak, kendilerine yönelik son zamanlarda şekillenen eleştirilerden bu şekilde bir sıyrılma endişesi taşıyordu. Elbette de bu yazıdan muradını ancak müellifin kendisi tam olarak bilir. Bizimkisi sadece tahminden ibarettir...

Fakat ben bu noktada (çok da büyük bir müdakkiklik örneği olmamakla birlikte) Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi “ezberci” olmamak için hem camia, hem de cemaat kelimelerinin karşılığını sözlükte aradım. Her zaman işyerimdeki masamda duran Ferit Develioğlu Lügati’nden “camia” ve “cemaat” kelimelerinin karşılığına baktım hemen. Ne tuhaftır ki; bu sözlük, camia kelimesine sadece “topluluk” manasını verirken cemaat kelimesine karşılık olarak da “insan toplulukları” manasını veriyordu. Yani lügate göre de Ekrem Dumanlı’nın tarifi yanlıştı. Camia daha alt, cemaat daha üst bir sınıfı tarif ediyordu lügatte... Belki orada yapılan kelimenin tam anlamıyla “makamlarda becâyiş-i mekânî” idi. Kelimeler yerlerinden oynatılmış, birbirlerinin anlamlarını kuşanmışlardı.

Zaten Metin Karabaşoğlu’nun dün yayınlanan yazısında dikkatleri çektiği hadisin (yetmiş üç fırkayı ve kurtulan tek cemaati anlatan hadisin) içerdiği cemaat ifadesi de sadece marjinal bir grubu değil, bütün grupları kapsayan geniş bir cemaat ifadesini karşılıyordu. (Zaten ehl-i sünnet ve’l-cemaat de bu idi.) Yani bütün bu öğrendiklerime binaen, ezberden konuşan bir başkası değil, Ekrem Dumanlı’nın bizzat kendisi oluyordu. Kelimelerin altını kendisine göre doldurarak, onların tarihsel ve Kur’anî karşılıklarını görmezden gelerek, yeni bir terim icad ediyor ve onunla bir meşruiyet arıyordu.

Meşruiyet aramak kötü değil elbette, son zamanlarda yaşanan tartışmalardan ötürü endişelerini anlıyoruz. Fakat içinden geldikleri ve şimdiye kadar bununla gayet de övündükleri ekole karşı; “Tüh, pis, marjinal!” demeden bunu yapmak, asıl bu önemliydi. Sanıyorum Ekrem Dumanlı, yazısında birtek bunu başaramadı. Belki biraz da bu yüzden bir nebze can yakıcı oldu yazdıkları... Zira biz biliyoruz ki; Ekrem Dumanlı kendilerini nasıl tarif ederse etsin, Nur cemaatinin onların öğretisine katkısı inkâr edilemez. Öteleşmeye çalışsalar da kimse buna inanmaz. Hatta dostlarını geçtim, düşmanları hiç inanmaz. İkinci bir kurnazlık, bir takıyye ararlar bunda. Hasılı; ilk sarsıntıda geçtiğimiz yollardan utanacaksak, biz nasıl dava ehliyiz?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...