Urfa neresidir? Anadolu mudur? Arabistan mıdır? Yoksa Kürdistan mıdır? Siz cevabınızı düşünedurun, Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lahikası'nda çok ilginç birşey söylüyor: "Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu'nun, hem Arabistan'ın, hem Kürdistan'ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur." Yani mürşidime göre Urfa hem Anadolu'dur hem Arabistan'dır hem de Kürdistan'dır. Üçünün de merkeziyetini yapan bir yerdir. Belki bir kesişim kümesidir. Haritalardan da huduttan da fazlasıdır. Aynı coğrafî okumayı, Bediüzzaman'ın, Medresetü'z-Zehra'yı hayal ettiği Van'a da yaptığını görürsünüz.
İnşaallah hafızam yanıltmıyordur. Çünkü Ahmet Yıldız Hoca'nın 'Ulus Devletin Bunalımı'nda okuduğumu hatırlıyorum. (Kitabı kitaplığımda bulamadım maalesef.) Hülasa edeyim: Hocanın bir yakını kızını evlendiriyormuş. Herhalde Ankara'daydı. Diyarbakır düğünü. Kürtçe türküler çalınıyor tabii. Komşuları düğün yerini taşlamışlar. Rahatsız oldukları şey 'gürültü' değil. Hayır. 'Kürtçe türkülerle kutlanması.' Her neyse, bir zaman sonra, yine düğünleri olmuş aynı mekanda. Fakat, aile, duvarlardan birisine büyükçe Türkiye bayrağı asmış bu defa. Komşuları, bırakın türkülerden rahatsız olmayı, gelip bir de halaya katılmışlar.
Aramızdaki kimi gerginliklerin böylesi önyargılarla sarılı olduğunu düşünüyorum ben. Hatıradaki ilk önyargı: "Kürtçe türküyle eğlenen kim varsa Türkiye düşmanıdır." Fakat önyargıları kırabilecek hamleleri yapmamak da başka bir önyargı. O da belki şöyle düşünüyor: "Ben kimseye ayrılıkçı olmadığımı ispat etmek zorun değilim." Tarafların haklılığı-haksızlığı bir tarafa, buradan çözüm çıkmıyor, çözüm çıkmaması haklıyı da bir ölçüde haksızlığa düşürüyor. Zira aslolan sulhtür. Mümkünse sulhtür.
'Kürdistan' ifadesi de böyle bir mesele. Bu ifade kullanılabilir midir? Hem 'evet hem 'hayır.' Nasıl? 'Evet.' Çünkü onunla kastedilen tarih boyunca bir coğrafya olmuştur. Hep kullanılmıştır. TBMM'nin kuruluş dönemi kayıtlarında bile geçmektedir. 'Hayır.' Çünkü onunla kastedilen yine bir ulus-devlet olmamalıdır. İttihadı bozmak arzusu ile istimal edilmemelidir. Eğer kelime özü itibariyle ifade ettiği tarihsel gerçeği değil de mezkûr siyasi maksadı vurguluyorsa elbette hükmü değişecektir. Hani Risale-i Nur'un bir yerinde denilir: "Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez." Aynen öyledir. Yürütmez. Yürütemez. Yürütmemelidir. Zira neferin sözünde haddini aşma vardır. Yani böyle bir emri vermek hakkı yoktur.
Burada kendimce kurtarıcı müdahaleyi şurada görüyorum: 'Kürdistan' yerine 'Türkiye Kürdistanı' denilebilir. Türkiye Kürdistanı ifadesinde bir ayrılık kastı yoktur. Bir ittihad imâsı vardır. Tıpkı yukarıdaki hatırada duvara Türkiye bayrağı asmak gibidir. Karşı tarafın önyargılarını kırar. Düşmanlığına mehaz olan şüpheyi giderir. Belki bu söylediğim kimilerinin asabiyetine, o asabiyetten kaynaklanan gururuna dokunacaktır, fakat ben sulh yolunu söylüyorum kendimce. Kavga etmek isteyene yol açık. 40 senedir ediyorlar zaten. Kaç tane genci toprağın altına soktukları malum. Halihazırı değiştirecek bir usûl geliştirmeli...
Aynısını dönüp Türk kardeşlerime de söylüyorum. 'Türk' kelimesi bir ırkı ifade ediyor. Bu belli birşey. Elbette içini başka şekilde dolduranlar da vardır. Hatta ırken Türk olmayıp Türk olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat Kürtler kendilerine Türk demek istemiyorlar. Çünkü bu yalancılıktır. Eğer Türk kelimesi bir ırkı ifade ediyor olmasaydı, ne bileyim, 'müslüman' kelimesi gibi genelgeçerliliği olsaydı mesela, elbette Kürtlerin de böyle bir sorunu olmayacaktı. En azından dindar Kürtlerin olmayacaktı. Zira onlar Türklere düşman değiller. Ancak onlar "Kizb kudret-i İlahîyeye iftiradır!" denildiği gibi düşünüyorlar. "Allah beni öyle yaratmamışken ben neden kendime Türk diyeyim?" diye amel ediyorlar. Bunu da aşmanın yolu var. Yukarıda onlara tavsiye ettiğimi size de ederim. Sulhün yolu basittir. Ya Türk kelimesinin yerine 'müslüman' diyelim yahut da 'Türkiye-Türkiyeli'yi geçirelim. Türk bayrağı yerine Türkiye bayrağı olsun. Türk sineması yerine Türkiye sineması olsun. Nesi eksilir ki böyle dense?
Bazı kavgalar çok küçük adımlarla aşılabilecek gibi durduğu halde hiçbir adım atamadığımızdan dolayı sürüp gidiyor. Kimse burnundan kıl aldırmıyor. Hatta, geçenlerde gördüm, Esenyurt'a 'Kürdistan' diyenler var. Arkadaşlar, bu, o kelimenin meşruiyetine de zarar vermektir. Eğer Kürtlerin sonradan geldikleri bir yer Kürdistan olabiliyorsa, Türklerin de sonradan gittikleri yerler pekâlâ Türkistan olabilir. O zaman onların da Doğu'ya, Güneydoğu'ya vs. 'Türkistan' deme hakları olur. Zira onlar da orada yaşıyorlar. Doğrusu bu kavgayla yaşamaktan ben epeyce sıkıldım. Doğduğumda başlamıştı. Şimdi kırkı geçtim. Aynı şekilde devam ediyor. Yeter. Ne diyelim? Allah rüşdümüzü ilham etsin. Hem devleti Kürtlere doğru atacağı adımlarda cesaretlendirsin hem de Kürtleri devlete doğru atacakları adımlarda merhametli kılsın. Âmin. Ben kendimce hem Kürtlerin hem Türklerin felahını ayrılmamakta görüyorum. Ayrılırsak iki tarafın solcuları, apoistleri ve kemalistleri, dindarları lokma lokma yutacaklar. Zira bir ellerinde 'dünyevîleşmeyi' diğer ellerinde 'asabiyeti' tutuyorlar. Bunların ikisi de pekçok lezzetlidir.
Yani kem lezzetlidir, zehirli bal gibidir, ama lezzetlidir. Vazgeçmek zordur. Mürşidim de öyle diyor: "Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez." Bıraktıramasak da bir şekilde yüzünü hayra çevirmek lazımdır. Dünyevîleşmeye zaten dinimizle karşı koymaya çalışıyoruz. Gücümüz yetiyor-yetmiyor. İkincisini de dine havale edersek kazanması zorlaşacak.
Ya? Bir çaremiz var. 'Birlikte yaşama zorunluluğu.' Bu toprakların her yerinde çoklukla bulunmaktayız. Geleceğimiz için birbirimizle yaşamak zorundayız. O halde ırkçılık bizim için kurtarıcı bir formül olamaz. Irkçılık ancak parçalanmayı getirir. Bu kadar karıştıktan sonra nasıl parçalanacağız? Aynı kitapta, Ahmet Yıldız Hoca, Kürtlerle Türkler arasında evlilik yoluyla yüzbinlerce akrabalığın oluştuğunu da paylaşıyordu. Belki yüzbin de değil. Milyon bile var. Etle tırnak gibi olmuşuz. O halde şu 'birlikte yaşama zorunluluğunu' bir kılıç gibi ırkçılığın üzerine sevkedelim artık. Gereğince amel etmekten de çekinmeyelim. Belki geleceğimize güneş doğar. Döktüğümüz kanı toprak emdi. Emdi de doydu. 'Artık yeter' demeli. Ölmekten yorulmak lazım.
Sulh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sulh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Kasım 2024 Salı
25 Eylül 2013 Çarşamba
Nefsiyle barışmayan, başkasını barıştıramaz
Arapça’da ıslah/düzeltme kelimesi, sulh/barış kelimesinin kardeşi. Ben, bu kardeşliği seviyorum. Müfessirler, Kur’an’ı yorumlarken bu kardeşliklere çok önem veriyorlar. Bu aynı kökten geliş, birisinin diğerini yerine koyabilme veyahut birisinin burcuna diğerinin eşiğinden bakabilme şansı sağlıyor bize... Mesela; sulhü nasıl ki, ‘iki kişinin/tarafın arasını düzeltmek’ olarak anlayabiliyorsam; ıslahı da ‘insanı, hakikatiyle barıştırmak’ şeklinde anlayabiliyorum.
Bu, birbirinin yerine koyabilme; birini anlamada diğerini merdiven kılabilme imkanı, ‘ıslah’ kelimesiyle kardeş olan diğer kelimeleri anlamama da yardımcı oluyor. Mesela; yine kulağımıza çok aşina ‘salih’ kelimesini şöyle yorumlayabiliyorum: “Allah’ın nizamıyla barışık kişi/nesne/şey...” Amel-i salih’e de bu pencereden bulduğum bir anlam var: “Allah’ın kainattaki nizamıyla ve şeriatıyla uyumlu/barışık olan iş/eylem. Bir tür uygun adım yürüme...”
Bu ‘barış’ eksenli bakış, Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözüne bakışımı da değiştiriyor. Orada kastedilenin nefsi düzeltmek olduğu kadar; nefsi kâinatla, nefsi şeriatla, nefsi vahyin vazettiği düzenle, nefsi kendisiyle barıştırmak olduğunu da düşünüyorum.
Ki Kur’an da insanın günahlarını tarif ederken ‘nefsine zulmetme’ tabirini mükerrer kullanıyor. Demek ki, bizim hatalarımız öncelikle kendimizle barışık olmadığımız yanlarımız. Tevbemiz, istiğfarımız, ıslahımız ise bir nevi; nefsi, fıtratına işlenmiş ve vahiyle de ayrıca emredilmiş şeriatla barıştırma çabamız. Biz; amel-i salih ile biraz da buna çalışıyoruz. Bütün bunlar belki de biraz varlıkla sulh sağlama gayretimiz.
Melekler, Hz. Âdem’in yaratıldığını öğrendiklerinde, endişelerini şöyle dile getirmiyorlar mıydı: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima tesbih ve takdis ediyoruz.”
Burada ‘kan dökücülüğün’ karşıtı/zıttı olarak ‘hamd, tesbih ve takdisin’ zikri, benim amel-i salih’i bir barış çabası olarak yorumlamamı kolaylaştırıyor. Evet, bizler; kâinat, kendisine emredilmiş düzenle barışık yaşarken ahengi bozan/kan döken ‘farklılar’ gibiyiz. İslam’ın, bize, fıtrî şeriata ek olarak ikinci bir kez emredilmesi, bunu tebliğ için peygamberler gönderilmesi, biraz da fıtratla barışmanın yollarının öğretilmesi bize. Dinin bize emrettiği herşey—yine Bediüzzaman’ın altını çizdiği gibi—aslında bizim muhtaç olduğumuz, kendimizle barışık olmayan yanlarımızı tedavi eden ilaçlar. Takva ve amel-i salih de bu barışma sürecinin göstergeleri, adımları, çabaları.
Neyse, bir nefes alalım. Ben, bu ‘ıslah’ meselesine nasıl geldim, onu anlatayım: Geçenlerde, bir grup talebe, Zerre Risalesi okumamızı yaparken, Metin Karabaşoğlu abi küçük(!) birşeye dikkatimizi çekti. Birinci haşiyenin, ilk cümlesiydi dikkatimiz çekilen: “İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.” Buradan Metin abi, Üstadın, Risale-i Nur’daki genel tarzı üzerine dedi ki: “Bakınız Üstadımız ne kadar rahat. Ne kadar kendisiyle barışık. Bizzat kendisi, kendi cümlesinin uzun olduğunu okurlarına söyleyebiliyor. Onun bu halinden alabileceğimiz çok ders var.” (Cümleler bana aittir. Mana Metin abinin.)
Hakikaten de külliyatın içinde Bediüzzaman’ın kendisiyle barışık pekçok itirafı vardır. Bazen, Risale-i Nur’un meziyetlerini anlatırken, Eski Said’in, ‘en zahir hakikatleri bile karmaşık anlatma’ şöhretini zikreder. Bazen, Haşir Risalesi gibi bir harika eserin sonunda okurunun ‘anlayamama’ sıkıntısını anlayışla karşıladığını ve okurunun da kendisini ‘meselenin yüksekliğini düşünerek’ anlaması gerektiğini ifade eder. Bazı yerlerde ‘kuru üzüm çubuğuna’ benzetir kendisini. Bazı yerlerde ‘en çok kendisinin muhtaç olduğu’ vurgusunu yapar.
Bütün bunlar aslında müellifin kendisiyle ne denli barışık olduğunun da delilleridir. Ve bu barışıklık; eserlerinde insanı anlayan, en naif ve zayıf yanlarını şefkatle kucaklayan bir dile dönüşür. Onun metinlerine ben gibi meftun olanlar, belki de en çok bu yönüne vurgundurlar: Kendisini—tüm meziyetlerine rağmen—yine sizin yanınızda ve sizin gibi konumlandırmasına... Okuruyla ve özündeki insanla yaptığı empatiye... En çok buna hayran olurlar. Ki zaten bir okur olarak da ben, üstperdeden ‘doğru insan olmanın yollarını öğretenleri’ değil, beni anlamaya çalışırken değiştirenleri severim. Kendisiyle cesurca yüzleşebilenler, ancak bizi kendimizle yüzleştirebilirler.
Bediüzzaman’da tam da bu vardır. “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözünün zikredildiği yerden, en son cümlesine kadar sizi anlamaya, mümkün mertebe empati yapmaya gayret eden bir müellifin metinlerini okursunuz. Mutluluğunuz ve huzurunuz bundandır. Bunun bir delili ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu paragrafta ne güzel saklıdır: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum.”
Bunu kendi adına söyleyebilen, ben’iyle bu denli barışık olan bir yazarın, sizin üzerinizde etkili olmaması mümkün değildir. Çünkü konuşulan dil; fıtratın dilidir, samimiyetin dilidir. Müellif, nefsini ıslah etmiş, onu vahiyle barıştırmış ve kendisi dahi nefsiyle barışmış bir konumdadır. Onun fıtratıyla bu barışıklığı, özünde olan şeyle bu dostluğu, sizi de özünüzün sesini dinlemeye zorlar. Bu insanlar, bizi cebren değiştirmeye çalışmayan, bizi anlamaya çalışan yazarlardır. Bu onların dili gerçekten ‘mukavemetsuz’dur. İnsan, kendisine dair olana ne kadar mukavemet edebilir ki? Tebliğ makamını, bir tür üstperdeden konuşmak olarak görenlerin kulakları çınlasın! Aramıza karışın. Aramıza karışmadan bizi ıslah edemezsiniz.
Bu, birbirinin yerine koyabilme; birini anlamada diğerini merdiven kılabilme imkanı, ‘ıslah’ kelimesiyle kardeş olan diğer kelimeleri anlamama da yardımcı oluyor. Mesela; yine kulağımıza çok aşina ‘salih’ kelimesini şöyle yorumlayabiliyorum: “Allah’ın nizamıyla barışık kişi/nesne/şey...” Amel-i salih’e de bu pencereden bulduğum bir anlam var: “Allah’ın kainattaki nizamıyla ve şeriatıyla uyumlu/barışık olan iş/eylem. Bir tür uygun adım yürüme...”
Bu ‘barış’ eksenli bakış, Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözüne bakışımı da değiştiriyor. Orada kastedilenin nefsi düzeltmek olduğu kadar; nefsi kâinatla, nefsi şeriatla, nefsi vahyin vazettiği düzenle, nefsi kendisiyle barıştırmak olduğunu da düşünüyorum.
Ki Kur’an da insanın günahlarını tarif ederken ‘nefsine zulmetme’ tabirini mükerrer kullanıyor. Demek ki, bizim hatalarımız öncelikle kendimizle barışık olmadığımız yanlarımız. Tevbemiz, istiğfarımız, ıslahımız ise bir nevi; nefsi, fıtratına işlenmiş ve vahiyle de ayrıca emredilmiş şeriatla barıştırma çabamız. Biz; amel-i salih ile biraz da buna çalışıyoruz. Bütün bunlar belki de biraz varlıkla sulh sağlama gayretimiz.
Melekler, Hz. Âdem’in yaratıldığını öğrendiklerinde, endişelerini şöyle dile getirmiyorlar mıydı: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima tesbih ve takdis ediyoruz.”
Burada ‘kan dökücülüğün’ karşıtı/zıttı olarak ‘hamd, tesbih ve takdisin’ zikri, benim amel-i salih’i bir barış çabası olarak yorumlamamı kolaylaştırıyor. Evet, bizler; kâinat, kendisine emredilmiş düzenle barışık yaşarken ahengi bozan/kan döken ‘farklılar’ gibiyiz. İslam’ın, bize, fıtrî şeriata ek olarak ikinci bir kez emredilmesi, bunu tebliğ için peygamberler gönderilmesi, biraz da fıtratla barışmanın yollarının öğretilmesi bize. Dinin bize emrettiği herşey—yine Bediüzzaman’ın altını çizdiği gibi—aslında bizim muhtaç olduğumuz, kendimizle barışık olmayan yanlarımızı tedavi eden ilaçlar. Takva ve amel-i salih de bu barışma sürecinin göstergeleri, adımları, çabaları.
Neyse, bir nefes alalım. Ben, bu ‘ıslah’ meselesine nasıl geldim, onu anlatayım: Geçenlerde, bir grup talebe, Zerre Risalesi okumamızı yaparken, Metin Karabaşoğlu abi küçük(!) birşeye dikkatimizi çekti. Birinci haşiyenin, ilk cümlesiydi dikkatimiz çekilen: “İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.” Buradan Metin abi, Üstadın, Risale-i Nur’daki genel tarzı üzerine dedi ki: “Bakınız Üstadımız ne kadar rahat. Ne kadar kendisiyle barışık. Bizzat kendisi, kendi cümlesinin uzun olduğunu okurlarına söyleyebiliyor. Onun bu halinden alabileceğimiz çok ders var.” (Cümleler bana aittir. Mana Metin abinin.)
Hakikaten de külliyatın içinde Bediüzzaman’ın kendisiyle barışık pekçok itirafı vardır. Bazen, Risale-i Nur’un meziyetlerini anlatırken, Eski Said’in, ‘en zahir hakikatleri bile karmaşık anlatma’ şöhretini zikreder. Bazen, Haşir Risalesi gibi bir harika eserin sonunda okurunun ‘anlayamama’ sıkıntısını anlayışla karşıladığını ve okurunun da kendisini ‘meselenin yüksekliğini düşünerek’ anlaması gerektiğini ifade eder. Bazı yerlerde ‘kuru üzüm çubuğuna’ benzetir kendisini. Bazı yerlerde ‘en çok kendisinin muhtaç olduğu’ vurgusunu yapar.
Bütün bunlar aslında müellifin kendisiyle ne denli barışık olduğunun da delilleridir. Ve bu barışıklık; eserlerinde insanı anlayan, en naif ve zayıf yanlarını şefkatle kucaklayan bir dile dönüşür. Onun metinlerine ben gibi meftun olanlar, belki de en çok bu yönüne vurgundurlar: Kendisini—tüm meziyetlerine rağmen—yine sizin yanınızda ve sizin gibi konumlandırmasına... Okuruyla ve özündeki insanla yaptığı empatiye... En çok buna hayran olurlar. Ki zaten bir okur olarak da ben, üstperdeden ‘doğru insan olmanın yollarını öğretenleri’ değil, beni anlamaya çalışırken değiştirenleri severim. Kendisiyle cesurca yüzleşebilenler, ancak bizi kendimizle yüzleştirebilirler.
Bediüzzaman’da tam da bu vardır. “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözünün zikredildiği yerden, en son cümlesine kadar sizi anlamaya, mümkün mertebe empati yapmaya gayret eden bir müellifin metinlerini okursunuz. Mutluluğunuz ve huzurunuz bundandır. Bunun bir delili ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu paragrafta ne güzel saklıdır: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum.”
Bunu kendi adına söyleyebilen, ben’iyle bu denli barışık olan bir yazarın, sizin üzerinizde etkili olmaması mümkün değildir. Çünkü konuşulan dil; fıtratın dilidir, samimiyetin dilidir. Müellif, nefsini ıslah etmiş, onu vahiyle barıştırmış ve kendisi dahi nefsiyle barışmış bir konumdadır. Onun fıtratıyla bu barışıklığı, özünde olan şeyle bu dostluğu, sizi de özünüzün sesini dinlemeye zorlar. Bu insanlar, bizi cebren değiştirmeye çalışmayan, bizi anlamaya çalışan yazarlardır. Bu onların dili gerçekten ‘mukavemetsuz’dur. İnsan, kendisine dair olana ne kadar mukavemet edebilir ki? Tebliğ makamını, bir tür üstperdeden konuşmak olarak görenlerin kulakları çınlasın! Aramıza karışın. Aramıza karışmadan bizi ıslah edemezsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...