Ekrem Dumanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekrem Dumanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cemaat neden yetmiyor ki?

Evet, bir önceki yazımda Ekrem Dumanlı’nın camia ve cemaat karşılaştırmasını haddim olmayarak bir nebze eleştirdim. Eleştirdim, çünkü o yazı sadece beni değil, birçok kişiyi incitti. İncinenlerin yüreğine bir ses olmak lazımdı, haddim değildi ama, kalemim döndüğünce olmaya çalıştım. Olmaya çalıştım, zira yürekte kalan isyan, hakkı olan sesi bulamadığında, münafık bir düşmanlığa döner. Ben kalbimde kalmasın, hem münafık da olmasın, ortaya çıksın istedim. Sürç-ü lisan ettiysek affola... Fakat ne yalan söyleyeyim, eleştirilerle yerimden pek kımıldayasım yok, yazmaya devam edeceğim. Yazmaya devam edeceğim, zira başımıza ne geliyorsa zaten bu insaflı eleştiri eksikliğinden geliyor. İnsaflı eleştiriyi yapmayınca, insafsız düşmanlıklar onun yerini alıyor.

Şimdi, Ekrem Dumanlı’nın yaptığı hatayı öncelikle sadece Ekrem Dumanlı’nın yaptığı bir hata olarak görmediğimi ifade etmek istiyorum. Eğer bu hatayı sadece Ekrem Dumanlı’nın hatası olarak görmeye çalışırsak, ona da bir insafsızlık etmiş oluruz. Bu, Nur cemaatinin Hocaefendi ekolünde bazı bazı nükseden bir arızanın yeni bir tecellisiydi, o kadar... Bu arıza kelimesini de sanmayın mahza olumsuz bir karşılıkla kullanıyorum. Benim arızadan kastettiğim aslında bir kararsızlık noktası. Yani bir belirsizlik... Nerede ve hangi noktada durduğunu belirleyememe, bir esneklik, bir oynaklık. Kelimeleri kötü anlamayın lütfen, ben sadece düşüncemi sizin zihinlerinizde daha net ifade etmeye çalışıyorum.

Öncelikle; sanıyorum Hocaefendi ekolünden hiçkimse hizmetlerinin başlangıç noktasından buraya varmasında Risale-i Nur öğretisinin katkılarını inkâr edemez. Ki inkâr etseler bile bizzat Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatı yüzlerine birer tokat olur. Her bir hutbesi, vaazı, konuşması enselerine şamar olur. Hocaefendi zaten kendisi de hatıralarında Risale-i Nur’un ona neler kazandırdığını tekrar tekrar anlatır, övgüyle beyan eder. Hatta değişik yörelerde başlattığı hizmetin temel taşlarında bile yine o yörelerde daha önce hizmetleri başlatmış ağabeylerinin ayağının tozu, gözlerinin nuru, ellerinin emeği vardır. Üzerine bastığı, onlardan kalan ayak izleri vardır.

Haydi bunları geçelim, Hocaefendi’nin yazdığı eserler aslında nedir? Risale-i Nur’un bazı kısımlarının şerhinden ve yorumlanmasından ibaret değil midir? Mesela Sonsuz Nur serisi, içinde tevafuk eden onlarca örnekle Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ne işaret etmez midir? Asrın Getirdiği Tereddütler serisi mesela... Onların her bir sorusu, her bir soruya verilmiş her bir cevabı yine büyük büyük ölçüde Risale-i Nur’dan alınmış şeyler değil midir? Kaldı ki, Hocaefendi’nin Bamteli sohbetlerini dinlerken dahi bir insan onun cümlelerinin içinden “İşte bak, bu Risale-i Nur’un şurasında geçiyor. İşte bak, bak; şu cümle de şurada! İşte bak, bu tespiti de şuradan almış” diyebilir. (Nur’dan metinlere aşina olan herkes söyler bunu...) Hal böyleyken Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünü Nur talebeliğinin dışında görmek, ona karşı da bir haksızlık, bir incitme değil midir? Hem değil yalnızca bizler, dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar dahi onu böyle tarif eder. Mesela tarihçi Eric Jan Zürcher bile Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında onu “Nurculuğun ilerici bir ekolü” olarak vasıflandırır.

Bu hal böyleyken ve böyle olduğunu da herkes bilirken her nedense zaman zaman o ekolün içinden bazı fertlerde Hocaefendi ekolünün tarifini Nur talebeliğinin dışına taşırma, etrafına aşırma gibi bir meyil oluşur. Hatta bazısı özellikle ve özellikle, üstüne basa basa Fethullah Gülen Cemaati veya Fethullah Gülen Hareketi gibi ifadeler kullanır. Yine zaman olur, o ekolden bir kardeşimiz tutar müceddid kavramı üzerinden bir kitap yazarak Hocaefendi’yi de bu asrın müceddidi olarak ilan eder. Sonra biraz eleştiri alınca “yanlış anlaşıldığını” söyleyerek geri çekilir. Bizzat Hocaefendi bile bunu, yani bu eseri eleştirir. Ama o bunu eleştiredursun, alttan alta konuşulmaya devam eder. Kitap satılır, okunur, sohbetlerde bu esas anlatılır.

Ve nihayetinde Ekrem Dumanlı bir yazı kaleme alır; cemaatlerin marjinal gruplar olabileceğini ama camiaların böyle olamayacağını, kendilerinin ise bir camia olduğunu ifade eder. Yine yanlış anlamamaya çalışırsınız, ancak birazcık eleştiri üretirsiniz. Belki bu eleştiri de şunun içindir: “Ağabey, meramınız tam anlaşılmadı. Hem kendilerini Nur cemaati olarak tarif edenler de incindiler marjinal ilan edilmekten. Üzerlerine alındılar. Biraz detaylandırır mısınız? Bakınız, böyle böyle bir durum da var.” Ne yazık ki cevabınız da başkaları tarafından hazırlanmıştır: “Ya kardeşim ne üzerine geliyorsunuz hizmet edenlerin? Ne istiyorsunuz onlardan? Siz yolunuza, biz yolumuza...” Birşey istemiyoruz ki, izah istiyoruz. Hem aynı yolda yürüdüğümüzü sanıyoruz.

Biz elbette onları aynı dairede beraber hizmet ettiğimiz insanlar olarak görüyoruz, görmeyenleri de beğenmiyoruz. Bunu evvelki yazılarımda diler getirdim, okuduysanız. Fakat keşke onlar da ara sıra böyle dışarıya çıkmaya meyletmeseler. Atmaya çalışanların ekmeklerine yağ sürmeseler, malzeme vermeseler... Cemaat ifadesi içinde hepimize yer var. Hem bizde çamur da yok ki, kaçılsın. Bakınız Bediüzzaman’ın şu ifadelerine... Kendisinden başka mülahazalarla uzakta durmaya çalışanları nasıl şefkatle uyarıyor:

“Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?”

İşte biz alınıyorsak, biraz bu endişeyle alınıyoruz. Neden kendinizi cemaat içinde, Nur dairesi içinde tarif etmekten kaçıyorsunuz ki? Neden alınıyor, neyi eksik görüyorsunuz ki? O daire zaten geniştir. Ayrıca camia olmaya gerek yok gibi... Hatta Ekrem Dumanlı’nın saydığı maddelere baksanız, yani bahsettiğin şeyin camia değil cemaat olduğunu sanırsınız. Cemaatin genişliğini anlarsınız. Hatta bakınız yine Mektubat’ta Bediüzzaman dost, kardeş, talebe üçlemesinde Nur dairesini ne kadar da geniş tutuyor:

“İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Bakınız burada daire ne kadar da geniş... Hatta dost dairesi öyle geniş ki, kardeş olmada istediği beş farz namazı edâ şartını onlara şart dahi koşmuyor. İmana, Kur’an’a ve ona dair Sözler’e taraftar olmayı yeterli sayıyor. Yalnız “İstifadeye çalışsın” diyor. O daire bu kadar genişken ve sizin de ekolünüz bu denli Risale-i Nur’dan beslenirken, dairedeki sair kardeşlerinizi incitecek, canlarını acıtacak, belki onları beğenmemezlik ima edecek arayışlara girmeseniz, ne güzel olacak... Hem sadeleştirme meselesi de ortada bu kadar çatlak yaratmışken, çatlağa bir balyoz daha indirmeseniz ne iyi olacak... Düşünsenize, sizin içinizden Risale-i Nur çekilip alınsa, geriye ne kalır? Siz içimizden çekilip alınsanız biz ne kadar kalırız? Ekrem Dumanlı’nın yazısından inciniyorsak biz, belki biraz da bu nedenle inciniyoruz. Yoksa Ekrem Dumanlı bizim her vakit ağabeyimiz, kardeşimizdir.

“Benim camiam, senin cemaatini döver...”

Doç. Dr. Ahmet Yıldız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Mutlu Türküm Diyebilene!” isimli kitabında, yakın tarih konuşulurken yaşanan bir kavram karmaşasına dikkatleri çeker. Millet, ümmet ve kavmiyet kavramları ekseninde yaşanan bu karmaşayı anlatan bölüm, zikredilen kelimelerin Kur’an’daki karşılıklarından uzaklaşılmasıyla manaların yerinden nasıl oynatıldığını, bir kelimenin manasını diğerinin nasıl karşılar hale geldiğini göstermektedir. Örneğin; Kur’an’da millet kelimesinin karşılığı “İslam milleti” iken, daha alt (ve ırksal) bir tasnifin karşılığı kavmiyetçiliktir. (Bugünse biz, kavmiyeti millet kelimesiyle karşılamaktayız.) Ümmet kelimesinin karşılığı ise Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine icabet etmişler (ümmet-i icabe) ve hâlâ davet edilenler (ümmet-i dave) olarak bütün insanlığı kapsar. (Fakat biz onun da karşılığını sadece İslam ümmeti olarak kullanmaktayız.)

Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserinde “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde te­bâ­dül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” ifadeleriyle dikkat çektiği bu kavram karmaşası, bazen kasıtlı ve bazen de kasıtsız olarak kelimelerin yerlerinden oynatılmasıyla, birisinin yerine diğerinin kullanılmasıyla gerçekleşir. Zaten alıntıladığımız bölümden hemen önce de Bediüzzaman buna misal olarak; “Ada­let külâhını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, is­tibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş...” örneklendirmelerini sunar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere ahirzaman fitnesinin bir yanını, bu kavram karmaşası (kaymaları) oluşturmaktadır. Yanlış şeylere yanlış namlar takılarak ve bunların gölgesinde bir meşruiyet aranmaktadır.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Cemaat Değil Camia” başlıklı yazısını okuyunca da her nedense yukarıda alıntıladığım kısımlar geldi aklıma. Sanki o yazıda da kelimelerle oynanarak, kelimelerin altı daha farklı manalarla doldurularak bazı noktalarda meşruiyet (ve belki kurtuluş) kapısı aranıyordu. Belki oradan daha kapsayıcı ve daha üst bir tariflemeye ulaşılmaya çalışılıyordu. Belki daha alt kabul ettiği ve marjinal(!) bulduğu cemaatlerin gılafından kurtularak, kendilerine yönelik son zamanlarda şekillenen eleştirilerden bu şekilde bir sıyrılma endişesi taşıyordu. Elbette de bu yazıdan muradını ancak müellifin kendisi tam olarak bilir. Bizimkisi sadece tahminden ibarettir...

Fakat ben bu noktada (çok da büyük bir müdakkiklik örneği olmamakla birlikte) Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi “ezberci” olmamak için hem camia, hem de cemaat kelimelerinin karşılığını sözlükte aradım. Her zaman işyerimdeki masamda duran Ferit Develioğlu Lügati’nden “camia” ve “cemaat” kelimelerinin karşılığına baktım hemen. Ne tuhaftır ki; bu sözlük, camia kelimesine sadece “topluluk” manasını verirken cemaat kelimesine karşılık olarak da “insan toplulukları” manasını veriyordu. Yani lügate göre de Ekrem Dumanlı’nın tarifi yanlıştı. Camia daha alt, cemaat daha üst bir sınıfı tarif ediyordu lügatte... Belki orada yapılan kelimenin tam anlamıyla “makamlarda becâyiş-i mekânî” idi. Kelimeler yerlerinden oynatılmış, birbirlerinin anlamlarını kuşanmışlardı.

Zaten Metin Karabaşoğlu’nun dün yayınlanan yazısında dikkatleri çektiği hadisin (yetmiş üç fırkayı ve kurtulan tek cemaati anlatan hadisin) içerdiği cemaat ifadesi de sadece marjinal bir grubu değil, bütün grupları kapsayan geniş bir cemaat ifadesini karşılıyordu. (Zaten ehl-i sünnet ve’l-cemaat de bu idi.) Yani bütün bu öğrendiklerime binaen, ezberden konuşan bir başkası değil, Ekrem Dumanlı’nın bizzat kendisi oluyordu. Kelimelerin altını kendisine göre doldurarak, onların tarihsel ve Kur’anî karşılıklarını görmezden gelerek, yeni bir terim icad ediyor ve onunla bir meşruiyet arıyordu.

Meşruiyet aramak kötü değil elbette, son zamanlarda yaşanan tartışmalardan ötürü endişelerini anlıyoruz. Fakat içinden geldikleri ve şimdiye kadar bununla gayet de övündükleri ekole karşı; “Tüh, pis, marjinal!” demeden bunu yapmak, asıl bu önemliydi. Sanıyorum Ekrem Dumanlı, yazısında birtek bunu başaramadı. Belki biraz da bu yüzden bir nebze can yakıcı oldu yazdıkları... Zira biz biliyoruz ki; Ekrem Dumanlı kendilerini nasıl tarif ederse etsin, Nur cemaatinin onların öğretisine katkısı inkâr edilemez. Öteleşmeye çalışsalar da kimse buna inanmaz. Hatta dostlarını geçtim, düşmanları hiç inanmaz. İkinci bir kurnazlık, bir takıyye ararlar bunda. Hasılı; ilk sarsıntıda geçtiğimiz yollardan utanacaksak, biz nasıl dava ehliyiz?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...