"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur." (Maide Sûresi: 32)
"Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.
Birinci Cümle: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir..."[2]
Tarihi, yalnızca tarihçilere bırakmak bazen korkutucu sonuçlara götürüyor bizi. Zira tarihçi, bir bilimadamının sahip olması gereken vicdanî duruşa sahip değilse ve sorgulama anında ihtimallerin tamamına eşit mesafede durmuyorsa; kutsallık atfettiği şeyleri savunurken, başka kutsalları ayakaltı etmekten çekinmiyor. Mesela insanı. Mesela masumiyeti. Mesela adaleti. Evet, hikmet-i hükümeti konuşmaktan; ondan bağımsız olması gerekeni, yani apaçık hakikati konuşamaz oluyoruz. Bu da bizi, konjonktürel hazlarla, aslolanı her zaman görmezden gelen, bulunduğu çağın genel kabullerine hapsolmuş ve sorgulamadığı için de huzurlu/sıradan bireyler haline getiriyor. Ta ki, birisi çıkıp ezberlerimizi bozuncaya kadar. Öyle birisi olduğunda da tavrımız önceleri onu çürütmeye çalışma. Başaramazsak, görmezden gelme. Onu da başaramazsak, tevil etme. Hakikati esneterek çıkış yolları arama. Tıpkı Emeviye ve Cebriye örneğinde olduğu gibi.
Belki biliyorsunuz; kaderi, beşerin iradesini yok sayacak kadar, yani hayatı boyunca yaptıklarını, sırf Allah öyle emrettiği için, ister istemez, kaçınılmaz, hiçbir sorumluluk yüklenemez bir şekilde, hatalarını bile omuzlamaz bir anlayışla yorumlayan sapkın bir itikat anlayışıdır Cebriye. Emeviler zamanında ortaya çıkmıştır. En güçlü zamanlarını yine Emeviler zamanında yaşamıştır. Bu itikadî sapmanın Emevilerin en çok işine yarayan tarafı, belki de ortaya çıkarılış sebebi: Halifeliğin, kan emici saltanata evrildiği hengamda; başta Hz. Hüseyin’in ve ehlibeytin Kerbela’daki katli olmak üzere, daha pek çok zulmün Emevilerce içselleştirilmesini sağlamasıdır.
Öyle ya, eğer bütün bunlar kaderde yazılıysa ve beşerin iradesi yoksa, o zaman böylesi zulümlerden Yezit ve diğer Emevî sultanları nasıl sorumlu tutulabilirler? Bunlar, ister istemez olacak şeylerdir. Kaçınılmazlardır. Kaçınılamadığına göre buradan Emevîlere bir eleştiri üretmek, onları sorumlu tutmak mümkün değildir. Onlar mecbur kaldıkları şeyi yapmışlardır.
Tarihin böylesi fıkha temas eden yerleri de var. Bu yüzden tarihi, tarihçilere bırakmak olmuyor. En azından tarihi, yalnızca tarihçilerin değil; fıkıhçıların da (hatta başka bilimdallarında uzman olanların da) konuşması gerekiyor. Farklı seslerin duyulması gerekiyor. Devleti önemseyen seslere bedel, insanı önemseyen seslerin de... İnsanî seslerin...
Bu yüzden kendisi bir tarihçi sayılmayacak Bediüzzaman’ın, evlat katli meselesinde şöyle bir tesbitte bulunması bana çok anlamlı, vicdanî ve dinî geliyor: "Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hatta, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hatta, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor."
Görüldüğü gibi; Bediüzzaman burada ne ’padişahın dindarlığını’ reddediyor, ne de ’masum evlatlarını katlettiklerini...’ Hatta ’halife oldukları halde’ kaydını düşerek bu yaptıkları zulmün, onların durdukları yerle bağdaşmadığının altını da çiziyor. Fakat ne hazindir; Bediüzzaman’ın, bu masum katli meselesine bakışı gayet açıkken, hâlâ, bu ekolden beslendiğini söyleyen yazarlarımız, Osmanlıya ve hanedanına atfettikleri kutsallık ve kusursuzluk nedeniyle, tevillerle çıkış yolu arayarak hakikati incitebiliyorlar. Hakikati, yani bir yönüyle insanî olanı. İnsaniyet-i kübra olan İslamiyete uygun olanı...
Bunlardan birisi de abonesi olduğum (ve bundan şikayetçi de olmadığım) Moraldünyası dergisinde okudum geçtiğimiz gün. Yavuz Bahadıroğlu imzalı yazı, daha başlık kısmıyla bile, ciğerime saplandı: "Evlat mı, devlet mi?" Allah böylesi bir seçim yapmak zorunda bırakmasın kimseyi. Fakat neden yol sadece iki? Bu da yeni bir Cebriye mi? İslamî olmayan saltanat düzeni ne zaman ümmetin başına geçse, hep böyle zor seçimlere mecbur mu edecek bizleri? Hz. Hüseyin hep mi kaçınılmaz olarak, devletin selameti için, katledilecek? Yezit, bütün yezitliğine rağmen, hep mi ’mecbur olan’ olacak?
Bu mecbur ediliş çok sineme dokunduğu ve yazar, ilerleyen bölümlerde, kendisi gibi düşünmeyenleri "Tabii, bana ne devletten, bana ne İslamiyetten de diyebilirsiniz, ancak bu gerçekçi olmaz" diyerek itham ettiği için, cevap yazmadan duramadım. Tarihçi değilim. Ama insanım. İnsanî olandan anlarım birazcık. Hocamdan da, hikmet-i hükümeti pek bilmeyen içimdeki insanı konuşturduğum için, hoşgörüyle bakmasını beklerim. Fakat her ne olursa olsun, evvelemirde; "Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez." Ben de edemem:
1. Öncelikle; yazıda, tekrar tekrar, içinde kardeş katline cevaz bulunduğu iddia edilen, Bakara sûresinin 191. ayetini tam olarak alıntılayalım: "Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir."
Görüldüğü gibi ayet-i kerime, yazı boyunca, Bahadıroğlu’nun kasettiği türden fitne potansiyeline karşılık birilerinin katlini değil; ’Mekke’den çıkaran, sizinle savaşan insanlara savaşmayı’ salık veriyor. Bu ayetin bütünü böyleyken ve nazil olduğu durumu da lafızlar gayet açık haber verirken, sağını solunu kesip oradan "İleride fitne çıkarabilir tehlikesiyle kardeş katletmek caizdir..." hükmüne varmak, cevaz bulmuş gibi kaynak aktarmak, bana tuhaf geldi. Bilmiyorum, okurlarıma da böyle geliyor mu?
Üstelik ayet, yazı içinde bile istikrarlı bir şekilde meallendirilmiyor. Bir yerde "Fitneye sebep olmak adam öldürmekten beterdir" denilirken, diğer bir yerde "Fitne katilden daha şiddetlidir" diye meallendiriliyor. Sebep olmak nere, fitnenin bizzat kendisi nere? Fakat benim alıntıladığım Diyanet mealinde bu kısım şöyle: "Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır." Burada da, Asr-ı Saadet döneminde, kâfirlerin müslümanlara ettikleri zulümler kastediliyor. Bir potansiyel tehdit değil. Yapılmış şeyler. Üstelik ayetin sonu da şöyle: "Kafirlerin cezası böyledir." Osmanlı hanedanında isyan etmiş veya etmemiş tüm şehzadeleri önüme koyuyorum. Hangisi (hâşâ) kafir statüsüne giriyor da ayet onlara hitap ediyor?
2. Yazar, daha başlarda kardeş katlinin bir tarihsel sorumluluk icabı olduğunu belirtiyor. Alıntılayayım: "Bir anlamda, tarihsel sorumluluklarının icabını yapmak için evlatlarını, kardeşlerini ve yeğenlerini katletmek gibi, acıtıcı ve yıpratıcı bir fedakârlığa imza atıyorlardı." (Bizi de en çok biz istemediğimiz halde yapılan fedakârlıklar esir alır.) Bir kere, sormadan yapamıyorum, ’göreceli’ bir tarihsel sorumluluk anlayışı, nasıl fıkhî zeminde karşılığı olan katl fiiline cevaz sağlayabiliyor? Dinî hükümlerin hangisi ’tarihsel sorumlulukla’ cevazlandırılabilir? Kur’an, hadis, icma ve kıyas dışında; bir de böyle tarihsel sorumluluk denen, haramı helal kılma gücüne sahip, bir cevaz kanalı mı var? Yine dikkatinizi çekerim: İş ’tarihsel sorumluluk’a kalırsa, Yezit de "Ben devletin selametini, tarihsel sorumluluğumu düşünerek Hz. Hüseyin’i katlettirdim" diyebilir. Tarihsel sorumluluk böyle her yöne esner birşey. Bakanın gözüne bağlı birşey. Fıkha ne derece zemin olabilir ki?
3. Bir de yazı boyunca yazarın yaptığı bir muğalataya dikkat çekmek istiyorum. Yazar, kardeş veya evlat katlinin tamamını isyan eden bireyler üzerinden örneklendiriyor. Mesela; I. Murad’ın oğlu Savcı Bey, Osman Bey’in amcası Dündar Bey, Musa Çelebi ve Düzmece Mustafa... Bunların tamamı isyana fiilen teşebbüs etmiş, yani potansiyel tehdit olarak kalmamış örnekler. Bunları misal olarak dizdikten sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın kardeş katli fermanını tırnaklayıp, onun çocuk yaşta katlettirdiği, hiçbir teşebbüste de bulunmamış masum biraderini anmamak, ancak hakikati yönlendirme ve renkli gösterme çabasıdır. Kardeş katlinde veya evlat katlinde asıl eleştirilen nokta zaten bu potansiyel tehditlerin katl sebebi sayılmasıdır. Yoksa isyan eden, ordu toplayan insanlar elbette bağy statüsü içinde değerlendirilebilir. Bizim eleştirdiğimiz nokta: İsyan etmemiş, sadece ’edebilir’ vehmiyle masumların katledilmesidir. Buna da yine Bediüzzaman’ın mahkeme savunmalarından bir örnek vermek istiyorum:
"Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?"
İşte mezkur yazıda da tıpkı Bediüzzaman’ın burada itiraz ettiği gibi şu yöntem kullanılıyor: Savcı Bey ayaklandı, Dündar Bey ayaklandı, Düzmece Mustafa ayaklandı. Eeee? O zaman diğerleri de ayaklanır. Bunlar da şehzade ne de olsa! Tıpkı İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkancıyı mahkûm etmek gibi birşey bu da. Ne farkı var ki, buradan bir cevaz kapısı çıkarılabiliyor? Kaldı ki; Bediüzzaman’ın yine başka bir savunmasında dediği gibi: "Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz." Elinden bir günah ortaya çıkmadıktan sonra, ihtimalle insan cezalandırmak nasıl âdil olabilir? Tom Cruise’un Azınlık Raporu filmini anımsayalım.
4. Yazı içinde Ahmet Akgündüz Hoca’ya dayandırılan şöyle bir bilgi var: "İslam hukuku, hükümdara bir takım suçlar ihdas edebilme ve bunlara cezalar koyabilme salahiyeti tanımıştır, buna ta’zir denir. Padişah bir kimseyi bu çerçevede cezalandırabilir ve bu İslam hukukuna aykırı değildir. Siyaseten katl, yani devlet başkanının, devletin birliği ve milletin dirliği için yaşaması zararlı görülen kimseleri öldürtmesi de ta’zir cezalarındandır. Bütün monarşilerde olduğu gibi, İslam hukukuna göre de devlet başkanı yani padişah, yargı gücünü elinde tutar..."
Tabii yazının başından itibaren şüpheci gittiğim için burada da ta’zir nedir diye internette biraz gezmek ihtiyacı hissettim. Bakın, ta’zir neymiş: "Ta’zîr (men etmek, engellemek): Ta’zir cezası yüce Allah’ın miktarını takdir ve beyan etmediği ve takdirini devlet başkanına ya da müctehid olan hakimlere bırakmış olduğu cezalardır. Çeşitli olup (azarlamak, kınamak, terbiye etmek, sopa), hâkimin dilediği kadar verilir. Otorite cezayı affedebilir. Cezaların miktarı zamana göre değişebilir."
Yani sizin anlayacağınız ta’zir, hakkında kesin hüküm bulunmayan suçlara içtihadî olarak verilen cezaları kapsıyor. Yani ne suçsuzluk durumunda işliyor ne de ihtimallere ceza verebilme hakkı sağlıyor. Sadece Kur’an’da, sünnette hakkında kesin bir ceza olmayan noktalarda hüküm vermeye yarıyor. Buradan, yine altını çiziyorum, potansiyel/ihtimal suç tehdidine karşı, çok suistimal edilmesi mümkün, bir cezalandırma yöntemine meşruiyet bulmak nasıl mümkün oluyor? Kaldı ki, monarşiyle İslam hukuku arasında kurulan bağı da anlayamadım ben. Monarşi, İslamî bir rejim mi? Saltanat İslamî mi? Eğer öyleyse, saltanatı kötüleyen hadisleri nereye koyacağız? Bediüzzaman bile Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında olan savaşı ’saltanatın ve hilafetin savaşı’ olarak niteler.
5. Bir de Hz. Ömer’den bir anekdotla alınan bir cevaz var ki; akıllara zarar. Neden böyle söylüyorum: Çünkü Hz. Ömer’in meşrebi aslında bu masum katline en aykırı meşreptir. Adalet-i mahzanın en sağlam uygulayıcılarından birisidir Hz. Ömer. Hatta daha sonra kendisini katledecek olan Firuz isimli kölenin açık tehditine maruz kalmış, "Vallahi bu köle beni tehdit etti" dedikten sonra "O halde katledelim" diyenlere. "Daha elinden bir cürüm sâdır olmadı ki..." cevabını vermiştir. Yazıda örnek verilen Nasr b. Haccac’ın sürgünü meselesi ise; yine Hz. Ömer’in altını çizdiği gibi, ortada ondan kaynaklı bir suç yoktur. Fakat Hz. Nasr, çok yakışıklı olduğu için bölgede kıskançlık ve fitne oluşmaktadır. Hz. Ömer de buradan hareketle, Hz. Nasr’ı hem kendisi hem de başkaları zarar görmesin diye oradan uzaklaştırmıştır. Hayat hakkını elinden almadığı gibi, kendisine bir zarar da vermemiştir. Ancak kardeş/evlat katli, geridönüşümü olmayan bir şekilde hayat hakkını insanın elinden almaktır. Nasıl bu olayla kıyaslanabilir?
6. Her neyse... Yazı çok uzadı. Son birşeye daha temas edip bitirmek istiyorum. Yazıda örnek verilen Cem Sultan ve II. Bayezid Han meselesi. Burada Cem Sultan’ın haksızlığının altı çiziliyor. Tamam, öyle olsun. Fiilen de isyana girişmiş zaten. Bağy sayılabilir belki. Peki ben Yavuz Hocama sormak istiyorum: Bu kardeş isyanlarında başarılı olanlar kahraman, başarısız olanlar hep suçlu mu sayılıyor?
Yavuz Sultan Selim Han mesela, veliaht kendisi değilken, isyan edip babasıyla savaşsa ve başarsa kahraman; Cem Sultan, kardeşiyle savaşıp kaybetse isyankâr mı oluyor? (Amca haksız, yeğen haklı yani.) Hatta öyle ki; II. Bayezid kardeşlerine birşey yapmaması şartıyla onu tahta geçirmesine rağmen, kardeşlerini ve yeğenlerini tamamıyla katlettirebiliyor? Burada "el-hükmü li’l-galip: galip gelen her zaman haklıdır" düsturuyla mı hareket ediyoruz? Eğer öyleyse bilelim, çünkü ona da Bediüzzamanca bir itirazımız var. Bu kaidenin felsefenin kem bir kaidesi olduğunu Bediüzzaman Ene Risalesi’nde söylüyor.
Hülasa; şu kardeş katli meselesi ciğerimizi yakan bir mesele. Neden bu mevzuda padişahları günahlardan beri tutmaya çalıştığımızı doğrusu anlayamıyorum. Öyle kem bir kaide ki, bu; buradan çıkarılacak devlet menfaatine uygunluk hükmüyle tarih boyunca her türlü zulüm işlenmiş. Devletin menfaati denmiş; bireylerin masumiyeti, hakları hiçe sayılmış. Bütün bunlar yaşanmışken, tarafsızca tarihi anlatmak yerine, dinin içinden padişahlara referanslar bulmaya çalışma, onların bu yaptıklarını masumlaştırma, ne işe yarar? Şu işe yarar belki: Bugün şehzade katline meşruiyet bulursan, yarın tehcire de aynı mantıkla meşruiyet bulursun. Sonra Dersim katliamı da (madem isyan var) meşru hale gelebilir. İçlerinden biri isyan etti diye, devlet menfaati için, on masumu onlarla beraber katledebilirsin. (Potansiyel var çünkü.) PKK yüzünden bütün Kürtler, Asala yüzünden bütün Ermeniler suçlu olabilir.
"Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor."
Bugün de en çok buradan darbe yiyoruz. Dindar hürriyetperverler, yine dindar devletseverler tarafından devlet menfaatinin gereklerine ikna edilmeye çalışılıyor. Halbuki hiç üçüncü yol aranmamış. Hep "Devlet mi, evlat mı?" denmiş. Ta ki, Sultan Ahmed’e kadar. Üçüncü yol aranmadan, nasıl insanlar böyle bir seçimle ve soruyla başbaşa bırakılıyor? Ben buna itiraz ediyor ve "Hakikatin yolu bu değil, hem Kur’an, hem sünnet böyle söylemiyor!" diyorum. Bediüzzaman’ı da şahit tutuyorum. Sesim ne Ahmet Akgündüz ne de Yavuz Bahadıroğlu kadar güçlü çıkar, ama olsun. Karınca safını belli eder. Christopher Hitchens’ın dediği gibi: "(...) zihin, kanıtlanması gereken şeyin varsayılması öğretilerek eğitilemez."
Not: Daha muhterem hocama, verdiği misalden hareketle; Hz. Hızır’ın beşerî kayıtların bir kısmından kurtulmuş ve nebî ferasetine sahip olduğunu; ancak siyasilerimizin ne böyle bir kayıtsızlığa, ne de böyle bir ferasete sahip olmadıklarını, ismetle korunmadıklarını; ayrıca tırnaklanan misale rağmen ululazm peygamberler içinde Hz. Musa’nın isminin geçtiğini, Hz. Hızır’ın makamca ondan geride olduğunu ve bu yüzden yolunun Hz. Musa’nın yoluna nazaran genel olmadığını hatırlatacaktım. Padişahlara (hâşâ) bir peygamberlik atfetmiyorsak, kardeş katline buradan nasıl bir cevaz çıktığını da hayretle soracaktım. Ama yazı çok uzadı. Birçok noktasına temas etmekten vazgeçtim. Cemil Meriç’ten bir alıntıyla bitirelim: "Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?" Ha, bu arada, yazının sonundaki adalet-i izafiye tarifi de yanlış. Doğrusunu bu yazının başında, Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde bulabilirsiniz.
[1] Anatole Franse’ın Penguenler Adası eserinden (Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabına yaptığı alıntıdır).
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat’tan.