Ağaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ağaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2025 Pazar

'Elif Şafak' mı yoksa 'Bediüzzaman' mı çok satar?

Bugünü Yaşama Arzusu'nda Irvin D. Yalom'un aktardığına göre, filozof Arthur Schopenhauer'ın annesi, döneminin 'çok satar' bir aşk romanları yazarıymış. Schopenhauer, Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü'nü yazdığı zaman, biraz da alaycılıkla oğluna takılmış: "Korkarım senin bu kitapların hep raflarda kalacak..." Yani "Kimse alıp okumayacak. Öyle duracaklar. Çürüyecekler..." demeye getirmiş. Schopenhauer abimizse, hey maşaallah, kendinden emin bir şekilde raconu kesmiş: "Evet, anne, senin kitapların unutulup gittiğinde dahi benim kitaplarım hâlâ raflarda olacak!" Hakikaten de zaman Schopenhauer'ı haklı çıkarmıştır. Bugün annesinin ismini/kitaplarını hatırlayan yoktur. Ama Schopenhauer'ın eserleri felsefe meraklılarının ilgi gösterdiği metinler olarak varlıklarını hâlâ sürdürmektedir.

John Freeman'ın 'Bir Yazar Nasıl Okunur'unda misafirim ben de bugünlerde. Kitabın altbaşlığı içeriğini fısıldıyor zaten: 'Çağdaş Dünya edebiyatından Yazarlarla Söyleşiler...' Tanıdık isimler var tabii. Bir tanesi Elif Şafak. Şafak, Türkiye'de bir dönem, kitapları 'çok satanlar' listesinde yeralmış bir isim. Evet. Ben de bazı kitaplarını okudum. Romancılığının abartıldığını düşünürüm hep. Hem de onu 'yerli oryantalistler' zümresinden sayarım. 'Oryantalist' demem yurtdışında dünyaya gelmesinden veya şimdi orada yaşamasından vs. değildir. Müslüman Türkiye'yle ilişkisinin bir Batılının nazar-ı sathîsine sahip olmasındandır. Yani, Elif Şafak, bilâd-ı İslam'ı incelerken ne 'Elif' ne de 'Şafak' olabilmektedir. Pierre Loti kıvamında, tam Batı'nın Asya'yı seyretmeyi sevdiği tepeden, metinlerini üretmektedir.

Freeman'la söyleşisinde de aynı ham tavrın izlerini görmek mümkün. Her neyse... Bu bahsi uzatmayayım. Fakat mezkûr bölümde dikkatimi çeken, Şafak'ın verdiği, Kur'an'la ilgili yanlış bir bilgi var. Yerinden okuyalım: "Kur'an'da, kökleri yukarı doğru, havada olan bir ağaçla ilgili çok sevdiğim bir metafor var. Milliyetçi eleştirmenler bana, 'Köklerin yok, sözde bir Türksün' dedikleri zaman 'Hayır, köklerim var, sadece yerde değiller. Yukarıda, havadalar' diyorum." (Bir Yazar Nasıl Okunur, Hep Kitap, s. 186) Müteyakkızların yakaladığı üzere, Elif Şafak, burada birşeyleri fena karıştırıyor. Evet. Kur'an'da bir ağaç tasviri var. Doğru. İbrahim sûresinin 24. ayetinde. Ki kısacık bir meali de şöyledir: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dalları ise semâdadır."

Tasvir tamam. Ancak, hemen farkettiğiniz gibi, ağaçta Elif Şafak'ın bahsettiği türden bir acayiplik yok. Yani, Kur'an-ı Hakîm, bu ağacı tasvir ederken 'kökleri gökte, dalları aşağıda' demiyor. Ya? Bilakis, 'kökü sabit, dalları ise semada' normal bir ağacın tasviri bu. Şafak'ın tahayyül ettiği gibi değil. Peki, Elif Şafak, Kur'an'da böyle bir ağacın tasvir edildiği fikrine nereden kapıldı? İşte, zurnanın 'zort' dediği yere geliyoruz, çünkü 'yerli oryantalizm' illeti burada başlıyor. Evet. Din hakkında nazar-ı sathî ile konuşmak gabîleşmenin başlangıcıdır. Elif Şafak, cennetteki Tûbâ ağacı ile ilgili işittiği tasvirleri, Kur'an'daki bu ayette geçiyor sanıyor. Belki merak edip hiç "Tam olarak ne söyleniyor yahu?" diye bakmamış. Kulağına geldiği kadarıyla yaşayıp gitmiş. Yerli oryantalistler hep böyle yapar zaten.

Kur'an'da, Ra'd sûresinin 29. ayetinde zikredilen 'Tûbâ'nın ne olduğu ise, mübarek müfessirlerimiz tarafından başka başka şekillerde açıklanmaya çalışılmıştır. Sorularla İslamiyet'te, Abdulbaki Turan imzalı 'Tûbâ' makalesinde, şöyle icmalî bir bilgi veriliyor:

"İman edip güzel amel edenler için Tûbâ ve dönüp gidecek güzel yurd vardır, (er-Ra'd, 13/29) ayetinde geçen 'tûbâ' hakkında İbn Abbas'tan iki rivâyet vardır: Birisi Cennet veya Cennette bir ağaç. Müfessir Kurtubî, Tûbâ'nın Cennette bir ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve 'Sahih olan görüş, Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur' der (Kurtubî Tefsiri, IX, 317). Zira Süheylî'nin zikrettiği gibi, Utbe İbn Abd es-Sülemî'den rivâyet edilen merfü bir hadis vardır: 'Tûbâ diye adlandırılan ağaç ne iyi ağaçtır!' Tûbâ ile ilgili olarak İmam Ahmed'in Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği mevzu bir hadis de şöyledir: 'Tûbâ, Cennette bir ağaçtır. Uzunluğu yüz yıldır. Cennet ehlinin elbisesi onun çiçek kapçıklarındandır.' Buharî ve Müslim, Sehl İbn Sa'd'dan rivâyet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: 'Şüphesiz Cennette bir ağaç vardır ki, bir binici gölgesinde yüz yıl yürür de o gölgenin sonuna erişemez' Bir rivâyete göre 'süratle koşan at binicisi' olarak geçer. Bundan maksat, o ağacın büyüklüğünü belirtmektir. Mezkûr ayette geçen Tûbâ'ya güzellik, hayır anlamını verenler de olmuştur. Saîd İbn Cübeyr'den gelen bir rivâyete göre Tûbâ'nın hintçe Cennet'in adı olduğu da söylenmiştir."

TDV İslam Ansiklopedisi'ndeki 'Tûbâ' maddesindeyse şu bilgi nakledilmiş: "Mi‘râciyyelerde anlatıldığına göre tûbâ cennetteki ağaçların en büyüğüdür. Kökü arştadır. Dalları cennet halkının meyvelerini kolayca toplayabilmesi için cennetin üstünden zemine doğru sarkmış, ters duran bir ağaçtır. Yüz bin dalı budağı vardır. Budakları la‘l, yaprakları mücevherdendir. Her bir yaprağı binbir türlü görünür. Her dalında çeşit çeşit, bir yiyenin bir daha yediği, dünyadaki yemişlere benzemeyen meyveleri vardır. Baldan, şekerden tatlı ve lezzetlidir. Tûbâ ağacı Hz. Muhammed’e ve ümmetine hastır..." Yani, hülasa, Kur'an'da 'kökleri yukarı doğru' bir ağaç tasviri yok. Bu tasvir Tûbâ ağacına dair rivayetlerde yeralan bir tasvir. Şafak, Tûbâ ağacına dair tasvirlerle İbrahim sûresindeki tasviri karıştırmış, öyle söylemiş.

İlginçtir, Bediüzzaman Hazretleri de, mezkûr ayetin 'tevafuk-i cifrî' ile Risale-i Nur'a baktığını düşünüyor. Daha doğrusu: "Risale-i Nur'a da baktığını düşünüyor." Evet. Kastamonu Lahikası'nda bununla ilgili bir mektubu var. (Kastamonu Lahikası, Söz Basım, s. 82) Demek ki, o ayetten asıl anlaşılması gereken, köklerini havaya/hevaya salmış olmak değil. Hayır. Asla. (Zaten ayetin lafzı da böyle anlaşılmasına izin vermiyor.) Aksine, kökünü hakikatin zeminine sabitleyerek, Kur'an'a-sünnete uygun beyanlarda bulunarak, ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinde ilim izhâr etmektir. Dalları semada ağacımız işte budur. Özsuyunu toprağımızdan alacaktır. Ve bu sahih istikamette zaman sayfasına 'Sözler-kelimeler' eken herkes ayetin kanunu dairesine dahildir. Yani himayesindedir. Onların dallarını Allah göklere kadar uzatacaktır. Ki uzatıyor da... Risale-i Nur'un telif-neşir süreci bu konuda da ayetin tam bir masadakıdır. Hem de bir delilidir. Cenab-ı Hak, kökü hevâda Elif Şafakların değil, kökü Asr-ı Saadet'te Bediüzzamanların sözlerini yeşertmektedir. Tek sezonluk 'çok satan' listelerine aldanmamak gerek. Allah'ın pazarında neyin 'çok satar' olduğu mahşer günü teraziye vurulunca belli olacaktır.

1 Mart 2019 Cuma

Kur'an hangi 'yaş'lardan bahsediyor?

Küçükken, pikniğe falan gittiğimizde, huyumuzu bilen büyüklerimiz derlerdi ki: "Yaş dallara dokunmayın." Neden bu uyarıyı yaparlardı? Çünkü piknikte illa bir ateş yakılırdı. (O kadar şey nasıl pişecek yoksa?) Ve bu ateşi yakmak için de hareket kabiliyeti yüksek küçüklerin topladığı odunlar kullanılırdı. Piknik için yerleşim yeri belirlenir belirlenmez, yükler bir ağaç gölgesine bırakılır bırakılmaz, resmi gazetede yayımlanan ilk karar "Hadi, siz çocuklar gidin, odun toplayın!" olurdu. Emir demiri keser efendim. Elbette sahip olduğumuz enerjiyle bu işi severek yapardık.

Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.

Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.

Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.

Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.

Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.

Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?

Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)

Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?

Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.

İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:

"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."

Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.

Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."

Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

20 Nisan 2014 Pazar

Bir öpücük, tek ağaç

Kalemimde bir dağınıklık var ki, çokları bundan şikayetçidir. Ben de bir yönüyle şikayetçiyim. Çünkü asıl anlatmak istediğime gelmekte zorlanıyorum. Bazen yetiştiremiyorum da. Uzadıkça uzuyor, yoruluyorum. Kafamda gezineni avlamak için yazdığım her metin; o maralın arkasında dolaşırken yüzüme gülen her diğerinin peşine takılmayı da terketmediğim için sırf, dağınık şeyler anlatıyor. Bir onu söylüyor, bir bunu söylüyor. Böyle hoplayıp zıplarken yoğunlaşmak da mümkün olmuyor.

Çocukluğumdan beri, faydalarını ezber etsem de, kalıplara giremiyorum. En nihayet, göstermek istediğim gül, gizemini merak ettiğim her çeşit ot içinde karışıyor. Elimdeki bukette ya görünüyor ya görünmüyor. Hemen görmeyen acemi bahçıvana merhamet etsin, biraz daha arasın. Gören de "Bu demet yalnız güldür!" demesin, diğerlerine de baksın. Bu âlem 'birbirine bakar şe'n ve namlar' ülkesidir. Bir definenin içine düşen elbette hangisini alacağını şaşırır! Yazdıklarım, bir şaşırmışın notlarıdır.

"Derler: 'Sözlerin iyi anlaşılmıyor?' Bilirim ki; kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle..."

Bir yönüyle de razıyım böyle yazmaktan. Çünkü 13. Söz'de 'intizamsızlık içinde kemal-i intizam' dediği şey Bediüzzaman'ın, sanki bu 'hikmetli gelişigüzellik' (ironinin farkındayım) içinde kendisini ortaya koyuyor. Bir kalıpsız serbestî ki, fıtrat belki ancak o serbestî içinde bulduğu rahatla kendi hakikatini ortaya koyuyor, görevini tam yapıyor:

"(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lakin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.
"

İşte benim yazmakla halim de 'su gibi, hava gibi, nur gibi...' Tutmak istesem, kalıplara sokmak istesem, durmaz ki onlar öyle yazayım, mahvolurlar. Mecburen ve memnuniyetle 'külliyetle ona dalmak' ve sonra 'o rahmet nesimine karşı teveccüh etmek' ve sonra 'kendini ona mukabil tutmak'tır yalnız elimden gelen. Bu üçünü başarmışsam, artık konanın nasıl konduğuna bakmam.

Bu yüzden yazdığım metinler makale, deneme, hatıra, bilmem daha başka kaç tür içinde savrulup duruyor. Bazen makale niyetiyle başlıyorum deneme oluyor. Bazen deneme niyetiyle başlıyorum makale oluyor. Bazen şiir yazmaya çalışıyorum, yazamıyorum. Bazen nesir diye başlıyorum, şiir oluyor. İnsanım işte. Bazen sırf sınırlandırıldığımı, kalıplara sokulmak istendiğimi hissettiğim için kalıpları terkediyorum. Montaigne gibiyim. Hani o der Denemeler'inde:

"Hindistan'a hiç gitmedim. Ömrümün geri kalanında da gitmeyi düşünmüyorum. Ama bir gün biri gelir ve 'Ey Montaigne bundan sonra Hindistan'da şu köye girmen yasaktır!' dese geceleri huzursuz olurum."

Ben de öyle olurum. Çünkü insanın bir gerçeği de yaratılışının taşıdığı ehadiyet cilvesi sebebiyle orijinal olmaktır. Kendinin ilki olmaktır ve öyle kalmaktır. Bu nedenle bir şekilde kırar mutlaka kalıplarını. Hikmetini anlamazsa, kırar. Ta ki, o kalıplandırmanın aslında iyiliği için olduğunu anlayana kadar:

"(...) Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Fakat nihayetinde hepimiz dedemiz Hz. Âdem, ninemiz Hz. Havva gibi âdemîyiz. Ayaklarımıza cennet de serilse, yine yasaklanan o tek ağaca meylederiz:

"Dedik ki: 'Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.' Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik.
"

İmtihan nedir arkadaşım? İmtihan sırf cezalandırma mıdır? Eğer böyle düşünüyorsan yanlıştasın. Bence biz bu dünyada ceza çekmiyoruz, eğitimden geçiyoruz. Allahın bizim için kötü olduğunu söylediği şeylere gerçekten 'kötü' muamelesi yapabilmek; Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi; arkasında bir ceza olduğu için değil yalnız, 'kötülüğü canı istemediği için yapmamayı öğrenebilmek' amacıyla buradayız.

Taklitten tahkike geçeceğiz. Bize emredilenin bizim için olduğunu, bizim menfaatimize olduğunu ve ona uygun davranmakla hakikaten insan olacağımızı öğrenmek için buradayız. Varoluşumuzun bir yanı özgürlük yani, fakat bir yanı da eğitim. Had konulmamış kuvvelerin eğitimi. İstidatların inkişafı eğitimi. Sonsuz hayat eğitimi. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Cennet tembellik mekanı değil. Öğrendiklerimizi uygulama yeri. Mektep burasıydı yani, meslek orada.

Bu arada arkadaşım, nedense her okuyuşumda Hz. Âdem, Hz. Havva ve o tek ağaç kıssasının bir dersini sakladığını düşündüğüm bir yeri de alıntılayacağım:

"Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi 'of, of' deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.
"

Sen bizi küçük gördüklerinde boğulanlardan eyleme Allahım. Bir öpmeye, tek ağaca kapılanlardan eyleme.



Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde

Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz ...