İntihar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İntihar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2020 Çarşamba

Sibel Ünli'yi Aleyna Tilki mi öldürdü?

Geçenlerde Gençlik ve Spor Bakanlığı bir iş etti. Hepimizi işkillendirdi. Gerçi sonradan "Ödülü veren biz değiliz!" deyu açıklamalar yaptılar. Fakat twiti atan çoktan Üsküdar'ı geçmişti. Ne demiş atalarımız: "Forbes'ın koyunu sona çıkar oyunu." Herkesle iş tutmamak lazım. Popülizm itibar merdivenleri çabuk çıkarsa da kereveti kendisi belirler. Onun kayığına otostop çekenler Aleyna Tilki'nin sahiline inince "Ne oluyor lan?" dememeli. Zira bu sıralar magazin medyasında sıkça zikredilen bir deyiş var: "Bütün yollar Aleyna Tilki'ye çıkar."

Eh, evet, yeterli miktarda deyim-deyiş-atasözü naklettiğimize göre asıl konumuza geçebiliriz. Mürşidimin Lemeat isimli eserinde roman-tiyatro-sinema üçlüsü üzerine yaptığı bir analiz vardır ki tam şimdi zikredilmelidir: "Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Bu eleştiri aslında Bediüzzaman'ın modern (me)deniyete de yaptığı eleştiridir.

Neden mi böyle söylüyorum? Çünkü bütün bir Batı medeniyetinin bu çelişki üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Hem zaten mürşidimin metinleri de beni bu noktaya götürüyor. Korkmayın. Daha fazla alıntı yaparak yormayacağım. Ancak şöyle bir soru hakkında bir parça düşünmenizi teklif edeceğim: "İnsanın imtihanı ne üzerine kuruludur?"

Cevaplarınızı avucunuzda tutun. İlk ben açıyorum: Bence insanın imtihanı da 'çelişkileri' üzerine kuruludur. Evet. İnsan bir koalisyondur. Ve bu koalisyonu oluşturan latifelerden herbirinin kendine has 'doğruları/yanlışları' vardır. Şeriat (korkmayın 'din' demek o) akidesiyle inanç dünyamızı 'bir'lerken aynı zamanda bu farklı algıların doğrularını/yanlışları da 'bir'ler. Mesela: Nefsimiz için 'hırsızlık' bazen 'iyi' bazen 'kötü'dür. (Yani: Bizden çalınıyorken 'kötü' bize çalınıyorken 'iyi'dir.) Çünkü o doğruları çabuk menfaati ekseninde tayin eder. Ancak vicdana taşındığınızda durum değişir. Orada hırsızlık her zaman kötüdür.

Yok. Öyle de demeyelim. Vicdanın bile hırsızlığı makul gördüğü yerler olabilir. Ancak o bu makuliyeti menfaati ekseninde değil de şefkati/adaleti ekseninde tayin eder. Zaten insandaki en temel çelişki de budur. Âdemoğlu/kızı 'nefsi' ve 'vicdanı' arasına bikarar bırakılmıştır. Nefis, kısavâdeli menfaatleri önceleyerek, bugüne tutunmamızı sağlarken; vicdan, uzunvâdeli menfaatleri kollayarak, yarını kollamamızı öğütler. Bu nedenle, vicdana danıştığımız amellerin yüzü genelde ahirete, nefse danıştıklarımızınsa dünyaya yatkındır.

Peki ben bu kadar laf kalabalığını neden yaptım? Hızlıca geleyim: Vahyin zarureti burada saklı aslında. Yani insanın şu mahiyeti vahyi gerekli kılıyor. Dinimiz bizi bu çelişkilerin vahiy ekseninde giderildiği bir medeniyete davet ediyor. En azından koalisyonumuzdaki bütün doğru algılarından daha üst doğru tayini latifelerimizi uzlaşıya zorluyor. Evet. Elhamdülilah. Mü'min için "Hırsızlık iyi midir kötü mü?" şeklinde bir soru kalmıyor. Çünkü Allah "Kötüdür!" hükmünü indirmiş oluyor. Bu hal artık sadece 'doğruya ittibayı' içimizin gayret mesaisi eyliyor. Yoksa "O mudur, bu mudur, şu mudur?" mevzuu sıfırlanıyor.

Müslümanlar dönüp dönüp tekrar iyi-kötü tayini tartışması yapmıyorlar. "Gıybet kötü müdür? Kibir iyi midir? Zina hüner midir? Zulüm maslahat mıdır?" gibi münazaralara girmiyorlar. Ya? "Gıybetin kötülüğünü nefsime nasıl kabul ettirebilirim? Kibirlenmemeyi nasıl başarabilirim? Zinadan korunmak için ne tedbirler almak lazım? Zulümden sakınmak için daha neleri gözetmem gerekir?" gibi amelî arayışların içine giriyorlar. Eğer, "Felsefî tartışmaları da büsbütün dışlamayalım canım!" dersek, azıcık şu kapıyı açabiliriz: Müslümanlar kem nefislerini doğruya ikna etmek için bazen bunu kullanırlar. Yoksa doğruyu/yanlışı silbaştan tayin etmek için değil. (İçtihad meselesi bahsimizden hariçtir.)

Kıymetini bilirsek bu büyük birşey. Çok değerli birşey. Zira insanı içindeki kavganın gelgitlerinden büyük ölçüde kurtarıyor. Bugün modern (me)deniyet bu kavgadan kurtulamadığı için hâkim olduğu toplumların psikolojileri dökülüyor. Ve biz de, itikadımızı yitirdikçe, yeniden bu kavgaya dönmüş oluyoruz. İyi-kötü tayinlerimizde kararsızlaşarak popülizmin hevâkâr rüzgârında yaprağa dönüyoruz. O nereye eserde oraya savruluyoruz.

Benedict Anderson'ın Hayali Cemaatler'de söylediği birşey vardı. Pek etkilemişti beni. Manaca nakledeyim. İdeolojilerden bahsettikten sonra diyor ki Anderson: Fakat doğuştan hasta/sakat bir insan "Ben neden böyleyim?" diye sorduğunda onlardan alabileceği cevap 'rahatsız edici bir sessizlik'tir. Evet. Aynen. Böyledir. Çünkü ideolojilerin tamamı seküler şeylerdir. Öteki dünyayla ilgilenmezler. Bahsetmezler. Hepsi sağlıklı/genç insanlar için kurgulanmışlardır. Modern (me)deniyetin düşünsel tesellisi mezara değil pazara kadardır.

Fakat, maşaallah, İslam böyle yapmaz. Abdullah b. Mes'ud radyallahu anh gibi engelli bir yıldız dahi parlamakta sağlığı yerinde kardeşlerini geçebilir. Zira İslam'ın ufuk olarak gördüğü insan-ı kamil böyle şeylere bağlı değildir. Üstünlük takvadadır. Hayır yapmaktadır. Faydalı ilimdedir. Salih ameldedir. Bütün bunların da arkasında ihlastadır. Bugünün bir milyoneri dağlar kadar altın da bağışlasa bir sahabenin dirhemine yetişemez. Bu yüzden kişi İslam olduktan sonra 'doğuştan kaybetmek' diye birşey kalmaz. Doğuştan kaybetmek yoktur.

Modern (me)deniyet böyle söylemiyor ama. O sezon sezon bir ideali, özellikle de fiziksel idealleri, besleyip büyütüyor. Bir dönem iskelet gibi kızları parlatıyor. Bir dönem balıkesirli olanları önplana çıkarıyor. Bir dönem sarışın olmayı methediyor. Bir dönem esmerlere iltimas geçiyor. Bir dönem erkeklerde maçoluk istiyor. Bir dönem erkekleri de erkek gibi beğenmiyor. Yani: Başta nefsimiz olmak üzere türlü latifemizin gururuyla oynuyor.

Sibel Ünli'nin intiharıyla ilgili ailesinin yaptığı açıklamalara dikkat ettiniz mi bilmem. En çok fiziksel durumuyla ilgili sosyalmedyadan maruz kaldığı saldırıları önplana çıkardılar. Evet. Hakikaten böyle şeyler modern (me)deniyetin bireylerini pek fena etkiliyor. Hangimizi etkilemez ki? Hangimiz böylesi bir manipülasyona maruz değiliz ki? Eskiden Batı kaynaklı dizilerde lisekızları arasında dönen entrikalara şaşar kalırdım. Özellikle okullarında popüler olmak için yaptıkları abartılıyor gibi gelirdi. Şimdi bakıyorum. Türkiye'ye de geldi bunlar.

Kabul edelim: Sibel bir çelişkiyle yaşıyordu. Bedenini değiştiremezdi. Fakat dünyası ona bu fizikle olmayacak bir cenneti(!) dayatıyordu. Orada ancak Aleyna Tilkiler gezebilirdi. Eğer bilseydi ki, çoban Abdullah b. Mes'ud'un da gezdiği cennetler var, bu marifetle nefsine karşı koyabilirdi. Faruk Nafız Çamlıbel gibi "Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek!" diye haykırabilirdi. Yapamadı. Yenilgisini kabullendi. Çelişkisiyle savaşmaktan yoruldu. Allah'tan bir inayet erişmezse biz de direnemiyoruz. Gençlik ve Spor Bakanlığına, Allah biliyor ya, çok kızdım o zaman. Neden? En çok bundan. Çünkü aynı çelişkiyi o da mayalamış oluyordu.

Bâtılın yardıma ihtiyacı yok. Yardıma ihtiyaç duyan biziz. Bizim 'yalnız Aleynalara ayrılmamış' cennetlere ihtiyacımız var. Tilkilerin cenneti Adnan Oktar cemaati gibidir. Herkesi almaz. Bunlar da esasında görünüşte cennetler. Aslında cehennemler. Fakat içlerine girmeyenler hayretle damaklarını şaklatıyorlar. Tamam. Popülizmin albenili söylemini gözden düşürecek imkanlara sahip değiliz. Kabul. Başaramıyoruz. Kazanıyorlar. Ama bari onların değirmenine su taşıyan olmayalım. İdealleştiren biz olmayalım. Bu hükümetin en azından bunu gözetebiliyor olması lazım. Yoksa Aleynalar daha çok Sibeller öldürecek.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Köpekbalığı psikolojisi

Köpekbalığını öldürmenin yollarından birisi de onu hareketsiz hale getirmektir. Durduğu zaman, tamamen durduğu zaman, ölür köpekbalığı. Köpekbalıklarındaki bu halin bir ölçüde insanda da geçerli olduğunu düşünüyorum. Mesela boşta kalmak, hiçbir şey yapmadan beklemek, insan için de azaptır. (Benim gibiler için daha da beter.) Boşuboşunalığın kendisi azaptır insan için. Anlamsızlık aynı azaptır. Ondan sonra sırasıyla neden yaptığını bilmediği şeyler acı çektirir insana. Mesela kemal namına, kendini geliştirmek adına bir katkısı olmayan işler, yapanlarını en çok sıkan işlerdir. Çünkü ötesi yoktur, ilerisi yoktur, bir sonrası yoktur onların.

Gayba iman, öteye imandır. Hep ötende birşeyler kalacağına imandır. Hayatın hiç bitmeyecek ve Allah'ın takdir ettiği her değişikliğe açık bir yolculuk olduğuna imandır. "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir." Bana öyle geliyor ki, eğer gayba imanımız olmasa deli oluruz. Kafayı yeriz, kitapları parçalarız, dünyamızın kenarından düşeriz, sınırlılığımızda boğuluruz. Her köşesi bilinen ve 'görülecek herşeyi görülmüş' bir âlem bizzat cehennemin kendisi olur bize. Bitmiş olan, bitecek olandan haber verir. Eğer bilerek bitirebiliyorsak dünyayı; o halde varlık olarak da bitirebiliriz. Yani ölmekten öte, ciddi ciddi son bulabiliriz. Yok olabiliriz. Yoka iman etmişizdir çünkü. "Hepsi bu. Ötesi yok!" demişizdir.

Gaybımız yoksa, yokluk vardır. "Başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır..." diyen termodinamiğin bilmem kaçıncı kanunu gibi değil bu durum, onunla karıştırılmasın. Eğer birşeylerin hep gayb kalacağına ve gaybda nazarımıza, bilgimize, fikrimize daha dokunmamış; daha hiçbirimiz tarafından farkedilmemiş güzellikler olduğuna (ve hep olacağına) imanımız olmasa, herşey bitmiş demektir. Ümit olarak da, marifet olarak da, onlara duyulan arzu olarak da. Sınırlara gelinmiştir. Yapacak şey kalmamış demektir. Kemale yürüyüş durmuş demektir. İntihar fikri böyle bir zeminde ortaya çıkar. İntihar, herşeyi bitirdiğini, tüm şıkları denediğini sanan aklın sıkıntısıdır.

"Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner."

Duvara atılan son yumruk, batmadan önceki son sıçrama. İntihar fikri bir 'artık sonuna geldim' düşüncesinden besleniyor. Neyin sonun gelmek bu? Yaşanacakların sonuna gelmek. İhtimallerin sonuna gelmek. Öğrenileceklerin sonuna gelmek. Tadılacakların sonuna gelmek. Deneneceklerin sonuna gelmek. Görüleceklerin sonuna gelmek. Konuşulacakların sonuna gelmek. Ümidin sonuna gelmek. Her yeni gün bir önceki günden farklı olmayacağını düşünmek. İntiharın öncesi budur.

İşte bu noktada gayba iman çok derin bir yarayı tedavi ediyor ve diyor ki; Allah bilmekle bitirilemeyecek olandır ve insanın bir gaybı her zaman olacaktır. Gayba iman et. İman et ki, senin içindeki o bilmekle doymayan karadelik sonsuzun umuduyla dolsun. Karadelikleri ancak sonsuzluk doyurur. Öğrenmekle usanmayacak olan, ancak 'bilmekle bitmeyecek olan'ın varlığını bilirse, buna iman ederse mutlu olur. Yaşamak yükü onu anlamlandıramayanın kaldırabileceği bir yük değil. Küçük görme. "Çünkü, hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyetin aynası olmak kolay birşey değil, âdi bir vazife değil." Dağların çekindiği bir karadeliği almışsın kalbine, bir de sonsuza iman etmezsen, içine çökmez misin?

Günlüğündeki notlarında Deniz Feneri romanını yazdıktan sonra intihar etmeyi düşündüğünü söyleyen Virginia Woolf'un, o romanı bitiriş şekli ne kadar ilginçtir: "(...) oraya, tam ortaya bir çizgi çekti. Olmuştu, resim bitmişti. Evet diye düşündü fırçasını elinden bırakarak, görmem gerekeni gördüm." Buna benzer 'sonuna gelme' ifadelerine Woolf'un diğer eserlerinde de rastlanır: "(...) bütün dünya, gitgide hareketsizleşerek, 'Hepsi bu!' der sanki, sahilde güneşin altında yatan bedendeki yürek bile sonunda böyle der, 'Hepsi bu!' der." (Mrs. Dalloway) Virginia Woolf, 28 Mart 1941'de, ceplerine taş doldurup kendini Ouse nehrine bıraktı, çünkü dünyasının kenarına gelmişti. Eşine bıraktığı mektupta şöyle yazıyordu:

"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. (...) Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. (...) Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. (...) Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için herşey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem."

31 Ekim 2014 Cuma

"Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun."

"O Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." Haşr sûresi, 19.

Ah, bu boşluk, burada göğsümde hissettiğim bu korkunç boşluk! Sık sık düşünüyorum: Onu bir defa olsun, yalnız bir defacık şu bağra basabilsem, bütün bu boşluk dolardı..." diyor Goethe, Genç Werther'in Acıları'nda. Sanmam ki dolsun. Boşluk, savaşılması en zor şeydir. Zorluk, eğer arkasında ulaşılacak bir varlık varsa, varlığa erişmek içinse eğer, zorluk sayılmaz. "Her zorluk içinde kolaylık vardır." Zorluk içinde bu türden bir kolaylık da var. Ulaşılacak olan, her zaman yanınızda olmasa da, 'ulaşılabilir' oluşuyla, yani hayaliyle, hep yanınızda. Ama boşluk, boşluk öyle değil. Hem düşmek, hem tutunamamak, hem tutunacak yeri olmadığını bilmek, hem dibi bilmemek. Sabır, sonunu bildiğin şeye karşı olur, kestiremediğine değil.

Neye ulaşacağını bilemediğin gibi, ulaşmak için ne yapacağını da bilemiyorsun onda. Bediüzzaman'ın şer ile ademîlik arasında kurduğu ilgiye gelirsem; zaten şer dediğimiz şey de bu boşluğun/yokluğun içine düştüğümüz şeylere/yerlere tekabül ediyor. Bu, başımıza da gelebilir (mazlum); birilerinin başına getiren biz de olabiliriz (zalim); netice değişmez: Boşlukta ve yoklukta hissettiren herşey bir nevi şerdir. İmansızlık bu yönüyle şerlerin en büyüğüdür. Çünkü onda kayboluşun en şiddetlisi yaşanır. Kur'an bu kayboluşu/tutunamayışı şöyle anlatır: "Zalimlerin yardımcısı yoktur."

Tuhaf ama, şimdi aklıma geldi: Bediüzzaman da "İman bir intisabdır" demiyor mu? Peki bu intisab, yani bağlanmak/bağlanış/tutunma ne için? Elbette kaybolmamak için. Kesretin içinde kaybolmamak. Boşluğa düşmemek. 11. Lem'a, benzer bir ifadeyi sünnet-i seniyye için kullanır:

"(...) Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. (...) İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim."

Herkesin hayatında bir nokta vardır kayboluşunu farkettiği. Zaten kayboluşu farketmek 'nokta' işidir. Yani noktalamak, durmak ve "Nereye gidiyorum?" sorusunu sormak. Sorabilmek için önce durmak gerek. Sarhoşluk da seçebileceğin şıklardan birisi. İçki ile olanından bahsetmiyorum sadece. Boşluğa düştüğünü unutturan herşey sarhoş eder aslında seni. Hatta hareket etmek de bir nevi sarhoşluktur. Hem sarhoşu da bilmez ki, ne menem bir sarhoşluktur.

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Francesco karakteri 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu durma ve uyanış halinin insanda yaptığı şeye, Gorki'nin, Yararsız Bir Adam'da söylediği gibi: 'Hayatın yaralarını patlatmak.'

Uyuşturucu, içki, zina, türlü eğlence, her türlü çılgınlık var onun hayatında. Boşluğu hissetmemesini sağlayan şeyler. Fakat geceleri yalnız kaldığında ölmekten çok korkuyor. Korkudan uyuyamayacak hale geliyor. Peki, Francesco bu sarhoşluktan uyanabilecek mi? Volo'ya göre, evet. Ancak yaşadıklarının 'yaşamak' olmadığını birisinden duymaya ihtiyacı var. Kızsa da, gücense de, ona bunu söyleyen birisi olmalı. Şöyle diyor Francesco'ya doktor arkadaşı: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Ve Francesco, önceleri alaya aldığı bu düşünceye sonraları hak veriyor. Veriyor ki; kitabın ilerleyen sayfalarında şöyle dediğini okuyoruz:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Hayatı anlamlandırmak, detaylara uyanmak, bir uyuşturucu olabilir mi? Eğer kastettiğiniz kaybolmuşluktan kurtulmaksa, olabilir. İman da insanda bunu yapar aslında. Kainat ve zaman içinde durduğunuz yeri anlamlı kılarak sizi kaybolmaktan, unutmaktan kurtarır. Yine yüzümüzü Bediüzzaman'a dönelim, nasıl tarif ediyor gafilin çilesini?

"Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. "

Bu neden böyle? Biraz da hayatın bir özelliğinden. Hayat, bir'i bin'e dokunur ve bilir kıldığı gibi; bin'i de bir'e tesir edebilir kılıyor. Hayat sahibi olanlar, bu hayatın sırrından daha fazla hissedar oldukça, daha fazla etkilenir de oluyoruz. Bilmem kaç milyon ışıkyılı ötedeki galaksilerde veya atomaltı dünyada neler olup bittiğini bilebilmek, aynı zamanda o olup bitenlerden etkilenmek anlamına geliyor. Bilmenin bedeli etkilenmektir, duygulanmaktır. Daha duyarlı olanlar, daha çok şey bilmenin yanında, daha çok etkilenenlerdir aynı zamanda.

Etkilenmek hareketi doğurur. Dışarıda olan, içeride de karşılığını bulur. İnsan bir taştan daha kabiliyetli, ama daha fakirdir bu yönüyle. Çünkü taşın ihtiyaçları insanınkinden azdır. "Hangisi daha çok hayata mazhardır?" derseniz, tartışmasız olarak 'insan' derim. Daha çok canlı olmanın daha güçlü veya daha mutlu olmak anlamına gelmediğinin altını çizerek. Mutluluk veya güç, ikincil bir yardıma, imanî bir bakışa da muhtaçtır.

"İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın. Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Dokunulmak deyince, aklıma, İtalo Svevo'nun Hayat İşte'sinde, intiharından hemen önce Alfonso hakkında söyledikleri geldi:

"Oysa Alfonso kendini yaşamaya yeteneksiz hissediyordu. Kaç kez boş yere anlamaya çalıştığı birşey vardı ki, hayatını zehirliyor; dayanılmaz hale getiriyordu. Sevmeyi de bilmiyordu, zevk almayı da; en iyi koşullar içindeyken başkalarının en acılı koşullarda duyduğundan fazla ıstırap çekmişti. Hiç hayıflanmadan terk ediyordu yaşamı. Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmanın yolu oydu. Düşlediği feragat oydu işte. Huzur nedir bilmeyen o vücudu yok etmek gerekiyordu; hayatta kaldıkça savaşmaya sürükleyecekti; çünkü oydu varlığının nedeni."

'Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmak...' bu biraz da tesir edilebilir olmaktan şikayet işte. Kolay kırılabilir, dokunulabilir, düşürülebilir, incitilebilir olmaktan şikayet ediyor aslında Alfonso. Tıpkı Mehmet Pişkin gibi. O da şöyle demiyor muydu acıklı intiharının bir köşesinde:

"Hayatın tatsız taraflarıyla çok başaçıkamadım herhalde. Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini; taşıyamadığımı, bunun için gerekli donanımları da zamanı içinde çok geliştiremediğimi farkettim. Sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtiktçe daha da zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü açıkçası..."

Dokunulabilir olmanın sancıları bunlar. Duymanın ve duygulanmanın sağladığı derinliğin imanla birleşmezse sahibini yutan bir karadeliğe dönüşmesi. Gorki'nin Yararsız Bir Adam'ına, Yevsey'e dönelim tekrar. Onu nasıl tarif ediyordu Gorki, intiharına varan yolculuğunun başlarında:

"İnsanlardan korkuyor, bu yüzden de hep onlara birşeyler borçluymuş gibi davranıyordu. Tetikteydi hep. Beklerliydi. İnsanlar ona saldırdı saldıracak gibi görünüyordu. Kafasında kurduğu bu saldırıları önlemek için de kimsenin bir dediğini iki etmiyor; hiçbir işi, hiçbir buyruğu geri çevirmiyordu. Her an bir tehlike başgösterebilirdi. Bekliyordu Yevsey. Her an bekliyordu. Ve bu duygusu, dikkatini biledi, insanlara karşı inançsızlığını arttırdı."
Ve nihayetinde intihar bir güç veya cesaret değil, acizlik eylemidir. Boşlukla savaşacak gücü kalmayanların, "Böyle de yaşanmaz ki ama!" deyişidir. Genç Werther'den Yevsey'e, Yevsey'den Alfonso'ya kadar hep zayıflık izidir intihar, acz delilidir. Mehmet Pişkin inanmıyordu. Fakat Allah'a inanan bir insan da intihar edebilir. Eğer Ona 'tutunamadığını' düşünmeye başlamışsa.

Bunu garipsemem, çünkü isyan ile yaptıklarını düşünmüyorum bunu. Sadece güçleri yetmiyor artık ayakta kalmaya ve hayatta kalmanın savaşmak anlamına gelmediğini bilmiyorlar. Bilseler de bilmiyorlar. İdrak etseler de iz'an edemiyorlar. Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (özellikle ilk mektuplarında) çok sık tekrar ettiği bir final cümlesi var: "Bana inan." İntiharı yaklaştıkça bu cümleyi kullanmayı da bırakıyor. Yerini şöylesi ifadeler alıyor:

"(...) tembellikten, karakter zayıflığından ve ruhsal boşluktan dolayı işe yaramaz insanlar vardır. Beni öyle biri olarak görmezsen sevinirim. Başka nedenlerle, bir işe yaramayan insanlar da olabilir. Faydalı olabilmeyi gerçekten isteyen ama tutuk oldukları, yaratıcı olmak için gerekenlere sahip olmadıkları, belki kötü kaderleri öyle istediği ve bir şey yapmak tümüyle imkansız olduğu için hiçbir şey yapamayan insanlar da vardır; böyle bir insan, ne yapabileceğini kendisi de bilemez, içgüdüsel olarak şunu hisseder: Durumumu değerlendirebiliyorum, iyi sayılırım. Bambaşka bir insan olabileceğimi biliyorum. Neyle uğraşmalıyım, neye hizmet etmeliyim? İçimde bir şey var ama nedir? Bu farklı bir işe yaramazdır. İstersen beni onlardan biri kabul edebilirsin."

Boşlukla savaşmayı öğretmenin yolu, yeni yükler yüklemede değil, "Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez!" ayetini ders etmede. Bizde Allah'ın 'görevlendirici' olarak tarifi var, fakat 'kolay kılışların Allah'ı' olduğunu ders vermek var mı? Francesco'ya doktorun dediği gibi: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Yanlış anlama! Kötülerin değil, yaşamaktan korkanların eylemidir intihar.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...