Yaşıyorsa Allah selamet versin. Vefat ettiyse Hüda rahmet eylesin. Lisede (Sivas Fen Lisesi) 'Tübi Rıza' lakaplı bir Rıza Hocamız vardı. Lakabı sınavlarda Tübitak sorularına yer vermesinden kaynaklanırdı. Elbette bu sorular talebeleri epey hırpalardı. (Not alması kolay birisi değildi sizin anlayacağınız.) Her neyse. Uzatmayayım. Hocamızın, kendisi de bunu bilmez, benim dünyamda apayrı bir yeri vardır. Zira 'itikad dünyamız' ile 'fizik algımız' arasındaki ilişkiyi ilk o sezdirmiştir. Gerçi, o cahil çağlarda, şu sır tam bir şuur ile açılmamıştır. Fakat, vakt-i merhununu bekleyen tohum da atılmıştır içimize, elhamdülillah.
Hülasalı hikâye edeyim: Birgün Rıza Hocamız yine heyecanlanmış, bize, 'fiziğin geleceğini şekillendirmekten' falan bahsediyor idi. Arada dedi ki: "Modern fizik dediğiniz 'en hızlı şeyin ışık olduğu üzerine' kurulmuştur. Işığın hızı da şu kadardır. Eğer ışıktan daha hızlı şeyler olduğunu ortaya koyarsanız fiziği yenibaştan yazarsınız." Tabii, o devirlerde pranga kırmakla ilgili hiçbir derdi yoktu zihinlerimizin, ancak verileni alıp üniversite kazanmayı düşlüyorduk. Fazlasını hayal etmiyorduk. Bu daraltılmışlıkla da itiraz ettik: "Hocam, ışıktan hızlı birşey nasıl olabilir, hiç mümkün mü yani?" O zaman Rıza Hoca hafiften celallenerek bize çıkıştı: "Ne demek ışıktan daha hızlı birşey olmaz! Efendimiz aleyhissalatuvesselam miraca çıkmış, yedi kat semayı dolaşmış, geri döndüğünde yatağı dahi soğumamış. Böyle birşey ışığın hızıyla mümkün olabilir miydi hiç? En yakın yıldızlara bile varmanız on yıllar sürerdi o hızla..."
Ben o gün, kalbi imanında sabit bir fizikçinin âleme nasıl baktığıyla, kalbindeki iman zaten 'ha düştü ha düşecek' duran bir gencin âleme nasıl baktığı arasındaki farka uyandım. Rıza Hocam, bin maşaallah, ehl-i sünnet itikadına sahip bir mü'min olarak fiziğin imkanlarını iman ettiklerine göre genişletiyordu. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin miraca çıktığı nasslarla sabit olduğuna göre artık olmuşluğunu-olabilirliğini tartışmıyordu. Ya? Nasıl mümkün olduğunun sırrını anlamak gerektiğini düşünüyordu. (Hani Einstein da fiziğe olan merakını 'Tanrının nasıl yarattığını anlama mesaisi' olarak tarif ettiği aktarılır.) Böylece Rıza Hoca'nın hayalgücü iman ettiği mucizelerin dairesi kadar genişliyordu.
Hayalgücünü küçük görmeyin muhterem kardeşlerim. (Bugün, ne yazık ki, pekçok ilahiyatçının hayali hocamınki kadar geniş değildir. Hocamın mümkün gördüğü şeyleri bunlar mümkün görmezler. Daraltılmış akıllarıyla inkâra yeltenirler.) Zira 'Dimağdaki Meratip' bahsinde Bediüzzaman Hazretleri de işaret eder ki: Herşey hayalde başlar: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..."
Eğer sizin itikadınız 'gayba iman edecek' genişliğe kavuşmuşsa, gözünüze inmemişse, yani gösterilenden de ötesini seziyorsa, o halde hayaliniz de artık bu genişliğe sahiptir. Artık imkanları bilimadamlarının "Bu bu kadardır..." demesinden değil hayalinizin gidebildiği yerlerden öğrenirsiniz. Zaten kendilerinden önceki bilim anlayışının kalın duvarlarını yıkabilen dehalar da böylesi zenginleştirilmiş hayalgüçleriyle yetişebilirler. Evvelkilerin aşılmaz olduğu tabusunu kabul etmeyi bıraktıklarında akıllarına yeni imkanlar bahşedilir. Cenab-ı Hak kalplerine yepyeni ilhamlar yükler. Yeter ki kapatmasınlar. Yeter ki kendilerini mühürlemesinler. Zira kendisini mühürleyeni Allah da mühürler.
Proudhon 'Sanatın Prensibi' isimli eserinde diyor ki:
"Mühendis, bilimadamı ya da filozof, ne kadar çok gözlemlerse o kadar çok keşifte bulunur ve ne kadar çok keşifte bulunursa o kadar çok uygular ve üretir. Sanatçı da aynı biçimde, ne kadar iyi gördüyse onu o kadar yetkin bir biçimde temsil eder. Sanatçının ilhamı gözlem kapasitesiyle orantılı olacaktır. Bu nedenle denilebilir ki: Tıpkı gerçek bir yazar ya da filozofta olduğunu gibi gerçek bir sanatçıda da ilham asla zayıflamaz. İlham sabittir ve sanatçıyı yönetir. Ancak ilham tembellik ya da kendini beğenmişlik sonucunda inceleme yapmaktan vazgeçen, üretimini spekülasyonlara ve hafızasındaki eski gözlemlere dayandırmaya başlayan sanatçıyı terkeder. Bilgi birikimi boşalan kişinin hayalgücü de kaybolur..."
Ebubekir Sifil Hoca, bir dersinde, bu zamanda kelam ilmiyle ilgilenen kişilerin fizikle de ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. Zira kimi meselelerde kelamullahın genişliğini kavramak ancak kevnullahın genişliğine vâkıf olmakla mümkün olabiliyor. Mürşidim de İşaratü'l-İ'caz'ının hemen başlarında yakın bir mana ile diyor ki: "Kur'ân'ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-ı ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır." Çünkü kimi meselelerde bazılarının hayalgüçlerinin-ilimlerinin gücü yetmeyecek, mütehassıs olan diğerlerinin yardımına kendi hayalgücüyle koşacak, onların gözlerini ilmiyle açacak... Böylece göğsümüzdeki imana layık vüsatte bir bakışaçısıyla donanmış olacağız, çoğalacağız, inşaallah.
Tam da bu noktada, ben gibi cahilin cahili bir kardeşiniz bile, yine cahilane bir cüretle, faydalı bir tavsiyede bulunmak isterim. Kendim de faydasını gördüğüm için tavsiye etmek isterim. Her filmi değil ama kalitesi yüksek bilimkurgu filmlerini takip edin. Onlardan itikad almak için değil, hâşâ, fakat imkan öğrenmek için takip edin. İtikadınızı belirleyen ehl-i sünnet ulemasının hakikattar sözleri olsun. Onların Kur'an'ı, hadisi, kevniyatı okumaları olsun. Fakat bir gözünüz de hayalgücünüzü açmaya müsait okumaları yapmayı bırakmasın. Yaratılışı anlamak yolunda yeni yeni malzemeler ile beslensin. Neden?
"Müslümanlar neden yeterince bilim üretemiyor?" sorusunun cevabı bence biraz da burada saklı çünkü. Bizim bir müslümana yakışacak genişlikte hayalgücümüz yok. Eğitim, tahsil, tedrisat aslında talebeyi bu yönde açmak içindir. Bilgi birikimi, eğer o niyetle edinirseniz, hayalgücünüzü destekler. Açılmış bir hayalgücü akılla çok sonraları ulaşabilecek menzillerin ilk adımlarını oluşturur. Bunda eksiğiz. Evet. Ne yazık. Nassların bize daha neler neler söylüyor olabileceğine dair rüyalara sahip değiliz. Öylesi bir açlığa kavuşmak için uyarılmaya ihtiyacımız var. İşte, bilimkurgu dünyası, bu hususta faydalı bir arkadaş olabilir. Tabii zararlarına kapılmamak kaydıyla. Onu araçsallaştırmayı unutmamak şartıyla...
En doğrusunu Allah bilir. Böylesi ilimleri büsbütün tahsil edemesek bile 'konuştukları imkan düzeyine (sinema kadarcık olsun) uyanık olmamız' faydalıdır. Hatta kimi konularda avamın imanını hayalgücünün genişliği kurtarabilir. (Hocamın avam düzeyindeki dinî bilgisiyle kurtardığı imanını bugün ne 'titri' sahibi ilahiyatçılar kurtaramamaktadır.) Eh, evet, bir yazının daha sonuna geldik. Verdiğim tavsiyeyle kusur işlemişsem o Rahman u Rahim'den affımı dilerim. Siz de kardeşinize nazar-ı müsamaha ile bakınız. Nihayetinde o da kendi gözünün açıldığı yerlerde kardeşlerinin gözünü de açmaya çalışıyor.
bilimkurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilimkurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Temmuz 2024 Perşembe
31 Ocak 2020 Cuma
Yoksa Corona Dabbetü'l-Arz mı?
Hollywood'un bu sıralar etinden en çok beslendiği mevzulardan birisi de dabbe. "Nasıl olur?" diyeceksiniz. Efendim, malumunuz, Dabbetü'l-Arz hem Kur'an'da hem sünnette delilleri bulunan bir meseledir. Bir alamettir. Kıyamete dair bir işarettir. Neml sûresinin 82. ayetinde kısa bir mealiyle buyrulur ki: "Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, yerden bir dabbe çıkarırız da, âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." Dabbe hakkındaki hadisler de bu manayı tasdik eder. Hatta hadislerin dabbenin niteliğine dair daha açıklayıcı bir yapıları da vardır. Ebu Hüreyre radyallahu anhtan nakledilen bir rivayette denilir ki: "Dabbetü'l-Arz kıyamete yakın çıktığında beraberinde Süleyman’ın mührü ve Musa’nın asâsı da bulunacaktır. Mü’minin yüzü pırıl pırıl olacak, kafirin burnu da mühürle mühürlenecektir. Bu yüzden ahali birbirini tanıyacaklar ve 'Bu mü’mindir, bu da kâfirdir' diyebileceklerdir."
Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Tefsirlerde daha bunun gibi Dabbetü'l-Arz'a dair birçok teviller/yorumlar yeralmaktadır. Bediüzzaman ise, biraz daha Elmalılı Hamdi Yazır'ın yukarıdaki izahına yakın bir şekilde, şöyle der:
"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."
Devamında ise Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş."
Yani, Bediüzzaman'a göre, dabbenin konuşması 'lisan-ı kâl' ile değil 'lisan-ı hâl' ile olacaktır. Rağıb el-İsfahanî rahmetullahi aleyhin de el-Müfredat'ında “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur!” dediği nakledilir. Daha bunun gibi birçok tefsir/tevil kaynaklarımızda bulunmaktadır. Alıntılarla yazıyı daha fazla uzatmadan asıl söylemek istediğimize gelirsek: Ahirzamanda AIDS mikrobunun bir tür 'dabbe' olduğunu söyleyenler de, daha başka şeyleri 'dabbe'ye bağlayanlar da, aslında şunun altını çizerler: Dabbetü'l-Arzların hakikisi ahirzamanda ortaya çıkmakla birlikte, 20. Söz'deki söylenişiyle 'düstûr-i külli' veya 'kanun-i umumî uçları' mesabesinde, her zamanda bazı fertleri bulunur.
Yani: Her zamanda, hem 'kevnî şeriata' hem 'İslam şeriatına' uygun hareket etmeyişlerin, ayetlere yakîn kesbetmeyişlerin, hükümlere boyun eğmeyişlerin bedelleri çeşitli türde 'biyolojik felaketlerle' insanoğluna/kızına yaşatılır. Esasında yaşadığı iradesini kötüye kullanmasının bir sonucudur. Nasıl ki, tarihteki en büyük veba salgınları, temizlik konusunda Allah'ın fıtratına uygun hareket etmemenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aynen öyle de, başka birçok biyolojik felaket dahi, Allah'ın koyduğu yasalara uygun hareket etmemenin sonucu olarak gelip bizi bulmuştur. Bu yönüyle tüm biyolojik felaketler mezkûr ayet-i kerimenin ahirini tasdik ederler: "(...) âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."
İşte bugün de bunu Corona olarak karşımızda buluyoruz. "İnşaallah daha fazla büyümez!" diye dua ediyoruz. Çünkü bu 'göze görünmez kurt' da hücrelerin içine girerek onları yiyip bitiyor. Ağaç değil insan yiyor. Odun değil insan kemiriyor. Nasıl ortaya çıktığına emin değiliz. Ancak bütün yorumlarımız bir 'sapma'nın altını çiziyor. Yenmesinde hayır olmayan birşey mi yendi? Yapılmasında hayır olmayan bir deney mi yapıldı? Hangi günahımız ile bu belayı başımıza aldık? Hepimiz şimdi bunları kurcalıyoruz.
Ahirzamanla ilgili rivayetler bize şunu apaçık gösteriyor: Dünyanın bir ucunda başlayan bir salgının bütün dünyayı sarabileceği ölçekte bir küreselleşme çağına doğru ilerliyoruz. Kıyamete yakın böyle bir dönem geldi gelecek. Eskiden bu tür salgınlar bir-birkaç yöreye has kalırdı. Şimdi Çin'de başlayan salgın soluğu birkaç günde Fransa'da alıyor. Süleyman aleyhisselamın hızıyla havada dolaşıyor. Musa aleyhisselamın asâsı gibi denizler aştırıyor. Yani zaman ne kadar eskirse eskisin Kur'an eskimiyor. Aksine, verdiği derslerle Kur'an ve hadisler giderek daha fazla hayatımıza katılıyorlar. Bediüzzaman'ın 20. Söz'deki şu ifadesi her gün hayatımızla yeniden doğrulanıyor: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."
Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Tefsirlerde daha bunun gibi Dabbetü'l-Arz'a dair birçok teviller/yorumlar yeralmaktadır. Bediüzzaman ise, biraz daha Elmalılı Hamdi Yazır'ın yukarıdaki izahına yakın bir şekilde, şöyle der:
"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."
Devamında ise Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş."
Yani, Bediüzzaman'a göre, dabbenin konuşması 'lisan-ı kâl' ile değil 'lisan-ı hâl' ile olacaktır. Rağıb el-İsfahanî rahmetullahi aleyhin de el-Müfredat'ında “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur!” dediği nakledilir. Daha bunun gibi birçok tefsir/tevil kaynaklarımızda bulunmaktadır. Alıntılarla yazıyı daha fazla uzatmadan asıl söylemek istediğimize gelirsek: Ahirzamanda AIDS mikrobunun bir tür 'dabbe' olduğunu söyleyenler de, daha başka şeyleri 'dabbe'ye bağlayanlar da, aslında şunun altını çizerler: Dabbetü'l-Arzların hakikisi ahirzamanda ortaya çıkmakla birlikte, 20. Söz'deki söylenişiyle 'düstûr-i külli' veya 'kanun-i umumî uçları' mesabesinde, her zamanda bazı fertleri bulunur.
Yani: Her zamanda, hem 'kevnî şeriata' hem 'İslam şeriatına' uygun hareket etmeyişlerin, ayetlere yakîn kesbetmeyişlerin, hükümlere boyun eğmeyişlerin bedelleri çeşitli türde 'biyolojik felaketlerle' insanoğluna/kızına yaşatılır. Esasında yaşadığı iradesini kötüye kullanmasının bir sonucudur. Nasıl ki, tarihteki en büyük veba salgınları, temizlik konusunda Allah'ın fıtratına uygun hareket etmemenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aynen öyle de, başka birçok biyolojik felaket dahi, Allah'ın koyduğu yasalara uygun hareket etmemenin sonucu olarak gelip bizi bulmuştur. Bu yönüyle tüm biyolojik felaketler mezkûr ayet-i kerimenin ahirini tasdik ederler: "(...) âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."
İşte bugün de bunu Corona olarak karşımızda buluyoruz. "İnşaallah daha fazla büyümez!" diye dua ediyoruz. Çünkü bu 'göze görünmez kurt' da hücrelerin içine girerek onları yiyip bitiyor. Ağaç değil insan yiyor. Odun değil insan kemiriyor. Nasıl ortaya çıktığına emin değiliz. Ancak bütün yorumlarımız bir 'sapma'nın altını çiziyor. Yenmesinde hayır olmayan birşey mi yendi? Yapılmasında hayır olmayan bir deney mi yapıldı? Hangi günahımız ile bu belayı başımıza aldık? Hepimiz şimdi bunları kurcalıyoruz.
Ahirzamanla ilgili rivayetler bize şunu apaçık gösteriyor: Dünyanın bir ucunda başlayan bir salgının bütün dünyayı sarabileceği ölçekte bir küreselleşme çağına doğru ilerliyoruz. Kıyamete yakın böyle bir dönem geldi gelecek. Eskiden bu tür salgınlar bir-birkaç yöreye has kalırdı. Şimdi Çin'de başlayan salgın soluğu birkaç günde Fransa'da alıyor. Süleyman aleyhisselamın hızıyla havada dolaşıyor. Musa aleyhisselamın asâsı gibi denizler aştırıyor. Yani zaman ne kadar eskirse eskisin Kur'an eskimiyor. Aksine, verdiği derslerle Kur'an ve hadisler giderek daha fazla hayatımıza katılıyorlar. Bediüzzaman'ın 20. Söz'deki şu ifadesi her gün hayatımızla yeniden doğrulanıyor: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."
23 Şubat 2019 Cumartesi
Kur'an neden bilimkurgu romanları kadar heyecanlı değil?
"Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, ta Zat ve sıfat ve esma-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. (…) Güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor." Sözler'den.
Bilimsel açıklamaların ömrü, genelde, kendilerinden daha kuşatıcı diğer bir bakışın okumasına kadardır. Daha büyük olan resmi kim görürse haklılığı o eline geçirir. Örneğin: Aristo'nun, o muhteşem zekasına rağmen, kendi zamanında söyledikleri bugünün çocukları için bile bilinecek ve hatta kimi zaman gülünecek şeylerdir. Mürşidimin İşaratü'l-İ'caz'da da dediği gibi: "Def'aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer."
Bir zamanlar Newtonculuğu fizikte tartışmasız bir hakikat gibi görenler bugün Kuantumcu yaklaşımla damağını şaklatmaktadır. Annelerinin ıhlamuruna "Iıığğğ, anne, kocakarı ilacı bu!" diye burun kıvıran nezlezenler, bugün 'doğal sağlık ürünleri' tezgâhında damacana yuvarlamaktadır. En nihayet diyebiliriz ki, zaman, yanlışlanmamak konusunda kendinden feci şekilde emin birçok ukalayı safsata kuyusuna atmıştır. Ve gelecekte de âdetini sürdüreceğe benzemektedir.
Ben bu durumu kendi dünyamda şöyle bir misalle daha anlaşılır kılıyorum: Karanlık bir oda düşünün. Perdeleri sıkıca kapalı. Sonra birisi geliyor. Kapalı olan perdeleri açıyor. Ve olaya şahit olan bizlerde, hani çok akıllıyız ya, teoriler kaynamaya/üremeye başlıyor. Diyoruz ki mesela: "Bu adamın perdelerini açtığı her odaya ışık doluyor. O zaman ışığın kaynağı bu adamdır. Veya bu adamın perde açmasıdır."
Sonra bir başkası bu resmin üstüne çıkıyor. Ve diyor ki: "Yalnız bu adam değil şu adam da olsa perde açılınca odaya ışık doluyor. Demek, odaya ışık getiren, adamın perdeyi açması değil, perdenin açılmasıdır." Sonra daha bir başkası bu resmin de üstüne çıkmayı başarıyor. O da diyor ki: "Arkadaşlar, ben hiç perdesi olmayan odalar da gördüm, onlar da bu şekilde aydınlıktı. Bu işin perdeyle ilgisi yok. Işığı veren camdır." Sonra daha da diğer bir başkası (ah bu iş nereye gidecek) en üst resmi(!) kibirle seyrederek diyor ki: "Yahu ne kadar gerizekalı adamlarsınız. Ben camın olmadığı yerlerde de aydınlığı gördüm. Aydınlığı yapan cam değil güneştir."
Bilimin ilerleyişi işte buna benziyor. Her defasında bir adım ileriye, resmin daha büyüğüne, kavuşarak 'genel-geçer' olduğunu zannettiği teoriler üretiyor. Bunlar yanlışlanana dek doğru kabul ediliyor. Onlarla amel ediliyor. Ve hakikaten, daha büyük bir resme çıkma ihtiyacı hissedilmeyen alanlarda, o teorinin söylediği şey doğrulanıyor da. Ama daha büyük bir resme çıkıldığında? İşte o zaman 'genel-geçer' olanın omuzlarından inmek zorunda kalıyorsunuz. Yeni birşeyle yol almak ihtiyacı hissediyorsunuz. Bilim böyle gelişiyor.
Peki İslam? İslam yapısı gereği böyle değil. Çünkü bilginin geldiği yer 'ezel' denilen manzara-i âlâ. Yani görüşünün, bilişinin, takdirinin, ilminin üstünde bir görüş, biliş, takdir, ilim olmayan Allah'ın tayin ettiği hükümlerden kurulu bir düzen o. İslam'a iman edenler, yani elhamdülillah ki bizler, Allah'a da böyle iman ediyorlar. Allah'a böyle iman ettikleri için İslam'ı da öyle görüyorlar. Yoksa, hâşâ, bizim Allahımız, İsviçreli bilimadamları gibi bazı şeylerin sonradan farkına varmıyor. Yine Bediüzzaman Hazretleri bu sadedde diyor:
"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."
Cenab-ı Hakkın ezelî bilişi, görüşü ve takdiri daha üst bir resme ulaşılamayacak bir kuşatıcılıkta. Evet. "Allah herşeyi kuşatıcıdır!" buyuran Furkan da aslında bize bunu hatırlatıyor. Yarattığını kuşatamayan şey ilah olamaz. Birşeye 'Allah' diyorsanız, o, yarattığı herşeyi kuşatıyor olmalıdır. Ve başka birşey de onu kuşatamıyor olmalıdır. Çünkü eğer başka birşey onu kuşatıyorsa bu, onu, kendisini kuşatan şeyin kulu haline getirir. Hem kuşatamadığı birşeyler de olduğu anlamına gelir. İhlas sûresindeki 'O doğurulmamıştır!" ihtarı da buna bakar. Öyle ya. Hiçbir evlat annesini kuşatamaz.
Konuyu fazla dağıttık. Toparlamaya çalışalım. Bazı hadsizler bugünlerde Kur'an'da geçen tasvirlerin 'yeterince bilimsel olmadığı' gibi şeyler yumurtluyorlar. Doğrudur. Çünkü Kur'an parçaların dilini konuşmuyor. O bütünün lisanıyla insanlara hitap ediyor. "Güneş dürülüp toplandığında…" buyurduğunda mesela, işte, efendime söyleyeyim, "Kıyamette güneşin içindeki helyumlara şöyle olacak, hidrojenlere böyle olacak, patlamalar-çatlamalar yüzünden yüzeyi kararacak falan…" demiyor. Doğrudan en büyük resimden görüneni ifade ediyor: "Allah var. Onun mahluku bir güneş var. Kıyamete kadar dünyayı aydınlatmak görevinde idi. Görevi bitti. Allah da sergilediği mücevherin zamanı dolunca örtüsüne sarıp kaldıracak!" gibi bir tasvirle, bir kolaylıkla, bir kuşatıcılıkla söz söylüyor.
Baştaki örneğimize dokunarak konuşursak: Odanın içindeki aydınlığın güneşten olduğuna kadar çıktık diyelim. Ve güneşteki ışığın varlığını da helyumun patlaması-çatlaması ile açıkladık. Birgün birisi bizi güneşsiz de aydınlanan bir odayla tanıştırırsa ne olacak? O zaman aydınlığı açıklamaya nasıl devam edeceğiz? Hatta, diyelim ki, güneşteki bu patlamalar da esasında bir yansıma, başka bir boyuta açılan kapı, âlem-i nurdan bu âleme geçiş sağlıyor. Bunu ne yalanlar?
Sen kaynağı olduğunu söylüyorsun. Ben taşıdığını söylüyorum. Ayna olduğunu iddia ediyorum. Ne biliyorsun? Belki fizik de aynı noktaya gelecek ileride? "Işık bu âlemden değil!" diyecek. Neden gördüğün daha küçük resmin muteber tek resim olduğunu düşünüyorsun? Belki sen de Bediüzzaman'ın şu sözüne geleceksin birkaç asır sonra: "Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki, şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur." Kur'an, âlemi böyle görmeye bilimden önce başladı diye, suçlu Kur'an mı oldu?
Bilimsel açıklamaların ömrü, genelde, kendilerinden daha kuşatıcı diğer bir bakışın okumasına kadardır. Daha büyük olan resmi kim görürse haklılığı o eline geçirir. Örneğin: Aristo'nun, o muhteşem zekasına rağmen, kendi zamanında söyledikleri bugünün çocukları için bile bilinecek ve hatta kimi zaman gülünecek şeylerdir. Mürşidimin İşaratü'l-İ'caz'da da dediği gibi: "Def'aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer."
Bir zamanlar Newtonculuğu fizikte tartışmasız bir hakikat gibi görenler bugün Kuantumcu yaklaşımla damağını şaklatmaktadır. Annelerinin ıhlamuruna "Iıığğğ, anne, kocakarı ilacı bu!" diye burun kıvıran nezlezenler, bugün 'doğal sağlık ürünleri' tezgâhında damacana yuvarlamaktadır. En nihayet diyebiliriz ki, zaman, yanlışlanmamak konusunda kendinden feci şekilde emin birçok ukalayı safsata kuyusuna atmıştır. Ve gelecekte de âdetini sürdüreceğe benzemektedir.
Ben bu durumu kendi dünyamda şöyle bir misalle daha anlaşılır kılıyorum: Karanlık bir oda düşünün. Perdeleri sıkıca kapalı. Sonra birisi geliyor. Kapalı olan perdeleri açıyor. Ve olaya şahit olan bizlerde, hani çok akıllıyız ya, teoriler kaynamaya/üremeye başlıyor. Diyoruz ki mesela: "Bu adamın perdelerini açtığı her odaya ışık doluyor. O zaman ışığın kaynağı bu adamdır. Veya bu adamın perde açmasıdır."
Sonra bir başkası bu resmin üstüne çıkıyor. Ve diyor ki: "Yalnız bu adam değil şu adam da olsa perde açılınca odaya ışık doluyor. Demek, odaya ışık getiren, adamın perdeyi açması değil, perdenin açılmasıdır." Sonra daha bir başkası bu resmin de üstüne çıkmayı başarıyor. O da diyor ki: "Arkadaşlar, ben hiç perdesi olmayan odalar da gördüm, onlar da bu şekilde aydınlıktı. Bu işin perdeyle ilgisi yok. Işığı veren camdır." Sonra daha da diğer bir başkası (ah bu iş nereye gidecek) en üst resmi(!) kibirle seyrederek diyor ki: "Yahu ne kadar gerizekalı adamlarsınız. Ben camın olmadığı yerlerde de aydınlığı gördüm. Aydınlığı yapan cam değil güneştir."
Bilimin ilerleyişi işte buna benziyor. Her defasında bir adım ileriye, resmin daha büyüğüne, kavuşarak 'genel-geçer' olduğunu zannettiği teoriler üretiyor. Bunlar yanlışlanana dek doğru kabul ediliyor. Onlarla amel ediliyor. Ve hakikaten, daha büyük bir resme çıkma ihtiyacı hissedilmeyen alanlarda, o teorinin söylediği şey doğrulanıyor da. Ama daha büyük bir resme çıkıldığında? İşte o zaman 'genel-geçer' olanın omuzlarından inmek zorunda kalıyorsunuz. Yeni birşeyle yol almak ihtiyacı hissediyorsunuz. Bilim böyle gelişiyor.
Peki İslam? İslam yapısı gereği böyle değil. Çünkü bilginin geldiği yer 'ezel' denilen manzara-i âlâ. Yani görüşünün, bilişinin, takdirinin, ilminin üstünde bir görüş, biliş, takdir, ilim olmayan Allah'ın tayin ettiği hükümlerden kurulu bir düzen o. İslam'a iman edenler, yani elhamdülillah ki bizler, Allah'a da böyle iman ediyorlar. Allah'a böyle iman ettikleri için İslam'ı da öyle görüyorlar. Yoksa, hâşâ, bizim Allahımız, İsviçreli bilimadamları gibi bazı şeylerin sonradan farkına varmıyor. Yine Bediüzzaman Hazretleri bu sadedde diyor:
"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."
Cenab-ı Hakkın ezelî bilişi, görüşü ve takdiri daha üst bir resme ulaşılamayacak bir kuşatıcılıkta. Evet. "Allah herşeyi kuşatıcıdır!" buyuran Furkan da aslında bize bunu hatırlatıyor. Yarattığını kuşatamayan şey ilah olamaz. Birşeye 'Allah' diyorsanız, o, yarattığı herşeyi kuşatıyor olmalıdır. Ve başka birşey de onu kuşatamıyor olmalıdır. Çünkü eğer başka birşey onu kuşatıyorsa bu, onu, kendisini kuşatan şeyin kulu haline getirir. Hem kuşatamadığı birşeyler de olduğu anlamına gelir. İhlas sûresindeki 'O doğurulmamıştır!" ihtarı da buna bakar. Öyle ya. Hiçbir evlat annesini kuşatamaz.
Konuyu fazla dağıttık. Toparlamaya çalışalım. Bazı hadsizler bugünlerde Kur'an'da geçen tasvirlerin 'yeterince bilimsel olmadığı' gibi şeyler yumurtluyorlar. Doğrudur. Çünkü Kur'an parçaların dilini konuşmuyor. O bütünün lisanıyla insanlara hitap ediyor. "Güneş dürülüp toplandığında…" buyurduğunda mesela, işte, efendime söyleyeyim, "Kıyamette güneşin içindeki helyumlara şöyle olacak, hidrojenlere böyle olacak, patlamalar-çatlamalar yüzünden yüzeyi kararacak falan…" demiyor. Doğrudan en büyük resimden görüneni ifade ediyor: "Allah var. Onun mahluku bir güneş var. Kıyamete kadar dünyayı aydınlatmak görevinde idi. Görevi bitti. Allah da sergilediği mücevherin zamanı dolunca örtüsüne sarıp kaldıracak!" gibi bir tasvirle, bir kolaylıkla, bir kuşatıcılıkla söz söylüyor.
Baştaki örneğimize dokunarak konuşursak: Odanın içindeki aydınlığın güneşten olduğuna kadar çıktık diyelim. Ve güneşteki ışığın varlığını da helyumun patlaması-çatlaması ile açıkladık. Birgün birisi bizi güneşsiz de aydınlanan bir odayla tanıştırırsa ne olacak? O zaman aydınlığı açıklamaya nasıl devam edeceğiz? Hatta, diyelim ki, güneşteki bu patlamalar da esasında bir yansıma, başka bir boyuta açılan kapı, âlem-i nurdan bu âleme geçiş sağlıyor. Bunu ne yalanlar?
Sen kaynağı olduğunu söylüyorsun. Ben taşıdığını söylüyorum. Ayna olduğunu iddia ediyorum. Ne biliyorsun? Belki fizik de aynı noktaya gelecek ileride? "Işık bu âlemden değil!" diyecek. Neden gördüğün daha küçük resmin muteber tek resim olduğunu düşünüyorsun? Belki sen de Bediüzzaman'ın şu sözüne geleceksin birkaç asır sonra: "Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki, şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur." Kur'an, âlemi böyle görmeye bilimden önce başladı diye, suçlu Kur'an mı oldu?
29 Haziran 2017 Perşembe
'Ben' bir 'biraz ben'ler koalisyonudur
İnsanın 'kendini beğenmesi' bir açıdan 'kendisine bizzat yine kendisinin kefil olması' gibi. Ben böyle bir yükün altına giremem. Hem biraz da aptalca duruyor. Evet, evet, aptalca. Karşılığı yok. Birşey hem kendisinin delili hem de sonucu nasıl olabilir? (Ben doğru sözlüyüm! Nereden biliyoruz? Çünkü ben söylüyorum. Vay be!) Hem zaten kayda değer birşeyler söylüyorsam bunun ayrıca bir kefalete ihtiyacı yoktur. Çünkü doğrudur. Doğrunun ayakta kalmak için kendisinden başka birşeye ihtiyacı yoktur. Fakat söylediklerimde yanlışlar varsa kendimi beğenmem yalancı şahitlik yerine de geçer. Yani iki kere yanlış olurum. O nedenle kendimi beğenmiyorum. En azından aklım başıma geldiğinde...
"Aklım başıma geldiğinde..." kaydını şu yüzden kullandım: İnsan tek bir parçasından ibaret değil. Kendilik bir 'biraz ben'ler topluluğudur. Yahut da şöyle söylemeli: İnsanın karar verme yeteneği sanki mahiyetindeki bütün latifeler/hisler içinde gezebiliyor. İslamî metinlerde niyetin korunmasına yapılan vurgu sanıyorum biraz da bununla ilgili. Akışkan birşey şu irademiz. Cıvamsı.
Bizi oluşturan parçaların ellerinde yakan top gibi geziyor. Doğru ellerde kalmasına dikkat etmek gerekiyor. (Biraz da bilimkurgu: "Kaldığı yerin karakterine göre amel silaha veya şifaya dönüşüyor!" diyelim.) Bazen öfkenin eline geçiyor. Bazen aklın elinde kalıyor. Bazen hüznün girdabına kapılıyor. Bazen... Bazen... Bazen... Bütün bu kapışmalar içinde o kadar çok ayrı karar ve o kadar çok 'ben' dediğim benler var ki. Bu yüz başlı koalisyon hükümetinin aldığı her karara kefil olmakla kendimi tehlikeye atmam ben. Hepsinin birden niyetine kefil olmam. Kendini beğenmemek en özünde budur. Bütünün parçalarına karşı temkinidir. Ancak o koalisyonun bazı parçaları kendilerini şahane beğenirler.
Birisi bana "İyi çocuk!" dese bu benim hem canımı sıkar hem mutlu eder. Mutlu olan da benim canı sıkılan da... Nasıl olur? Mutlu olurum. Çünkü bunun doğru çıkmasını isterim. (Ellerinin tutulmasını isteyen yanlarım vardır.) Böylesi cümleler hayatta doğru bir yolda ilerlediğimi müjdeler gibi gelir. Bazı yanlarım varlığının ispatı için dışarıdan şahit ister. Bazı yanlarım buradan bir menfaat kokusu da alır. Bazı yanlarımın sevilme ihtiyacı karşılanır... vs.
Hem de rahatsız da olurum. Çünkü onun doğru olmadığını bilen yerlerim de vardır. (Ellerinin tutulmasını sevmeyen yerler. Kendi ayakları üzerinde durabilen yerler. Kendilerini yargılayabilen yerler.) Olması gerektiği yerin çok gerisinde kaldığını bilen yerler. Onlar idrak ettikleri kem hallerine rağmen sevilmelerini (Yeşilçam'ın sakat kalmış karakterleri gibi) alay ve hatta hakaret sayarlar. Nasıl anlatmalı şunu? Belki şöyle: İltifatla sırtı sıvazlanan çocuk mutlu olur. Zira kendi durumunu tartacak idrake sahip değildir. Müşevvik ona iyi gelir. Ancak kendi kem durumunu tastamam farkeden çaresiz bir kanser hastasına "Sen hepimizi gömersin!" derseniz bu ona alay edildiğini düşündürebilir.
İşte, bir iltifat duyduğumda, içimdeki kanserliğini bilen kanserler bağırıyor: "Bizle alay ediyorlar! Ne kadar geride olduğumuzun farkında değil miyiz biz kuzum? Görmüyor muyuz kendimizi? Ayıp değil mi şu yaptıkları?" Halinin ne olduğunu bilmeyen çocuksu yanlarımızsa gülümsüyor: "Teşekküy edeyim amca/teyze!" Ben ne tam birisiyim ne ötekisiyim. Ayakta kalmam ikisinin de varlığına muhtaç. Kendimi beğenmezlik eline bırakılırsam içime çökerim. Birşeyler üretmeye güç bulamam gibi gelir. Ama diğer ellerde "Kral çıplak!" öyküsünde olduğu gibi kendimi aldatırım. Kendimin mecnunu olurum.
Sonuç bölümü: İçimdeki bu zıtlaşmalar hiç bitmeyecek. Çünkü onlar sayesinde varlığımı sürdürüyorum. Klimanın soğutucusu da motorun harareti de yolumu güzelce alayım diye. Nefis beni dünyaya bağlıyor. Ânlara tutunmaya ihtiyacım var çünkü. Ânlara bağlanmayan onlarda birşey yapamaz.
Fakat ânlar beni aptal yerine de koyuyor ellerine kalırsam. Misal: Beş yaşındayken takla atsan ve büyüklerin "Maşaallah!" dese bunda bir sakınca yoktur. Ama kırkında aynı taklayı atmaya devam edersen ve sana hâlâ "Maşaallah!" deniyorsa bu deliliğine işaret eder. Demek: Kırk yaşımdayken beş yaşımdaki teselliyle yetinir kalmamalıyım. En nihayet kendime şunu diyeceğim: Parçalarını bil. Ama bütünün onların birinden/birkaçından ibaret olmadığını da bil. Bütününe güven. Ama herbir parçanın ayrı ayrı güvenilir olduğunu düşünme. Allah'ın yarattığı bir bütünlük olarak elbette güvenilecek kemale sahipsin. Ama parçalarının herbirinin ayrıca güvenilir olması bu garantinin içinde yok.
"Aklım başıma geldiğinde..." kaydını şu yüzden kullandım: İnsan tek bir parçasından ibaret değil. Kendilik bir 'biraz ben'ler topluluğudur. Yahut da şöyle söylemeli: İnsanın karar verme yeteneği sanki mahiyetindeki bütün latifeler/hisler içinde gezebiliyor. İslamî metinlerde niyetin korunmasına yapılan vurgu sanıyorum biraz da bununla ilgili. Akışkan birşey şu irademiz. Cıvamsı.
Bizi oluşturan parçaların ellerinde yakan top gibi geziyor. Doğru ellerde kalmasına dikkat etmek gerekiyor. (Biraz da bilimkurgu: "Kaldığı yerin karakterine göre amel silaha veya şifaya dönüşüyor!" diyelim.) Bazen öfkenin eline geçiyor. Bazen aklın elinde kalıyor. Bazen hüznün girdabına kapılıyor. Bazen... Bazen... Bazen... Bütün bu kapışmalar içinde o kadar çok ayrı karar ve o kadar çok 'ben' dediğim benler var ki. Bu yüz başlı koalisyon hükümetinin aldığı her karara kefil olmakla kendimi tehlikeye atmam ben. Hepsinin birden niyetine kefil olmam. Kendini beğenmemek en özünde budur. Bütünün parçalarına karşı temkinidir. Ancak o koalisyonun bazı parçaları kendilerini şahane beğenirler.
Birisi bana "İyi çocuk!" dese bu benim hem canımı sıkar hem mutlu eder. Mutlu olan da benim canı sıkılan da... Nasıl olur? Mutlu olurum. Çünkü bunun doğru çıkmasını isterim. (Ellerinin tutulmasını isteyen yanlarım vardır.) Böylesi cümleler hayatta doğru bir yolda ilerlediğimi müjdeler gibi gelir. Bazı yanlarım varlığının ispatı için dışarıdan şahit ister. Bazı yanlarım buradan bir menfaat kokusu da alır. Bazı yanlarımın sevilme ihtiyacı karşılanır... vs.
Hem de rahatsız da olurum. Çünkü onun doğru olmadığını bilen yerlerim de vardır. (Ellerinin tutulmasını sevmeyen yerler. Kendi ayakları üzerinde durabilen yerler. Kendilerini yargılayabilen yerler.) Olması gerektiği yerin çok gerisinde kaldığını bilen yerler. Onlar idrak ettikleri kem hallerine rağmen sevilmelerini (Yeşilçam'ın sakat kalmış karakterleri gibi) alay ve hatta hakaret sayarlar. Nasıl anlatmalı şunu? Belki şöyle: İltifatla sırtı sıvazlanan çocuk mutlu olur. Zira kendi durumunu tartacak idrake sahip değildir. Müşevvik ona iyi gelir. Ancak kendi kem durumunu tastamam farkeden çaresiz bir kanser hastasına "Sen hepimizi gömersin!" derseniz bu ona alay edildiğini düşündürebilir.
İşte, bir iltifat duyduğumda, içimdeki kanserliğini bilen kanserler bağırıyor: "Bizle alay ediyorlar! Ne kadar geride olduğumuzun farkında değil miyiz biz kuzum? Görmüyor muyuz kendimizi? Ayıp değil mi şu yaptıkları?" Halinin ne olduğunu bilmeyen çocuksu yanlarımızsa gülümsüyor: "Teşekküy edeyim amca/teyze!" Ben ne tam birisiyim ne ötekisiyim. Ayakta kalmam ikisinin de varlığına muhtaç. Kendimi beğenmezlik eline bırakılırsam içime çökerim. Birşeyler üretmeye güç bulamam gibi gelir. Ama diğer ellerde "Kral çıplak!" öyküsünde olduğu gibi kendimi aldatırım. Kendimin mecnunu olurum.
Sonuç bölümü: İçimdeki bu zıtlaşmalar hiç bitmeyecek. Çünkü onlar sayesinde varlığımı sürdürüyorum. Klimanın soğutucusu da motorun harareti de yolumu güzelce alayım diye. Nefis beni dünyaya bağlıyor. Ânlara tutunmaya ihtiyacım var çünkü. Ânlara bağlanmayan onlarda birşey yapamaz.
Fakat ânlar beni aptal yerine de koyuyor ellerine kalırsam. Misal: Beş yaşındayken takla atsan ve büyüklerin "Maşaallah!" dese bunda bir sakınca yoktur. Ama kırkında aynı taklayı atmaya devam edersen ve sana hâlâ "Maşaallah!" deniyorsa bu deliliğine işaret eder. Demek: Kırk yaşımdayken beş yaşımdaki teselliyle yetinir kalmamalıyım. En nihayet kendime şunu diyeceğim: Parçalarını bil. Ama bütünün onların birinden/birkaçından ibaret olmadığını da bil. Bütününe güven. Ama herbir parçanın ayrı ayrı güvenilir olduğunu düşünme. Allah'ın yarattığı bir bütünlük olarak elbette güvenilecek kemale sahipsin. Ama parçalarının herbirinin ayrıca güvenilir olması bu garantinin içinde yok.
20 Mayıs 2017 Cumartesi
Okunmamış su var mı?
"Resim kendinden önce varolanın üzerine kuruludur." Rauda Jamis, Aşk ve Acı: Frida Kahlo'dan.
Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği isminde bir romanı var. Belki daha önce duyanlar olmuştur. Belki okuyanlarınız da vardır. Ama ben, her her ihtimale karşı, azıcık kitaptan bahsetmek istiyorum. Einsteinvarî müthiş keşifler yapmış bir bilimadamının hayat öyküsünü araştıran Amerikalı gazetecinin süreç boyunca yaşadıkları, en nihayet, dünyanın sonunu getirmesiyle neticeleniyor. Dünyanın sonunu nasıl getiriyor peki? 'Buz-dokuz' ismindeki bir silahı, istemeden de olsa, harekete geçirmesiyle. Peki 'buz-dokuz' nasıl bir mantıkla çalışıyor? İşte, kitabın en ilginç kısmı burası, burayı kitaptan alıntılayalım:
"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."
İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.
Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:
"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."
Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.
Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.
Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.
Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.
Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."
Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.
Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.
Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?
Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.
Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?
"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."
İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.
Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:
"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."
Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.
Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.
Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.
Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.
Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."
Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.
Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.
Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?
Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.
Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...