Arkadaşım, birşeyin 'tesadüfen oluştuğunu' söylediğimizde, aslında ne demiş oluruz? Çok cevabı var. Bunlardan bir tanesi de şudur: "Bu şeyin sonralığının bilgisi öncesinde bulunmaz." Mesela: Avucumda on tane zar tuttuğumu düşünelim. Bir saniye. On tane zar avucuma sığmayabilir. Pek mâkul değil. O halde onları büyük bir bardağın içinde hayal edelim. Sallıyorum, sallıyorum, sallıyorum ve atıyorum. Sonuç ne gelir sence? Elbette imkan-ihtimal üzerinden matematiksel bir hesabı var. Lakin yine de ne geleceğini 'kesinlikle' bilemezsin. Belki on tanesi de 'altı' gelecektir ha? Belki de on tanesi de 'bir.'
İşte bu durum, zikredildiği türden, 'sonralığının bilgisinin öncesinde bulunmaması' halidir. Tesadüfen olmuş şeylerde sonralığın bilgisi öncesinde bulunmaz. Zira eylem bir bilgiye yaslanarak oluşmaz. Fakat failli işlerde bunun aksine bir düzen vardır. Failin 'ilim-irade-kudret üçlüsüyle' belirlediği kalıp, fiilin sonuçlarının da kestirilebilir olmasını sağlar. Hanenizdeki herhangi bir makineyi, örneğin çamaşır makinesini, çalıştırdığınızda sonuçta ortaya neyin çıkacağını kestirebilirsiniz. Zira makine faillidir. Sistem üzere çalışacak şekilde ayarlanmıştır. Üstelik onu çalıştıran siz de bir amaca, bir öncelik bilgisine, bir programa sahipsiniz. Böylece makinenizi açtığınızda içinde beklediğiniz sonucu bulursunuz. Evet. Çamaşır makinesinden dumanı üstünde börek çıkmaz. Tost makinesinden ütü yapması beklenmez. Fırınınızda gıdalarınızı soğutamazsınız.
İşte burada 'tesadüf' bize temel tutumlarından birisini fısıldamış oluyor. Diyor ki: "Eğer oluşların fail-i muhtarı ben olsaydım hiçbir eylem sonrasını haber veremezdi. Hiçbirşeyin yasası olmazdı. Çünkü ben, huyum kurusun, sonrasında ne olacağını söylemem. Söylemem, yani söyleyemem, zira kendim de bilmem. O yüzden adım 'tesadüf'tür. Onları bir 'biliş-irade' ile inşa etmediğim için ne olacağı meçhul kalır. Malum, aşktan önce kuvvetin gözü kördür, salt güç gelecek garantisi vermez."
Bediüzzaman Hazretleri de mevzuun bu yönüne dikkat çekmez mi sık sık. Nümune bırakalım: "Serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat'î kanaat getirdim."
Buradan elbette müslümanların kadere iman etmesinin bir delili/gerekliliği de kendisini gösteriyor. Evet. Müslümanlar kadere iman ettiklerinde varoluşun da öncesinde (esasında öncesinde değil ezelinde, yani zamandan aşkın olarak, zamanın da ötesinde) bir bilginin varlığına iman etmiş oluyorlar. Varlığın bu bilginin zemini, kalıpları, takdirleri üzerine inşa edildiğini ifade ediyorlar. Tıpkı ayette kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Hakikaten de bilmeden yaratış nasıl mümkün olabilir? Sonrasında ne olacağını bilinmeyen bir öncelikte kaostan başka ne vardır? Fakat bizi burada şöyle birşey yanıltıyor. Nedir? Kendi 'dikkatsizlik' alanımızla 'mutlak tesadüfü' birbiriyle karıştırıyoruz. Bunu da biraz açmam gerekecek:
İnternetten alışveriş yaptığımızı hayallenelim. Bilgisayarınızın başına oturuyorsunuz. Google'dan bir aratma yaparak istediğiniz ürünü uygun fiyata buluyorsunuz. Hemen bir tıkta alışveriş sitesi önünüzde açılıyor. Tam bu esnada, farz-ı muhal, dikkatsiz bir 'tık'lama yaparak, yanlış bir ürünü sipariş ediyorsunuz. Şimdi diyebilirsiniz ki: "İşte benim eylemim de bir tesadüf sonucu oluştu. Fakat sonuç yine de düzenliydi. Yanlış da olsa evime kadar bir ürün gelmiş oldu. Yaratılış da böyle olamaz mı?"
Fakat burada ıskalanan birşey var. Sizin 'dikkatsizliğiniz' (veya 'lokal tesadüf alanınız' diyelim buna) kurulmuş bir düzen içinde gerçekleşti. Bilgisayarın sisteminden tutun ta internet ağına, ta alışveriş sitesine, ta kredi kartıyla alışveriş usûlüne kadar herşey zaten belirlenmişti. Ve bu süreçlerin hiçbir yerine tesadüfünüzün eli uzanmıyordu. Yani kısa boylu bir tesadüfünüz vardı. Ve sizin yaptığınız hata, yanlış, dikkatsizlik, lokal tesadüf dahi yine sistemin içinde kaldı. Yine düzenlilikten birisi seçildi.
Bu yönüyle tesadüfünüzün(!) kendisine yaratılış atfedilen 'mutlak tesadüf' gibi olmadığını bilmelisiniz. Ve, evet, bu açıdan bakınca kainat da tastamam bir düzenlilik içinde işliyor. Varlığın irademize bırakılan küçük alanının dışında bir 'inayet okyanusu' sürekli akıyor. Biz, ne kadar dikkatsizlik etsek de, çok küçük bir alanı etkileyebiliyoruz ve nihayetinde o eylem 'bizim için' yanlış sonuçlar ortaya çıkarıyor. Her şekilde varlıktaki nizamın içinde kalıyor. İşte bu nedenle halk-ı şer şer olmuyor, ancak kesb-i şer şer oluyor. Çünkü senin kesbin ancak o seçeneği 'sana' şer yapabilir. Halbuki halkedilmesi sistemin bir gereğidir. Fonksiyoneldir. Sen yanlışlıkla kazağı seçip hatalı bir alışveriş yaptın diye internette kazak satılmasına suç diyemezsin. Sen, ihtiyacın olmadığı halde yanlış bir ürün aldığın için boşuna para harcamış oldun, onu kendine şer yaptın. Mevzu bu kadardır.
O yüzden mürşidim İşaratü'l-İ'caz'ında der: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır..." Aynen öyle. Biz her ne yapsak bu nizamın içinde kalarak yapıyoruz. Bu nizamın dışına asla çıkamıyoruz. O yüzden elimizden çıkan 'tesadüfler' yalnız bize bakan yönleriyle 'tesadüf'ler. 'Göre'mizin dışında herşey muhteşem düzenin içinde akıp gidiyor. Allah'ın inayeti bir sürekli tercihlerimizin altında işliyor. Veba salgını başlayan Filistin'e gitmeme kararı üzerine, Ebu Ubeyde bin Cerrah radyallahu anhın, Hz. Ömer radyallahu anha sorduğu "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" sualine onun verdiği cevapta olduğu gibi: "Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum." Bin maşaalllah ona. Çünkü dışarısı yoktur.
Mutlak tesadüfse dışarısını imâ ediyor. Halbuki böyle bir dışarılıkta hiçbir fiil sonrasını garanti etmez. Başta denildiği gibi: Tesadüfün işlerinde sonralığın bilgisi öncelikte bulunmaz. Bilimde 'yasa' diye tabir ettiğimiz herşey aslında bir tür 'öncelik-sonralık bilgisi'dir. Bir yasayı keşfettiğimiz zaman, Allah'ın yaratışının, öncede sonralığın bilgisini nasıl yerleştirdiğini farketmiş oluruz. Ve şartları tekrarladığımızda aynı sonuçları alırız. Buna 'tesadüf' diyemeyiz, hâşâ, çünkü tesadüf olsaydı bu tür bir biliş mümkün olmazdı. Tıpkı zarları atmak kabilinden olurdu ki, belki biraz da bu yüzden Einstein, "Tanrı zar atmaz!" diyebilmiştir.
Yine aynı sebepten Bediüzzaman'ın 'Hafîziyet' tefekkürleri bana ayrıca manidar gelmiştir. Mesela Haşir Risalesi'ndeki şu kısım: "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. Zira, görüyoruz ki, vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden herşeyin, Hafîz-i Zülcelâl, birçok suretlerini, elvâh-ı mahfuza hükmünde olan hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibkà ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor."
Acayip birşey değil mi? Nasıl heyecanlandırıcı! Herşeyin bilgisi hem evvelinde hem ahirinde. Bu 'hafıza' bir failin tasarrufunun 'parmak izi.' İlim izi. İrade izi. Hem öncesinde hem sonrasında. Kainatta hep göregeldiğimiz şey. Ama hiç bu gözle bakmamıştık doğrusu. Yaratıcı 'tesadüf' olsaydı bu bilgi hem öncede hem sonrada nasıl bulunacaktı? Halbuki tesadüfün işini hiçbir sonralığın garantisinin öncelikte bulunmamasıdır. Sonranın da öncesini asla garanti etmemesidir. Eğer arabamın direksiyonunu; değil şuursuz tabiatın, serseri tesadüfün, kör kuvvetin vs. ellerine; bir yaşındaki bebeğin iradesine bıraksam nereye gideceğimizi kestiremem. Hatta bir yere gidebileceğimiz de meçhuldür. Allah korusun, sonumuz herhalde ölümdür, yıkımdır, yokluktur. Fakat kainat hiç böyle işlemiyor. O yüzden işte iktibas yaptığım 10. Söz'ün 7. Hakikat'i şu cümleyle başlıyor: "Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir." Ben onu zaman boyutunda bir 'hıfz' olarak algılıyorum ama belki de o zaten er-Rakîbin her an yaratışta olduğunun delilidir. Bilgi her yerde var. Çünkü herşeyi bilen her zaman her işin içinde...
İşte bu yazılık da tefekkürümün bu kadar arkadaşım. Allah'tan hem senin hem kendim için 'inşirah' dilerim. Evet. Onu bilmek de yine Onun lütf u bağışıdır. Lütfetsin. Kerem etsin. Rahmet etsin. Kendisini bildirsin. Çünkü Onun bilgisi tüm hayırların başıdır. Zaten "Bismillah her hayrın başıdır." Herşeyin varoluşu ilmiyledir. Hakikatleri de yine ancak Esmaü'l-Hüsnasına bakar.
Einstein etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Einstein etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Ekim 2024 Pazartesi
1 Temmuz 2022 Cuma
Tokat Hz. Musa’nın, yanak Hz. Azrail’in, peki bunlar neden sızlanıyor?
Geçenlerde, 'feysbuk' nam sosyal mahalde, bir kısacık videocuğa denk geldim. 'Kısacık' ve de 'videocuk' dediysek horgörün diye değil muhterem karilerim. Kimbilir kaç para harcamışlardır şuncağız sahneye. Hey yavrum hey. Gavurun para akıtmak için dünyadan başka memleketi mi var? Her neyse. Videocuk ‘Terminatör’ filmlerinden birisine aitti.
"Kaçıncısı?" diye sormayın. Hollywood'un filmfarafallisi bu sıralar serilerini uzattıkça uzatıyor. Başrol oyuncularının doğumundan Daru'l-Aceze'ye düşüşlerine kadar gidiyorlar. (Rambo'yla Raki öyle olmadı mı?) Sayılmaz oluyor yani. Kabil olsa na-mübarekler mezardan da çekime devam edecekler. Şükür o imkanları henüz yok. Ha, 'imkan' dedim, zaten mesele orada düğümleniyordu. Demek parmağı doğru bir yere koyduk. Kaldırmayalım.
Ahirzaman, öyle bir zaman ki muhterem karilerim, gavurun hayali müslümanınkinden geniş. Yaaa… Halbuki tersi olmalıydı. Zira gayba iman edenler bizleriz. Bakara sûresi bu yüzden bizi övüyor. Elhamdülillah. Yani duyularımızın ötesinde de bir biliş/oluş alanını kabul etmeye onlardan daha yatkınız. Veya olmalıydık. Fakat bakınız feleğin tersine dönmesine. Heyhat u heyhat! Şimdi gavurlar bizden daha acayip şeyler söylüyorlar. "Olur-olabilir!" gibisinden ne rüyalar gördürüyorlar. Bazen de sahiden o hayallere ulaşıp müslümanlara ‘Naniik’ yapıyorlar. Diyorum ya muhterem karilerim: Ahirzamandır. Şaşırtacak işleri çoktur. Daha neler görürüz.
İşte, bu Terminatör filminde de Nuri Alço tavırlı robot abimizin bir özellikleri var, bir özellikleri var. On parmağında on marifet. Kuaföre gitmiş gelin gibi başkasına mı dönüşmüyor, ellerini Kara Murad'ın çifte kılıcına mı çevirmiyor, sonra bağrından bir de iskeletini çıkarıp iki âdem beraber türlü kötülüklerin peşinde mi koşmuyorlar... Hayret ki ne hayret. Mutfak robotunda olmayan özellikler bu robotta gayeten mevcut. Ha, bir de şöyle birşey oluyor mesela: "Bu da Allah'ın dijital bir mahlukudur!" demeyip bir tane aşkettiğinizde, orası-burası kopuyor da, sonra bohçacının yaygılarını toplaması gibi 'hooop' tekrar birleşiyorlar. Evet. Soracaksınız diye arada izahatını da yapıyorlar muhterem karilerim. Neymiş efendim? Nano teknolojiymiş. Az evvel 'Naniik' yapıyorlar dedim. Az söylemişim. Bunlar 'Noniik' de yapıyorlar.
Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin bizi nasıl hücrelerden mürekkeb halketmişse. bu nano teknoloji de, daha büyük robotların küçük robotlar kümesinden yapılabileceğini hayal ediyor. Yok mu hiç icraatı sahada? Var. Yavaş yavaş birşeyler üretmeye başladılar. Fakat beni bu konulara çekmeyin. Fizik bilgim lise terktir. Üzerine okumuşluğumuz vardır ya. Ama alaylı hep alaylı kalır. Ne kadar bildiğinden emin olamaz hiç.
İşte ben de, muhterem karilerim, Terminatör abilerimizin aralarındaki kız mevzuunu çözüme kavuşturmalarını izlerken dedim ki: "Ulan şu işe bak. Adamların öyle bir fizik algısı var ki böyle şeyler imkansız gelmiyor." Zaten imkan dediğiniz şey de hayalinizi kanatlandıran fizik algınıza dayanıyor. Eğer yeterince üst düzeydeyse Einstein gibi zamanın göreceliliğini iddia edebilirsiniz. Onu tanıyan bilimadamlarının beyanlarında hep altını çizdikleri birşeydir. Einstein'ı dahi yapan matematik bilgisi değildir. O konuda zaten çok iyi değildir. Asıl dehası hayalgücünde saklıdır. Evet. O dünyayı kendisinden önce hayal edilmemiş şekilde düşünmüştür.
Carlo Rovelli, Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir’de, çağdaşı matematikçi David Hilbert’in Einstein hakkında şöyle söylediğini nakleder: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur."
Eloğlu düşünüyor. Düşününce de aklına birşeyler geliyor. Tutamazsın ki. Fakat gelgelelim ahirzaman müslümanı bu konuda giderek hamlaşıyor. "Şu hadis mantıklı değil!" diyor mesela. "Şöyle bir mucize yaşanmış olamaz!" Bakıyorsunuz. Aaaa! Problem tastamam fizik algısıyla ilgili çıkıyor. Başka bir sorun yok. O halde açılan kutunun söylediği kötüyle yüzleşelim: Ahirzaman müslümanı sünni atalarının sahip olduğu düzeyde bir fizik algısına dahi sahip değil. Onun sahip olduğu düzey pek meftun olduğu Batılı bilimadamlarının yüz-ikiyüz yıl arkasında. Nal toplamakta. Sözgelimi: Musa aleyhisselamın Azrail aleyhisselama tokat atıp gözünü çıkarması hâdisesini şu Terminatör'ü çeken adama anlatsanız herhalde "Olabilir!" der. Çünkü meleklerin sahip olduğu fizik düzeyine kendisini yaklaştıracak esnek 'mümkünlük' algısına sahiptir. 'İmkan' çıtasını epey yükseltmiştir. Fakat, günümüzün 'prof.' ve de 'ilahiyatçı' bazı isimleri var ki, yürekleri bu tokadı kaldırmıyor. Sanırsın Musa aleyhisselam o tokadı, Azrail aleyhisselama değil, kendilerine atmış.
Muhterem karilerim, farketmemiz gereken çok önemli birşey var, işte onu demeye getiriyorum: Böylesi ayetlerde/rivayetlerde sınanan biraz da bizim 'fizik algımız'dır. Ondan da ötede cümle fizik algılarının yaslandığı 'Allah tasavvurumuz'dur. Biz Allah'a sahiden 'herşeye gücü yeter' olarak mı inandık? O halde ulemamızın sıhhatine kefil olduğu haberlerde tereddüt göstermeyeceğiz. Çünkü bileceğiz: Herşeye gücü yetenin herşeye gücü yeter. Herşeyi yaratanın herşeye gücü yeter. Herşeye gücü yeten herşeyi yaratabilir. Bu mevzuun istisnası olamaz. Allah, Azrail aleyhisselama öyle bir fizik bahşeder ki, o fizik sayesinde Musa aleyhisselamdan yediği tokat gözünü çıkarır, ama aslında gözü çıkmış olmaz. O aslında sapasağlamdır. Bizim gibi değildir.
Nasıl sapasağlamdır? Benzetmek gibi olmasın ama tıpkı Terminatör misali. Biz meleklerin nasıl bir 'biyolojiye' sahip olduğunu biliyor muyuz? Yok. Onlara dair iman ettiğimiz diğer şeylerden haberliyiz ki bizim fizik dünyamızın çok ötesinde canlılar. Hani Yıldızlararası filminde daha üst boyutta yaşayan varlıklar hakkında şöyle bir replik geçiyordu: "Onlar için geleceğe gitmek bir yamacı tırmanmak gibi olabilir. Geçmişe gitmek ise bir vadiye inmek gibidir." (Hatırımda kaldığı gibi yazdım.) Müslümanlar olarak, utanıyorum söylemeye ama, bizim de biraz gavurlar gibi hayalimizi açmayı öğrenmemiz lazım. Madem ki, ehl-i sünnet müslümanların binbeşyüz yıldır sahip olduğu 'gayba iman'da yaralarımız var, tedavisini böyle bir yerde arayabiliriz. (Zaten biraz da bu yüzden, Ebubekir Sifil Hoca, kelam ilmiyle meşgullerin fizik ilmiyle de meşgul olmaları gerektiğine dikkat çekiyordu bir dersinde.)
Hatta bu yüzden belki, Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr hadisi müdafaa ettiği yerde, önce talebelerinin zihnini ‘daha üst bir fiziğin imkan düzeyine’ kaldırmaya çalışıyordu:
"Birinci meslek: Azrail aleyhisselâm herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına maliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kàbiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kàbiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş. İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın âyinesine temessül eden melekü'l-mevtin insanî ve cüz'î bir misali, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulü'l-azm ve celâlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü'l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür."
Yani arkadaşım, Halık-ı Zülcelal Hazretlerinin 'yaratabilecekleri' dairesine (veya melek efendilerimizin 'yapabilecekleri' dairesine) doğru bir şekilde iman edersen, o tokat yüzüne gelmiş gibi olmaz. Canın sıkılmaz. Fehmin kasılmaz. Küçük aklın boğulmaz. Kasnağının cıvataları nasıl gevşetilecek öğrenmek istersen de yukarıdaki alıntının tamamını oku. Mürşidim orada takip edilecek yolu bir güzel tarif ediyor.
Yok. Buna daralmadın. Yoksa şuna mı sıkıldın: "Musa aleyhisselam gibi bir büyük peygamber nasıl Azrail aleyhisselam gibi bir meleğe tokat atmaya cüret edebilir? Öyle yüksek bir kemalden böyle bir davranış beklenilir mi hiç?" Arkadaşım, hadis-i şeriflere bu yollu itirazların tamamı, gidip en nihayet bir Kur'an ayetine sataşıyor. İstersen, benim dikkatimi de Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın 'Muhaddis Sûfîler' eserinde çektiği, şu hakikate nazar edelim:
"Kelâbâzî, meşhur eseri Ma'âni'l-Ahbar'da zikretmiş olduğu gerek müfesser, gerekse şevâhid türü hadislerin genelde sıhhat durumlarına işaret etmemiştir. Fakat zaman zaman bazı hadisler için 'Hâzâ hadisün sahîhun: Bu sahîh bir hadistir' ifadesini kullandığı da olmuştur. Ayrıca Hz. İsa aleyhisselamın nüzûlü ile ilgili pekçok rivayetin sahîh olduğunu ifade ederek, bunları inkâr edenleri muannidlikle suçlamıştır. Bu iki misalde olduğu gibi, hadislerin sadece 'sahîh' oluşuna dikkat çekmekle yetinmemiş, aynı zamanda hadisin sıhhatini ispatlamak için ayet ve hadislerden istifade etmiş, hadisin sahîh hadis mecmualarında hadis imamları tarafından rivayet edilip edilmediğini araştırmış, hadis hakkında değerlendirmede bulunan herhangi bir hadis âlimi olmuş ise, onun görüşlerine müracaat etmiştir. Mesela: Hz. Mûsâ aleyhisselam ile ölüm meleği arasında cereyan eden olayı anlatan hadisin sahîh olduğuna ve sahîh hadis kitaplarında hadis imamları tarafından rivayet edildiğine işaret etmiş ve bunu idrakten yoksun bazı kişilerin hadisi inkar ettiğini söylemiştir. Daha sonra da, Kur'an-ı Kerîm'den bu hadisin destekçisi olduğunu söylediği, şu ayeti (A'râf sûresi, 150) zikretmiştir: ‘Mûsâ, milletine kızgın ve üzgün olarak dönünce 'Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz, Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?' dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti...’"
Kelâbâzî Hazretlerinin destek için bu ayeti sevketmesi garip gelmesin. Kesinlikle hikmetsiz değil. Çünkü burada bir peygambere 'normal şartlar altında' yakıştırılmayacak bir davranış vardır. Musa aleyhisselam kavminin Sâmirî tarafından baştan çıkarıldığını, bir buzağı heykeline tapındıklarını görünce celale kapılmış, o sırada da elindeki Tevrat nüshalarını yere atmıştır. Kendisi gibi bir peygamber olan kardeşi Harun aleyhisselamın saçını çekmiştir.
Bugün Kur'an'a (veya hatta Amerika'da kürtaj taraftalarının İncil nüshalarına bile) yaptıklarını görünce içimizin nasıl müslümanca 'Cııızzzz!" ettiğini biliyoruz. Acaba şimdi bu 'Cıızzz!' ile terbiyesizlik edip anlatılanları inkâr mı edeceğiz? Yoksa Musa aleyhisselamın, Cenab-ı Hakkın bir sırr-ı hikmeti gereği öyle celalkâr yarattığı, fıtratını mı kabul edeceğiz? Makul olan onun bu yanını kabul edip hem Kur'an'a hem sünnete karşı hadsizlikten vazgeçmek değil midir? Evet. Musa aleyhisselam öyle bir yiğittir. Bitti. Nokta. Hak Teala şefaatini cümlemize nasip eylesin. Âmin.
Sözü uzattım. Belki canınızı da sıktım. Ama benim de canım bir hayli sıkılmıştı. Geçenlerde bir ilahiyatçının bu konudaki saçma sapan 'endişelerini' okumak zorunda kaldım. Musa aleyhisselamın eline-şânına ulaşmak ne mümkün! Fakat karşımda olsa o adama da bir tane ben patlatacaktım. Tokadı atamadık. Hayalimiz hayal kaldı. Çatlayalım mı? İşte böyle birşey karaladık. Hak Teala sa'yimizi meşkûr eylesin. Tevfiki refikimiz olsun. Taksiratımızın affını da Ondan dileriz.
"Kaçıncısı?" diye sormayın. Hollywood'un filmfarafallisi bu sıralar serilerini uzattıkça uzatıyor. Başrol oyuncularının doğumundan Daru'l-Aceze'ye düşüşlerine kadar gidiyorlar. (Rambo'yla Raki öyle olmadı mı?) Sayılmaz oluyor yani. Kabil olsa na-mübarekler mezardan da çekime devam edecekler. Şükür o imkanları henüz yok. Ha, 'imkan' dedim, zaten mesele orada düğümleniyordu. Demek parmağı doğru bir yere koyduk. Kaldırmayalım.
Ahirzaman, öyle bir zaman ki muhterem karilerim, gavurun hayali müslümanınkinden geniş. Yaaa… Halbuki tersi olmalıydı. Zira gayba iman edenler bizleriz. Bakara sûresi bu yüzden bizi övüyor. Elhamdülillah. Yani duyularımızın ötesinde de bir biliş/oluş alanını kabul etmeye onlardan daha yatkınız. Veya olmalıydık. Fakat bakınız feleğin tersine dönmesine. Heyhat u heyhat! Şimdi gavurlar bizden daha acayip şeyler söylüyorlar. "Olur-olabilir!" gibisinden ne rüyalar gördürüyorlar. Bazen de sahiden o hayallere ulaşıp müslümanlara ‘Naniik’ yapıyorlar. Diyorum ya muhterem karilerim: Ahirzamandır. Şaşırtacak işleri çoktur. Daha neler görürüz.
İşte, bu Terminatör filminde de Nuri Alço tavırlı robot abimizin bir özellikleri var, bir özellikleri var. On parmağında on marifet. Kuaföre gitmiş gelin gibi başkasına mı dönüşmüyor, ellerini Kara Murad'ın çifte kılıcına mı çevirmiyor, sonra bağrından bir de iskeletini çıkarıp iki âdem beraber türlü kötülüklerin peşinde mi koşmuyorlar... Hayret ki ne hayret. Mutfak robotunda olmayan özellikler bu robotta gayeten mevcut. Ha, bir de şöyle birşey oluyor mesela: "Bu da Allah'ın dijital bir mahlukudur!" demeyip bir tane aşkettiğinizde, orası-burası kopuyor da, sonra bohçacının yaygılarını toplaması gibi 'hooop' tekrar birleşiyorlar. Evet. Soracaksınız diye arada izahatını da yapıyorlar muhterem karilerim. Neymiş efendim? Nano teknolojiymiş. Az evvel 'Naniik' yapıyorlar dedim. Az söylemişim. Bunlar 'Noniik' de yapıyorlar.
Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin bizi nasıl hücrelerden mürekkeb halketmişse. bu nano teknoloji de, daha büyük robotların küçük robotlar kümesinden yapılabileceğini hayal ediyor. Yok mu hiç icraatı sahada? Var. Yavaş yavaş birşeyler üretmeye başladılar. Fakat beni bu konulara çekmeyin. Fizik bilgim lise terktir. Üzerine okumuşluğumuz vardır ya. Ama alaylı hep alaylı kalır. Ne kadar bildiğinden emin olamaz hiç.
İşte ben de, muhterem karilerim, Terminatör abilerimizin aralarındaki kız mevzuunu çözüme kavuşturmalarını izlerken dedim ki: "Ulan şu işe bak. Adamların öyle bir fizik algısı var ki böyle şeyler imkansız gelmiyor." Zaten imkan dediğiniz şey de hayalinizi kanatlandıran fizik algınıza dayanıyor. Eğer yeterince üst düzeydeyse Einstein gibi zamanın göreceliliğini iddia edebilirsiniz. Onu tanıyan bilimadamlarının beyanlarında hep altını çizdikleri birşeydir. Einstein'ı dahi yapan matematik bilgisi değildir. O konuda zaten çok iyi değildir. Asıl dehası hayalgücünde saklıdır. Evet. O dünyayı kendisinden önce hayal edilmemiş şekilde düşünmüştür.
Carlo Rovelli, Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir’de, çağdaşı matematikçi David Hilbert’in Einstein hakkında şöyle söylediğini nakleder: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur."
Eloğlu düşünüyor. Düşününce de aklına birşeyler geliyor. Tutamazsın ki. Fakat gelgelelim ahirzaman müslümanı bu konuda giderek hamlaşıyor. "Şu hadis mantıklı değil!" diyor mesela. "Şöyle bir mucize yaşanmış olamaz!" Bakıyorsunuz. Aaaa! Problem tastamam fizik algısıyla ilgili çıkıyor. Başka bir sorun yok. O halde açılan kutunun söylediği kötüyle yüzleşelim: Ahirzaman müslümanı sünni atalarının sahip olduğu düzeyde bir fizik algısına dahi sahip değil. Onun sahip olduğu düzey pek meftun olduğu Batılı bilimadamlarının yüz-ikiyüz yıl arkasında. Nal toplamakta. Sözgelimi: Musa aleyhisselamın Azrail aleyhisselama tokat atıp gözünü çıkarması hâdisesini şu Terminatör'ü çeken adama anlatsanız herhalde "Olabilir!" der. Çünkü meleklerin sahip olduğu fizik düzeyine kendisini yaklaştıracak esnek 'mümkünlük' algısına sahiptir. 'İmkan' çıtasını epey yükseltmiştir. Fakat, günümüzün 'prof.' ve de 'ilahiyatçı' bazı isimleri var ki, yürekleri bu tokadı kaldırmıyor. Sanırsın Musa aleyhisselam o tokadı, Azrail aleyhisselama değil, kendilerine atmış.
Muhterem karilerim, farketmemiz gereken çok önemli birşey var, işte onu demeye getiriyorum: Böylesi ayetlerde/rivayetlerde sınanan biraz da bizim 'fizik algımız'dır. Ondan da ötede cümle fizik algılarının yaslandığı 'Allah tasavvurumuz'dur. Biz Allah'a sahiden 'herşeye gücü yeter' olarak mı inandık? O halde ulemamızın sıhhatine kefil olduğu haberlerde tereddüt göstermeyeceğiz. Çünkü bileceğiz: Herşeye gücü yetenin herşeye gücü yeter. Herşeyi yaratanın herşeye gücü yeter. Herşeye gücü yeten herşeyi yaratabilir. Bu mevzuun istisnası olamaz. Allah, Azrail aleyhisselama öyle bir fizik bahşeder ki, o fizik sayesinde Musa aleyhisselamdan yediği tokat gözünü çıkarır, ama aslında gözü çıkmış olmaz. O aslında sapasağlamdır. Bizim gibi değildir.
Nasıl sapasağlamdır? Benzetmek gibi olmasın ama tıpkı Terminatör misali. Biz meleklerin nasıl bir 'biyolojiye' sahip olduğunu biliyor muyuz? Yok. Onlara dair iman ettiğimiz diğer şeylerden haberliyiz ki bizim fizik dünyamızın çok ötesinde canlılar. Hani Yıldızlararası filminde daha üst boyutta yaşayan varlıklar hakkında şöyle bir replik geçiyordu: "Onlar için geleceğe gitmek bir yamacı tırmanmak gibi olabilir. Geçmişe gitmek ise bir vadiye inmek gibidir." (Hatırımda kaldığı gibi yazdım.) Müslümanlar olarak, utanıyorum söylemeye ama, bizim de biraz gavurlar gibi hayalimizi açmayı öğrenmemiz lazım. Madem ki, ehl-i sünnet müslümanların binbeşyüz yıldır sahip olduğu 'gayba iman'da yaralarımız var, tedavisini böyle bir yerde arayabiliriz. (Zaten biraz da bu yüzden, Ebubekir Sifil Hoca, kelam ilmiyle meşgullerin fizik ilmiyle de meşgul olmaları gerektiğine dikkat çekiyordu bir dersinde.)
Hatta bu yüzden belki, Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr hadisi müdafaa ettiği yerde, önce talebelerinin zihnini ‘daha üst bir fiziğin imkan düzeyine’ kaldırmaya çalışıyordu:
"Birinci meslek: Azrail aleyhisselâm herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına maliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kàbiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kàbiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş. İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın âyinesine temessül eden melekü'l-mevtin insanî ve cüz'î bir misali, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulü'l-azm ve celâlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü'l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür."
Yani arkadaşım, Halık-ı Zülcelal Hazretlerinin 'yaratabilecekleri' dairesine (veya melek efendilerimizin 'yapabilecekleri' dairesine) doğru bir şekilde iman edersen, o tokat yüzüne gelmiş gibi olmaz. Canın sıkılmaz. Fehmin kasılmaz. Küçük aklın boğulmaz. Kasnağının cıvataları nasıl gevşetilecek öğrenmek istersen de yukarıdaki alıntının tamamını oku. Mürşidim orada takip edilecek yolu bir güzel tarif ediyor.
Yok. Buna daralmadın. Yoksa şuna mı sıkıldın: "Musa aleyhisselam gibi bir büyük peygamber nasıl Azrail aleyhisselam gibi bir meleğe tokat atmaya cüret edebilir? Öyle yüksek bir kemalden böyle bir davranış beklenilir mi hiç?" Arkadaşım, hadis-i şeriflere bu yollu itirazların tamamı, gidip en nihayet bir Kur'an ayetine sataşıyor. İstersen, benim dikkatimi de Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın 'Muhaddis Sûfîler' eserinde çektiği, şu hakikate nazar edelim:
"Kelâbâzî, meşhur eseri Ma'âni'l-Ahbar'da zikretmiş olduğu gerek müfesser, gerekse şevâhid türü hadislerin genelde sıhhat durumlarına işaret etmemiştir. Fakat zaman zaman bazı hadisler için 'Hâzâ hadisün sahîhun: Bu sahîh bir hadistir' ifadesini kullandığı da olmuştur. Ayrıca Hz. İsa aleyhisselamın nüzûlü ile ilgili pekçok rivayetin sahîh olduğunu ifade ederek, bunları inkâr edenleri muannidlikle suçlamıştır. Bu iki misalde olduğu gibi, hadislerin sadece 'sahîh' oluşuna dikkat çekmekle yetinmemiş, aynı zamanda hadisin sıhhatini ispatlamak için ayet ve hadislerden istifade etmiş, hadisin sahîh hadis mecmualarında hadis imamları tarafından rivayet edilip edilmediğini araştırmış, hadis hakkında değerlendirmede bulunan herhangi bir hadis âlimi olmuş ise, onun görüşlerine müracaat etmiştir. Mesela: Hz. Mûsâ aleyhisselam ile ölüm meleği arasında cereyan eden olayı anlatan hadisin sahîh olduğuna ve sahîh hadis kitaplarında hadis imamları tarafından rivayet edildiğine işaret etmiş ve bunu idrakten yoksun bazı kişilerin hadisi inkar ettiğini söylemiştir. Daha sonra da, Kur'an-ı Kerîm'den bu hadisin destekçisi olduğunu söylediği, şu ayeti (A'râf sûresi, 150) zikretmiştir: ‘Mûsâ, milletine kızgın ve üzgün olarak dönünce 'Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz, Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?' dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti...’"
Kelâbâzî Hazretlerinin destek için bu ayeti sevketmesi garip gelmesin. Kesinlikle hikmetsiz değil. Çünkü burada bir peygambere 'normal şartlar altında' yakıştırılmayacak bir davranış vardır. Musa aleyhisselam kavminin Sâmirî tarafından baştan çıkarıldığını, bir buzağı heykeline tapındıklarını görünce celale kapılmış, o sırada da elindeki Tevrat nüshalarını yere atmıştır. Kendisi gibi bir peygamber olan kardeşi Harun aleyhisselamın saçını çekmiştir.
Bugün Kur'an'a (veya hatta Amerika'da kürtaj taraftalarının İncil nüshalarına bile) yaptıklarını görünce içimizin nasıl müslümanca 'Cııızzzz!" ettiğini biliyoruz. Acaba şimdi bu 'Cıızzz!' ile terbiyesizlik edip anlatılanları inkâr mı edeceğiz? Yoksa Musa aleyhisselamın, Cenab-ı Hakkın bir sırr-ı hikmeti gereği öyle celalkâr yarattığı, fıtratını mı kabul edeceğiz? Makul olan onun bu yanını kabul edip hem Kur'an'a hem sünnete karşı hadsizlikten vazgeçmek değil midir? Evet. Musa aleyhisselam öyle bir yiğittir. Bitti. Nokta. Hak Teala şefaatini cümlemize nasip eylesin. Âmin.
Sözü uzattım. Belki canınızı da sıktım. Ama benim de canım bir hayli sıkılmıştı. Geçenlerde bir ilahiyatçının bu konudaki saçma sapan 'endişelerini' okumak zorunda kaldım. Musa aleyhisselamın eline-şânına ulaşmak ne mümkün! Fakat karşımda olsa o adama da bir tane ben patlatacaktım. Tokadı atamadık. Hayalimiz hayal kaldı. Çatlayalım mı? İşte böyle birşey karaladık. Hak Teala sa'yimizi meşkûr eylesin. Tevfiki refikimiz olsun. Taksiratımızın affını da Ondan dileriz.
3 Nisan 2019 Çarşamba
Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı?
Newtonculuktan Kuantumculuğa geçiş kesin nedenler ve sonuçlardan 'gözlemcinin de gözleneni etkilediği' bir alana geçiştir. Meşhur Çift Yarık Deneyi'ni bilirsiniz. Kimse bakmıyorken dalga gibi hareket eden elektron taneciklerinin gözlenmelerinin ardından davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Öğrettiği şeylerden birisi de maddenin sandığımız kadar tekdüze olmadığıdır. Rabbisi dilerse dalgalarla bereketlenir. Biri bin olabilir.
Peki gözleyen, sadece gözlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? Bilmiyorum. Fizikçi değilim. Üstelik Kuantum da fiziğin sonu değil. Belki ilerde çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Ancak bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sandığım kadar kesif ve sarsılmaz olmadığını gösteriyor. Yani bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Arızî olan varlığımı anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum karşısında vücudumun ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' olduğunu kavrıyorum. Tabii bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, hakikate daha yakını, daha güzel manaları anlamamıza yardımcı olabilir. İnşaallah. Âmin.
Bediüzzaman 24. Söz'de gelişen teknolojinin itikada dair meseleleri anlamada nasıl bir katkı sağladığı sadedinde der: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
Yani, evet, seküler aklın imkansızlık eşiği bilim geliştikçe ileriye taşınmaktadır. Dün İslam kaynaklarında yeralan mucizevî bilgilere "Olur mu öyle şey canım?" diye dudak bükenler bugün modern bilimin de 'Pekala olur'luğunu göstermesiyle ağızlarını açamaz olmuşlardır. Bu bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacaktır. Seküler akıl 'mümkün olanı tanımada' ayetlerin-hadislerin arkasından gelecektir. O halde denilebilir ki: Mü'min imanıyla bilimin önündedir.
Bu sıralar Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken de aynı kanaate varıyorum. Özellikle berekete dair mucizeleri okurken, Aleyhissalatuvesselamın mazhar olduğu şeyler, bana pek kolay anlaşılır geliyorlar. Çünkü artık elimizde Kuantum fiziği diye birşey var. Tanecik, tanecik de kalabilir, bereketle dalgaya da dönüşebilir. Çıkardığımız ses karşısındaki kulak sayısıyla ilgilenmezken, yani çokluğunu kendisine bir yük olarak görmezken, attığımız taş ancak bir kişiye ulaşır. Peki ya buna mecbur değilse? Ya bunu aşabilirse? Ya taş da ses gibi olabiliyor da bize çaktırmıyorsa?
"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, 'Bu yüzler kahrolsun!' dedi. 'Bu yüzler kahrolsun!' kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar."
Veya mübarek elini, duasını, ağız suyunu içine koymasıyla suların/yemeklerin bereketlenmesi. Hatta, musırrane, bu türden berekete mazhar olan bazı şeylerde 'gözlemcinin o şeyin bittiğini görmemesine' dair nasihatlerde bulunması. Mesela: Kendisine yağ tulumundan ikramda bulunan Ümmü Malik'e (r.anha) bereket duası ettikten sonra "Onu boşaltıp sıkma!" demesi. Ve hakikaten sıktıkları zaman bereketin kesilmesi. Veyahut Gazve-i Tebük'te Ebu Hureyre'nin (r.a.) heybesindeki hurmalara bereket duası etmesi ve demesi: "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut. Muhafaza et. Boşaltma!" Ve böyle yapan Ebu Hureyre'nin (r.a.) Hz. Osman'ın şehadetinde yağma edilene kadar ondan bağışta bulunabilmesi. Veyahut da, Cabiru'l-Ensarî'nin (r.a.) şahitliğiyle, yarım yük arpa verdiği birisinin 'hayret edip ölçene kadar' onun bereketinden faydalanması. Olayı anlatınca Aleyhissalatuvesselamın ona "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz hayatınızca size yeterdi!" demesi.
Bu tarz şeyler eski zaman kâfirlerine anlaşılmaz gelse belki kafalarının basmamasına atfedilerek mazur görülebilirlerdi. Fakat ahirzaman mülhidlerini, hele hele, müslüman olduğunu söylediği halde böyle mucizelere inanmazlık edenleri anlamak hiç mümkün olmuyor. Kuantum fiziği diye birşey var nihayetinde. Üzerine düşünülen bir vakıa olarak bilime girmiş. Bir sürü makale yazılmış. Deney yapılmış. Öylece duruyor. Elin gavuru söyleyince inanması tatlı oluyor da Aleyhissalatuvesselam yapıverince neden zor oluyor? Yoksa, ey nâdân, senin inandığın tanrının gücü bilim elverdikçe mi genişliyor? Yaratmak için bilimden mi icazet alıyor? Nasıl anlamak gerek bunu? Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı? Onlar söyleyince mi inanacaksın kendi dinine?
Peki gözleyen, sadece gözlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? Bilmiyorum. Fizikçi değilim. Üstelik Kuantum da fiziğin sonu değil. Belki ilerde çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Ancak bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sandığım kadar kesif ve sarsılmaz olmadığını gösteriyor. Yani bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Arızî olan varlığımı anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum karşısında vücudumun ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' olduğunu kavrıyorum. Tabii bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, hakikate daha yakını, daha güzel manaları anlamamıza yardımcı olabilir. İnşaallah. Âmin.
Bediüzzaman 24. Söz'de gelişen teknolojinin itikada dair meseleleri anlamada nasıl bir katkı sağladığı sadedinde der: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
Yani, evet, seküler aklın imkansızlık eşiği bilim geliştikçe ileriye taşınmaktadır. Dün İslam kaynaklarında yeralan mucizevî bilgilere "Olur mu öyle şey canım?" diye dudak bükenler bugün modern bilimin de 'Pekala olur'luğunu göstermesiyle ağızlarını açamaz olmuşlardır. Bu bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacaktır. Seküler akıl 'mümkün olanı tanımada' ayetlerin-hadislerin arkasından gelecektir. O halde denilebilir ki: Mü'min imanıyla bilimin önündedir.
Bu sıralar Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken de aynı kanaate varıyorum. Özellikle berekete dair mucizeleri okurken, Aleyhissalatuvesselamın mazhar olduğu şeyler, bana pek kolay anlaşılır geliyorlar. Çünkü artık elimizde Kuantum fiziği diye birşey var. Tanecik, tanecik de kalabilir, bereketle dalgaya da dönüşebilir. Çıkardığımız ses karşısındaki kulak sayısıyla ilgilenmezken, yani çokluğunu kendisine bir yük olarak görmezken, attığımız taş ancak bir kişiye ulaşır. Peki ya buna mecbur değilse? Ya bunu aşabilirse? Ya taş da ses gibi olabiliyor da bize çaktırmıyorsa?
"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, 'Bu yüzler kahrolsun!' dedi. 'Bu yüzler kahrolsun!' kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar."
Veya mübarek elini, duasını, ağız suyunu içine koymasıyla suların/yemeklerin bereketlenmesi. Hatta, musırrane, bu türden berekete mazhar olan bazı şeylerde 'gözlemcinin o şeyin bittiğini görmemesine' dair nasihatlerde bulunması. Mesela: Kendisine yağ tulumundan ikramda bulunan Ümmü Malik'e (r.anha) bereket duası ettikten sonra "Onu boşaltıp sıkma!" demesi. Ve hakikaten sıktıkları zaman bereketin kesilmesi. Veyahut Gazve-i Tebük'te Ebu Hureyre'nin (r.a.) heybesindeki hurmalara bereket duası etmesi ve demesi: "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut. Muhafaza et. Boşaltma!" Ve böyle yapan Ebu Hureyre'nin (r.a.) Hz. Osman'ın şehadetinde yağma edilene kadar ondan bağışta bulunabilmesi. Veyahut da, Cabiru'l-Ensarî'nin (r.a.) şahitliğiyle, yarım yük arpa verdiği birisinin 'hayret edip ölçene kadar' onun bereketinden faydalanması. Olayı anlatınca Aleyhissalatuvesselamın ona "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz hayatınızca size yeterdi!" demesi.
Bu tarz şeyler eski zaman kâfirlerine anlaşılmaz gelse belki kafalarının basmamasına atfedilerek mazur görülebilirlerdi. Fakat ahirzaman mülhidlerini, hele hele, müslüman olduğunu söylediği halde böyle mucizelere inanmazlık edenleri anlamak hiç mümkün olmuyor. Kuantum fiziği diye birşey var nihayetinde. Üzerine düşünülen bir vakıa olarak bilime girmiş. Bir sürü makale yazılmış. Deney yapılmış. Öylece duruyor. Elin gavuru söyleyince inanması tatlı oluyor da Aleyhissalatuvesselam yapıverince neden zor oluyor? Yoksa, ey nâdân, senin inandığın tanrının gücü bilim elverdikçe mi genişliyor? Yaratmak için bilimden mi icazet alıyor? Nasıl anlamak gerek bunu? Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı? Onlar söyleyince mi inanacaksın kendi dinine?
20 Mayıs 2017 Cumartesi
Okunmamış su var mı?
"Resim kendinden önce varolanın üzerine kuruludur." Rauda Jamis, Aşk ve Acı: Frida Kahlo'dan.
Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği isminde bir romanı var. Belki daha önce duyanlar olmuştur. Belki okuyanlarınız da vardır. Ama ben, her her ihtimale karşı, azıcık kitaptan bahsetmek istiyorum. Einsteinvarî müthiş keşifler yapmış bir bilimadamının hayat öyküsünü araştıran Amerikalı gazetecinin süreç boyunca yaşadıkları, en nihayet, dünyanın sonunu getirmesiyle neticeleniyor. Dünyanın sonunu nasıl getiriyor peki? 'Buz-dokuz' ismindeki bir silahı, istemeden de olsa, harekete geçirmesiyle. Peki 'buz-dokuz' nasıl bir mantıkla çalışıyor? İşte, kitabın en ilginç kısmı burası, burayı kitaptan alıntılayalım:
"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."
İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.
Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:
"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."
Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.
Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.
Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.
Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.
Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."
Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.
Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.
Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?
Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.
Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?
"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."
İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.
Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:
"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."
Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.
Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.
Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.
Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.
Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."
Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.
Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.
Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?
Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.
Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?
9 Şubat 2016 Salı
Örümceğin emeği...
Rahatlıkla bulunabilecek bir video var: Einstein'ın, daha küçük bir çocukken, tanrının kötülüğünü savunan bir öğretmenine verdiği cevabı içeriyor. Einstein'ın böyle bir anısı gerçekte olsun veya olmasın, o filmde başarılan şey harika! Kötülüğün varlığı üzerinden 'tanrının kötülüğünü' savunan öğretmenine, Einstein, kötülüğün hakikatte varolmadığını benzeri birkaç kavram üzerinden isbat ediyor. Mesela: "Soğuk, sıcağın yokluğudur!" diyor. Ve ekliyor: "Karanlık da ışığın yokluğudur. Işığın üzerinde çalışma yapabiliriz. Ama karanlığın üzerinde çalışma yapamayız." Devamında öğretmenine başka laflar da sokuyor, ama tabii hepsini alıntılarsam yazı uzar gider. Henüz izlememiş olup merak edenlere videonun bir linkini vermekle yetineyim: https://www.youtube.com/watch?v=VKM3Ho2UUss
Videoyu açımdan ilginç kılan bir diğer yönü: Küfrün ne kadar tutarsız demagojilere dayandığını da anlatıyor oluşu. Ne kadar kerli ferli adamlar söylüyor olurlarsa olsunlar, ne tür şatafatlı materyal kullanırlarsa kullansınlar, küfrün kendisi bizzat tutarsızlığın kaynağı. Kelimenin lügavi karşılığı olan 'örtmek' manası, aslında müntesiplerinin gayretlerini ne yönde kullandıklarını da gösteriyor bize. Onlar 'örtmeye' çalışıyorlar. Neyi? Apaçık olanı. Tutarlı olanı. Kaçınılmaz olanı. Mutlak ve mutlaka olanı. Küfrün her türlü söylem ve eylemle başarmaya çalıştığı şey bu. Fakat İslam öyle değil. İslam, zaten kainatın üzerine yaratılmış olduğu hakikat hakkında ve yine kainatın sahibi tarafından vahyedildiği için varlıkla hiçbir çelişkisi/çatışması yok. Ona dayanmakla güçleniyor insan. Bazen bir küçük Einstein altediyor böyle öğretmenini, bazen de bir büyük İbrahim aleyhisselam baltasıyla altediyor bütün kavmini. Örtmeye çalışan, örtüyü tanımayanın veya aşmaya alışık olanın feraseti karşısında apışıp kalıyor.
Bâtılın bütün gücü 'hâkim söylem' olmakta saklı. Hâkim söylem olmak ne demek? 'Hâkim söylem olmak' farklı bir sese nefes aldırmayacak kadar gürültücü olmaktır. Genelliğinin şiddettinden dolayı sorgulanmamaktır. Küfür de bunu başardığı dönemlerde müntesiplerinin sayısını arttırıyor. İşte böylesi zamanlarda zihinler farklı düşünmeyi (daha doğrusu örtüsüz düşünmeyi) unuttuğu için Cenab-ı Hak nebiler gönderiyor topluluklara. Unuttukları fıtrî düşünme biçimini hatırlamaları için. Varoluşun küfür tarafından cevaplandırılamamış ve asla da cevaplandırılamayacak sorularını yeniden anımsamaları ve sormaları için. Nebiler, öncelikle, bize lütfedilmiş berrak zihinler ve kalplerdir. Fıtratlarının ismet derecesindeki saflığı onları örtülü düşünmekten korur. İnsanlığı fabrika ayarlarına öyle bir şiddette çağırırlar ki, yaptıkları dalgalanma bazen binlerce yıl ötesine uzanır, tıpkı Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaptığı mübarek dalgalanma gibi.
"Kral Çıplak" masalını hatırlayalım. O masalda kralın çıplak olduğunu söylemeye cesaret edebilen kimdi? Bir çocuk değil miydi? İşte çocukların sahip olduğu fıtrata/saflığa yakınlıktır ki, hakikatin hakikat olduğunu görüp tanımada onlara bir avantaj kazandırır. Çocuk, kalabalığa göre hareket etmeyi sonradan öğrenir. Benedict Anderson'un ifadesiyle 'Hayali Cemaatler' üzerine inşa edilen ulus-devlet sistemlerinin aynı zamanda 'ilköğretimin mecburi olduğu' eğitim süreçleri dayatması tesadüf değildir. Bu sistemde kavminden uzakta büyümüş İbrahimlere katlanılamaz. Her çocuk önce 'örtülü düşünmeyi' öğrenmeli ve bir daha 'acaba' demeyecek kadar örtüsüne alışmalıdır.
Hz. Musa aleyhisselamın kıssasına götürmek istiyorum biraz da sizi. Hz. Musa'nın mucizelerinden birisi de attığı asânın yılana dönüşmesiydi. Bunu sihirbazlar da başka şeylerle (ip gibi şeylerle) başarıyorlardı. Fakat Hz. Musa'nın yılanı onların ummadığı birşey yaptı. Diğer bütün yılanları yuttu. Sihirbazların bu olaydan sonra şöyle dedikleri nakledilir: "Bu kesinlikle sihir değil. Çünkü bir sihir diğerini yutmaz." Bu kıssadan hakikat-demagoji bağlamında bizim de bir hisse alabileceğimizi düşünüyorum. Hakikati tastamam ortaya koyduğunuzda sizin de karşınızda hiçbir demagoji dayanamaz. Demagojiler, ancak ehl-i cerbezenin zihin boyamakta kullanabilecekleri zayıf ayak oyunlarıdır. Fakat hakikat, ortaya koyduğu sorular ve onlara verdiği kusursuz cevaplarla demagojilerin tüm yalancı mumlarını söndürür. Bir demagoji diğerini değersiz kılmazken hakikat kendisinden başka herşeyi değersiz kılar.
Mürşidim, Ene Risalesi'nde "Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyeti nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder..." diyor. Peki, kişisel enaniyet türün/nev'in enaniyetine nasıl dayanır? Bunu da biraz örtme faaliyetinin kollektif yürütülmesiyle sağlanan baskılamaya bağlıyorum. Beyaza siyah demek bir kişinin yaptığı bir işken tersini söylemek ve hakikati açıklıkla beyan etmek kolaydır. Peki, yüz kişi aynı şeyi söylerken? Solomon Asch'in deneyini hatırlayalım: Deneklerden yüzdeotuzikisini grubun yanlış cevabını, yanlışlığı apaçık ortada olmasına rağmen, desteklemeye götüren neydi? Asch deneyi, bize, Bediüzzaman'ın nev'in enaniyeti dediği şeyi de bir nebze koklatıyor: Hep beraber kanmak ve kandırılmak istiyorsanız, kandırılmak ve kanmak sizin için artık daha kolaydır.
Markar Esayan Hoca'nın İyi Şeyler kitabında bir ifadesi vardı: "(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı." Aslında küfür baştan sona bunu yapıyor. Hakikati örtme çabasından dolayı vicdanın çıplak sancısına maruz kalan ehl-i küfür, bu sancıyı gidermenin yolunu demagojik açıklamalarda buluyor. Bu açıklamaların büyük bir kısmı da bilim kisvesi altında yapılıyor. Ve siz, o bilim denen şeye daha baştan bir hakikat muamelesi yaptığınız için, vicdan sesini kesmeye başlıyor. Bir adalet-i izafiye çağrısı gibi bu. Mesela: Tarihte yapılan bir zulmü detaylarıyla andığınızda size destek çıkan ve sizinle üzülen bir kişi, biraz karşı tarafın demagojisine maruz kaldığında şunu söyleyebiliyor: "Ama öyle yapılmasaydı da bugün bu durumda olamazdık!" Biraz yakın tarih veya Mustafa Kemal özelinde olaya eğilin. Kürtlerle veya alevilerle bireysel anlamda hiçbir sorunu olmayan insanların/arkadaşlarınızın "Dersim katliamı yapılmak zorundaydı!" dediklerine şahit olacaksınız.
Bütün bunları yazarken aklımda şu ayet vardı: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Ankebut sûresine de adını veren kırkbirinci ayeti bu. Cenab-ı Hakkın kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini çok düşünmüşümdür. Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de Allah'tan başka sığındığı dostlar zayıf. Fakat bundan ibaret gibi gelmiyordu bana bu teşbih. Geçenlerde örümceğin ağını nasıl emekle yaptığını gösteren bir videoya denk geldim. Teşbihi daha farklı görmeye başladım. Örümcek hakikaten evine büyük bir emek harcıyor. Belki saatler sürüyor ağını o güzellikte örmesi. Gayet süslü birşey de oluyor. Ancak o emek tıpkı demagoji gibi. Altı boş bir emek. Yuva yapma sistemindeki zayıflık nedeniyle evi de güçlü değil. Örümcek birşeylerin üzerini şeffaf bir örtüyle kapatarak avlanıyor. O örtüyü göremeyecek kadar zayıf gözleri ve aşamayacak kadar zayıf bedenleri avlayabiliyor. Küfrün demagojisi bundan farklı mı?
Küfür de ancak örtüsünü aşamayan nazarları avlayabilecek bir demagojiye sahip. Hz. İbrahim'in Nemrut'u, Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, azıcık bir hakikatle kocaman tahtlarının ve bahtlarının yerinden olması mümkün. Hz. Musa'nın asâsı nasıl sahte yılanları tarumar ettiyse, Hz. İbrahim'in baltası da putları öyle paralamıştı. Allah Resulü'nün dilindeki vahiy de cahiliye şiirlerine ve söylemlerine aynı darbeyi indirmemiş miydi? Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kuvvetli bir müdahalede dağılmaya muntazırdır. Einstein'in, daha çocukken, bir öğretmeni yerin dibine sokabilmesindeki sır da buydu. Kuvvet haktadır. Hak kuvvette değildir. Örümcek ne kadar çabalarsa çabalasın yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. Fakat, tıpkı hicret sırasında olduğu gibi, aklı gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir.
Videoyu açımdan ilginç kılan bir diğer yönü: Küfrün ne kadar tutarsız demagojilere dayandığını da anlatıyor oluşu. Ne kadar kerli ferli adamlar söylüyor olurlarsa olsunlar, ne tür şatafatlı materyal kullanırlarsa kullansınlar, küfrün kendisi bizzat tutarsızlığın kaynağı. Kelimenin lügavi karşılığı olan 'örtmek' manası, aslında müntesiplerinin gayretlerini ne yönde kullandıklarını da gösteriyor bize. Onlar 'örtmeye' çalışıyorlar. Neyi? Apaçık olanı. Tutarlı olanı. Kaçınılmaz olanı. Mutlak ve mutlaka olanı. Küfrün her türlü söylem ve eylemle başarmaya çalıştığı şey bu. Fakat İslam öyle değil. İslam, zaten kainatın üzerine yaratılmış olduğu hakikat hakkında ve yine kainatın sahibi tarafından vahyedildiği için varlıkla hiçbir çelişkisi/çatışması yok. Ona dayanmakla güçleniyor insan. Bazen bir küçük Einstein altediyor böyle öğretmenini, bazen de bir büyük İbrahim aleyhisselam baltasıyla altediyor bütün kavmini. Örtmeye çalışan, örtüyü tanımayanın veya aşmaya alışık olanın feraseti karşısında apışıp kalıyor.
"Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrut'u yere serer; bir karınca bir Firavun'un sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir."
Bâtılın bütün gücü 'hâkim söylem' olmakta saklı. Hâkim söylem olmak ne demek? 'Hâkim söylem olmak' farklı bir sese nefes aldırmayacak kadar gürültücü olmaktır. Genelliğinin şiddettinden dolayı sorgulanmamaktır. Küfür de bunu başardığı dönemlerde müntesiplerinin sayısını arttırıyor. İşte böylesi zamanlarda zihinler farklı düşünmeyi (daha doğrusu örtüsüz düşünmeyi) unuttuğu için Cenab-ı Hak nebiler gönderiyor topluluklara. Unuttukları fıtrî düşünme biçimini hatırlamaları için. Varoluşun küfür tarafından cevaplandırılamamış ve asla da cevaplandırılamayacak sorularını yeniden anımsamaları ve sormaları için. Nebiler, öncelikle, bize lütfedilmiş berrak zihinler ve kalplerdir. Fıtratlarının ismet derecesindeki saflığı onları örtülü düşünmekten korur. İnsanlığı fabrika ayarlarına öyle bir şiddette çağırırlar ki, yaptıkları dalgalanma bazen binlerce yıl ötesine uzanır, tıpkı Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaptığı mübarek dalgalanma gibi.
"Kral Çıplak" masalını hatırlayalım. O masalda kralın çıplak olduğunu söylemeye cesaret edebilen kimdi? Bir çocuk değil miydi? İşte çocukların sahip olduğu fıtrata/saflığa yakınlıktır ki, hakikatin hakikat olduğunu görüp tanımada onlara bir avantaj kazandırır. Çocuk, kalabalığa göre hareket etmeyi sonradan öğrenir. Benedict Anderson'un ifadesiyle 'Hayali Cemaatler' üzerine inşa edilen ulus-devlet sistemlerinin aynı zamanda 'ilköğretimin mecburi olduğu' eğitim süreçleri dayatması tesadüf değildir. Bu sistemde kavminden uzakta büyümüş İbrahimlere katlanılamaz. Her çocuk önce 'örtülü düşünmeyi' öğrenmeli ve bir daha 'acaba' demeyecek kadar örtüsüne alışmalıdır.
Hz. Musa aleyhisselamın kıssasına götürmek istiyorum biraz da sizi. Hz. Musa'nın mucizelerinden birisi de attığı asânın yılana dönüşmesiydi. Bunu sihirbazlar da başka şeylerle (ip gibi şeylerle) başarıyorlardı. Fakat Hz. Musa'nın yılanı onların ummadığı birşey yaptı. Diğer bütün yılanları yuttu. Sihirbazların bu olaydan sonra şöyle dedikleri nakledilir: "Bu kesinlikle sihir değil. Çünkü bir sihir diğerini yutmaz." Bu kıssadan hakikat-demagoji bağlamında bizim de bir hisse alabileceğimizi düşünüyorum. Hakikati tastamam ortaya koyduğunuzda sizin de karşınızda hiçbir demagoji dayanamaz. Demagojiler, ancak ehl-i cerbezenin zihin boyamakta kullanabilecekleri zayıf ayak oyunlarıdır. Fakat hakikat, ortaya koyduğu sorular ve onlara verdiği kusursuz cevaplarla demagojilerin tüm yalancı mumlarını söndürür. Bir demagoji diğerini değersiz kılmazken hakikat kendisinden başka herşeyi değersiz kılar.
Mürşidim, Ene Risalesi'nde "Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyeti nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder..." diyor. Peki, kişisel enaniyet türün/nev'in enaniyetine nasıl dayanır? Bunu da biraz örtme faaliyetinin kollektif yürütülmesiyle sağlanan baskılamaya bağlıyorum. Beyaza siyah demek bir kişinin yaptığı bir işken tersini söylemek ve hakikati açıklıkla beyan etmek kolaydır. Peki, yüz kişi aynı şeyi söylerken? Solomon Asch'in deneyini hatırlayalım: Deneklerden yüzdeotuzikisini grubun yanlış cevabını, yanlışlığı apaçık ortada olmasına rağmen, desteklemeye götüren neydi? Asch deneyi, bize, Bediüzzaman'ın nev'in enaniyeti dediği şeyi de bir nebze koklatıyor: Hep beraber kanmak ve kandırılmak istiyorsanız, kandırılmak ve kanmak sizin için artık daha kolaydır.
Markar Esayan Hoca'nın İyi Şeyler kitabında bir ifadesi vardı: "(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı." Aslında küfür baştan sona bunu yapıyor. Hakikati örtme çabasından dolayı vicdanın çıplak sancısına maruz kalan ehl-i küfür, bu sancıyı gidermenin yolunu demagojik açıklamalarda buluyor. Bu açıklamaların büyük bir kısmı da bilim kisvesi altında yapılıyor. Ve siz, o bilim denen şeye daha baştan bir hakikat muamelesi yaptığınız için, vicdan sesini kesmeye başlıyor. Bir adalet-i izafiye çağrısı gibi bu. Mesela: Tarihte yapılan bir zulmü detaylarıyla andığınızda size destek çıkan ve sizinle üzülen bir kişi, biraz karşı tarafın demagojisine maruz kaldığında şunu söyleyebiliyor: "Ama öyle yapılmasaydı da bugün bu durumda olamazdık!" Biraz yakın tarih veya Mustafa Kemal özelinde olaya eğilin. Kürtlerle veya alevilerle bireysel anlamda hiçbir sorunu olmayan insanların/arkadaşlarınızın "Dersim katliamı yapılmak zorundaydı!" dediklerine şahit olacaksınız.
Bütün bunları yazarken aklımda şu ayet vardı: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Ankebut sûresine de adını veren kırkbirinci ayeti bu. Cenab-ı Hakkın kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini çok düşünmüşümdür. Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de Allah'tan başka sığındığı dostlar zayıf. Fakat bundan ibaret gibi gelmiyordu bana bu teşbih. Geçenlerde örümceğin ağını nasıl emekle yaptığını gösteren bir videoya denk geldim. Teşbihi daha farklı görmeye başladım. Örümcek hakikaten evine büyük bir emek harcıyor. Belki saatler sürüyor ağını o güzellikte örmesi. Gayet süslü birşey de oluyor. Ancak o emek tıpkı demagoji gibi. Altı boş bir emek. Yuva yapma sistemindeki zayıflık nedeniyle evi de güçlü değil. Örümcek birşeylerin üzerini şeffaf bir örtüyle kapatarak avlanıyor. O örtüyü göremeyecek kadar zayıf gözleri ve aşamayacak kadar zayıf bedenleri avlayabiliyor. Küfrün demagojisi bundan farklı mı?
Küfür de ancak örtüsünü aşamayan nazarları avlayabilecek bir demagojiye sahip. Hz. İbrahim'in Nemrut'u, Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, azıcık bir hakikatle kocaman tahtlarının ve bahtlarının yerinden olması mümkün. Hz. Musa'nın asâsı nasıl sahte yılanları tarumar ettiyse, Hz. İbrahim'in baltası da putları öyle paralamıştı. Allah Resulü'nün dilindeki vahiy de cahiliye şiirlerine ve söylemlerine aynı darbeyi indirmemiş miydi? Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kuvvetli bir müdahalede dağılmaya muntazırdır. Einstein'in, daha çocukken, bir öğretmeni yerin dibine sokabilmesindeki sır da buydu. Kuvvet haktadır. Hak kuvvette değildir. Örümcek ne kadar çabalarsa çabalasın yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. Fakat, tıpkı hicret sırasında olduğu gibi, aklı gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir.
31 Ekim 2013 Perşembe
Belki de bütün varlığım bir titreyişten ibaret
Fringe, özellikle ilk sezonlarıyla ilginç bir diziydi. Çok havai şeyler söyledikleri gibi; bazen bilmediğimiz bilimsel detayları da anlatıyorlardı. Hatta bir bölümünde de yaydığı titreşimden hareketle kayıp birisini bulmuşlardı. Meğer her varlık etrafına bir titreşim yayarmış. Hiçbirimizin yaydığı titreşim de diğerine benzemezmiş. Bir nevi parmak izi, ses izi veya retina kalınlığı gibi birşeymiş o da. Tabii günümüz teknolojisinde bu kadar hassas bir titreşim algılayıcı yok. Ama dizide vardı. Ve ilk kez o bölüm vesilesiyle duymuştum Sicim Teorisini.
Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.
Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.
Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...
Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."
Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.
Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”
Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?
Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.
Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.
Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.
Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...
Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."
Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.
Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”
Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?
Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.
Sinek, Sinema ve Zaman...
“Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. (...) Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir.” Bediüzzaman Said Nursî, 3. Lem’a’dan...
Sinek gözü, insan gözüne göre çok daha hassastır. İnsan gözünün saniyede çektiği resim sayısı, sinek gözüne kıyasla çok daha düşüktür. Bizim gözümüz, saniyede ancak 45-53 arası titreşimi hissedebilirken, sinek gözü 265 titreşimi hissedebilir. Bu nedenle onları yakalama çabalarımız çoğunlukla boşa çıkar. (İnsan, daha hamlesini yapmadan, sinek kaçar.)
Bu durum, sırf daha hızlı hareket etmelerinden kaynaklanmaz. Gözleri, bizim gözlerimizin yakaladığı an’lardan daha küçük an’ları, fiileri, değişimleri yakalayabildiği için çabuk farkında olurlar. Yani ‘farkındalıkları’ bizden çok daha açıktır.
Veya şöyle tarif edelim: Dünya, sinek gözüne göre, insan gözüne kıyasla, çok daha yavaş hareket eder. Eğer kendimizi bir sineğin gözünden seyredebilseydik, yavaş çekimde hareket eden bir filmi izlediğimiz izlenimine kapılabilirdik.
Ki, bir 2013 yapımı olan (Epic) Doğal Kahramanlar’da da esprili bir şekilde bu noktaya dikkat çekilmiş, insan hareketlerinin onların gözlerinden nasıl göründüğü şu cümleyle tarif edilmişti: “O kadar yavaş hareket ediyorlar ki, bizi yakalamaları imkansız.” Fakat o filmde—benim asıl önemsediğim— bu durum daha enteresan bir cümleyle de anlatılıyordu profesör karakteri üzerinden: “Onlar bizimkinden çok daha hızlı bir zaman diliminde yaşıyorlar.”
Zamanın izafiliği modern fizikte ilk kez Einstein tarafından ortaya atılan bir teori. Buna göre Einstein, aynı mekanda yaşayan insanların zamanı farklı şekillerde idrak edebileceğini söylüyor. Annalen der Physik dergisindeki makalesinde şöyle izah ediyor bunu: “Cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi, üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.”
Hareket, cisim ve zaman arasındaki bu bağlılık sanıyorum Zerre Risalesi’nin de en temel örgülerinden birisi. Özellikle ilk karşılaştığınız haşiye—biraz daha üst boyutta—hareket, yaratılış ve zaman arasındaki örgüyü ifade ediyor. Bediüzzaman’ın orada en çok hoşuma giden cümlelerinden birisi şu: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Ve bir diğeri de şu: “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”
Yani madde dediğimiz şeyin özünü; âlem-i gaybdan âlem-i şahadete, ilimden kudrete geçmekteki bir yaratılışın ihtizazatı/harekatı sağlarken; zaman dediğimiz şeyin özünü de bu ihtizazatın/harekatın toplamının oluşturduğu büyük nehir meydana getiriyor. Yani aslında hareket, mekan ve zaman diye üç ayrı şey yok.
Biz, mekan mekan algıladığımız dünyanın, bütününü kuşatamadığımız için, o mekanlar arasına bir öncelik ve sonralık koyuyor ve buna zaman adını veriyoruz. Zamanın en küçük parçası adını verdiğimiz an’lar bile aslında bizim şahit olduğumuz mekanlardan, mekanların da özünde hareketlerden ibaret. “Unutamadığım bir an...” diye tarif ettiğimiz herşey, aslında “Unutamadığım bir mekan/hareket algılaması...” cümlesinin farklı şekilde ifadesi. Varlığımız, mekanların bir sinema filmi kareleri gibi akıp gitmesinden oluşuyor. Ama biz bu sinema şeridine ‘zaman’ demeyi tercih ediyoruz.
Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Zerre Risalesi okumaları sırasında en çok altını çizdiğimiz örneklemelerden birisi bu; sinema şeridi/zaman; film kareleri/mekan veya an. Yalnız sanmayın bu örnekleme öylesine. Hayır, aslında Bediüzzaman’ın sinema, varlık ve zaman arasında kurduğu bağıntı, külliyatın her yerine sinmiş bir örgü gibi. Sırf ‘sinema’ kelimesiyle külliyat içinde bir arama yaptığınızda o kadar çok yerle karşılaşıyorsunuz ki! Şaşırmamak elde değil. Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde gittiği sinemanın (talebelerinin hatıralarından öğreniyoruz bunu) onun varlık ve zaman tefekküründe ne denli önemli bir yer tuttuğunu buradan da kavrayabiliyorsunuz.
Yine külliyat içinde Einstein’ın izafiyet teorisine en yakın (değil aynı, sadece yakın) beyanların bulunduğunu düşündüğüm 3. Lem’a’daki ‘bast-ı zaman’ meselesi bile, aslında ‘farkındalığın’ zamanı ne denli etkileyebilir/yavaşlatabilir olduğunun bir göstergesi. Eğer nazarınız, kâinatın ince sanatını ve tesbihatını görür; kulağınız işitir bir kıvama gelirse, elbette bu ‘daha üst farkındalık’ çevrenizdeki eşyadan daha hızlı bir başka zaman dilimine geçmenize neden olabilir. (Gaflet, yine zıttı şekilde etkileyebilir. Hatta ayetteki ifadesiyle: “Aralarında birbirlerine ‘(Dünya’da) sadece on (gün) kaldınız’ diye gizli gizli konuşacaklar. Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz. O vakit içlerinden en aklı başında olanları, ‘Siz sadece bir gün kaldınız’ diyecektir.”)
Farkındalık, hareket, madde, varlık, zaman arasındaki bu ilişki; üzerinde çok şeyler yazmaya ve konuşmaya değer. Bediüzzaman’ın fiziğe bakışının en zengin ifadelerine rastladığımız Zerre Risalesi de bu gözle incelenmeyi bekliyor hâlâ. Fakat biz bu şerh ihtiyacının neresindeyiz?
Sinek gözü, insan gözüne göre çok daha hassastır. İnsan gözünün saniyede çektiği resim sayısı, sinek gözüne kıyasla çok daha düşüktür. Bizim gözümüz, saniyede ancak 45-53 arası titreşimi hissedebilirken, sinek gözü 265 titreşimi hissedebilir. Bu nedenle onları yakalama çabalarımız çoğunlukla boşa çıkar. (İnsan, daha hamlesini yapmadan, sinek kaçar.)
Bu durum, sırf daha hızlı hareket etmelerinden kaynaklanmaz. Gözleri, bizim gözlerimizin yakaladığı an’lardan daha küçük an’ları, fiileri, değişimleri yakalayabildiği için çabuk farkında olurlar. Yani ‘farkındalıkları’ bizden çok daha açıktır.
Veya şöyle tarif edelim: Dünya, sinek gözüne göre, insan gözüne kıyasla, çok daha yavaş hareket eder. Eğer kendimizi bir sineğin gözünden seyredebilseydik, yavaş çekimde hareket eden bir filmi izlediğimiz izlenimine kapılabilirdik.
Ki, bir 2013 yapımı olan (Epic) Doğal Kahramanlar’da da esprili bir şekilde bu noktaya dikkat çekilmiş, insan hareketlerinin onların gözlerinden nasıl göründüğü şu cümleyle tarif edilmişti: “O kadar yavaş hareket ediyorlar ki, bizi yakalamaları imkansız.” Fakat o filmde—benim asıl önemsediğim— bu durum daha enteresan bir cümleyle de anlatılıyordu profesör karakteri üzerinden: “Onlar bizimkinden çok daha hızlı bir zaman diliminde yaşıyorlar.”
Zamanın izafiliği modern fizikte ilk kez Einstein tarafından ortaya atılan bir teori. Buna göre Einstein, aynı mekanda yaşayan insanların zamanı farklı şekillerde idrak edebileceğini söylüyor. Annalen der Physik dergisindeki makalesinde şöyle izah ediyor bunu: “Cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi, üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.”
Hareket, cisim ve zaman arasındaki bu bağlılık sanıyorum Zerre Risalesi’nin de en temel örgülerinden birisi. Özellikle ilk karşılaştığınız haşiye—biraz daha üst boyutta—hareket, yaratılış ve zaman arasındaki örgüyü ifade ediyor. Bediüzzaman’ın orada en çok hoşuma giden cümlelerinden birisi şu: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Ve bir diğeri de şu: “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”
Yani madde dediğimiz şeyin özünü; âlem-i gaybdan âlem-i şahadete, ilimden kudrete geçmekteki bir yaratılışın ihtizazatı/harekatı sağlarken; zaman dediğimiz şeyin özünü de bu ihtizazatın/harekatın toplamının oluşturduğu büyük nehir meydana getiriyor. Yani aslında hareket, mekan ve zaman diye üç ayrı şey yok.
Biz, mekan mekan algıladığımız dünyanın, bütününü kuşatamadığımız için, o mekanlar arasına bir öncelik ve sonralık koyuyor ve buna zaman adını veriyoruz. Zamanın en küçük parçası adını verdiğimiz an’lar bile aslında bizim şahit olduğumuz mekanlardan, mekanların da özünde hareketlerden ibaret. “Unutamadığım bir an...” diye tarif ettiğimiz herşey, aslında “Unutamadığım bir mekan/hareket algılaması...” cümlesinin farklı şekilde ifadesi. Varlığımız, mekanların bir sinema filmi kareleri gibi akıp gitmesinden oluşuyor. Ama biz bu sinema şeridine ‘zaman’ demeyi tercih ediyoruz.
Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Zerre Risalesi okumaları sırasında en çok altını çizdiğimiz örneklemelerden birisi bu; sinema şeridi/zaman; film kareleri/mekan veya an. Yalnız sanmayın bu örnekleme öylesine. Hayır, aslında Bediüzzaman’ın sinema, varlık ve zaman arasında kurduğu bağıntı, külliyatın her yerine sinmiş bir örgü gibi. Sırf ‘sinema’ kelimesiyle külliyat içinde bir arama yaptığınızda o kadar çok yerle karşılaşıyorsunuz ki! Şaşırmamak elde değil. Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde gittiği sinemanın (talebelerinin hatıralarından öğreniyoruz bunu) onun varlık ve zaman tefekküründe ne denli önemli bir yer tuttuğunu buradan da kavrayabiliyorsunuz.
Yine külliyat içinde Einstein’ın izafiyet teorisine en yakın (değil aynı, sadece yakın) beyanların bulunduğunu düşündüğüm 3. Lem’a’daki ‘bast-ı zaman’ meselesi bile, aslında ‘farkındalığın’ zamanı ne denli etkileyebilir/yavaşlatabilir olduğunun bir göstergesi. Eğer nazarınız, kâinatın ince sanatını ve tesbihatını görür; kulağınız işitir bir kıvama gelirse, elbette bu ‘daha üst farkındalık’ çevrenizdeki eşyadan daha hızlı bir başka zaman dilimine geçmenize neden olabilir. (Gaflet, yine zıttı şekilde etkileyebilir. Hatta ayetteki ifadesiyle: “Aralarında birbirlerine ‘(Dünya’da) sadece on (gün) kaldınız’ diye gizli gizli konuşacaklar. Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz. O vakit içlerinden en aklı başında olanları, ‘Siz sadece bir gün kaldınız’ diyecektir.”)
Farkındalık, hareket, madde, varlık, zaman arasındaki bu ilişki; üzerinde çok şeyler yazmaya ve konuşmaya değer. Bediüzzaman’ın fiziğe bakışının en zengin ifadelerine rastladığımız Zerre Risalesi de bu gözle incelenmeyi bekliyor hâlâ. Fakat biz bu şerh ihtiyacının neresindeyiz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...