Zerre Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zerre Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2014 Cuma

Ya hepimiz dönüşüyorsak?

"Evinde duvarlar bile yardım eder insana." Anton Pavloviç Çehov, Köylüler öyküsünden.

Zerre Risalesi okumaları yaparken gelmişti aklıma bu sorular: Belki de âleme eğitilmek için gönderilmiş olanlar yalnız biz değiliz? Belki âlem de bizimle birlikte bir tedris içinde. Beraber terbiye olunuyoruz. Onların bizden farkı: Emaneti kabul etmeyişleri. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir..." ayeti hem kabul edenlerden hem etmeyenlerden bahsediyor. Emanetsiz terbiye olmaz mı peki?

Biz kabul etmişiz. Şuurundayız yaşananların olabildiğimiz kadar. Onlar değiller. Belki de seçeneklerin varlığını bile bilmiyorlar. Ne mutlu! Hep doğruyu seçiyorlar. Çünkü fıtratları onları doğruya götürüyor. Tıpkı Fussilet sûresinde dendiği gibi: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi." İsteyerek yapıyorlar onlar da herşeyi. Coşkularından belli. Durmamalarından belli. Tembellik yok. Hikmetli bir bekleyişten başka dinlenmek yok. Tembellik bize. İhtiyar bize. İrade bize. Sırf bunlara sahip olduğumuz için tek hazırlananın kendimiz olduğunu iddia etmek doğru mu? Hazırlanmak için sınanıyor olmak şart mı?

Dedim ya; ilk kez Zerre Risalesi'ni tefekkür ederken gelmişti bunlar aklıma. Mürşidimiz, Hatemü'l-Enbiya'dan dersini almış bize diyordu ki:

"Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."

Ne demek bu 'nurlandırmak' veya 'âlem-i uhreviye binasına layık zerreler' olmak? 'Letafet peyda etmek' ne demek? Bunların tam karşılığını ben de bilmiyorum. Fakat öyle hissediyorum ki: Hepimiz bir büyük dönüşümün içindeyiz.

Ol'uyoruz sürekli o büyük 'ol'un içinde. Zamanla mukayyetiz. Sınırlar bizden. O büyük ol'u ancak küçük ol'lara şahitliğimizle görebiliyoruz. Bu yüzden şahadet getirip müslüman oluyor ve şahitler olarak yaşıyoruz dünyada. Kıymetimiz herşeyi bilmemizden değil, zaten bu mümkün de değil, yanından geçtiğimiz ol'lara şahitlik etmemizden. Bizler büyük kâinat dönüşümünün şahitleriyiz. İbrahim sûresinde buyrulduğu gibi: "Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün..." Sahi, yeryüzü, her an başka bir şekle çevrilmiyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam "Dünya ahiretin tarlasıdır..." derken ya sadece bizi, toprağımızı veya ektiklerimizi kastetmemişse?

"Sâni-i Hakîm anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemâl hükmünde) mâdeniyât derecesine çıkarmasıyla ve mâdeniyâta mahsus tesbihâtları onlara bildirmesiyle; ve mâdeniyâtı tahrik ve tavzif edip nebâtât mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle; ve nebâtâtı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanât mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle; ve hayvanâttaki zerrâtı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla; ve insanın vücudundaki zerrâtı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimâğın ve kalbin en nâzik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta koşturuluyor."

İmam-ı Mübin olan büyük 'ol'u, kayıtlarımız nedeniyle ancak Kitab-ı Mübin'in küçük oluşları şahitliğiyle görebiliyoruz. Kudretle giydirilen suret kuşatamadığımız ilme şahit kılıyor bizi. Sanki ilim bölündükçe kudret oluyor. Yahut da ilim, kudret vasıtasıyla, bizim yutabileceğimiz küçük parçalara bölünüyor. Ve dünya, canlı-cansız varlıklarla karışık evren, giderek nurlanıyor, hayatlanıyor, canlanıyor. Ankebut sûresi de bu dersi veriyor: "Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur." Demek can var canın üstünde. Biz hayatın nihayetinde değiliz. Daha daha canlanıyoruz. Gerçekten yaşayacağımız günlerin eğitimindeyiz.

Hani pikniğe gidersin, çalı çırpı toplarsın, ateş yakmaya niyetlenirsin. Ama birden yanmaz o ateş. Üflersin, üflersin, üflersin. Kısım kısım parlamalar olur. Yanıp yanıp sönmeler olur. Sonra birden tutuşur. Yani sürekli değişir birşeyler o müstakbel yangının içinde. Yavaş yavaş dönüşür. Kimyada buna 'aktivasyon enerjisi' diyorlar. Tepkimenin başlaması için gerekli olan enerji. Âlem de belki kendi büyük dönüşümünün aktivasyon enerjisini topluyor. Dönüşümünü biriktiriyor. Kıyamet tepkime noktamız. Ama bizim tutuşmamız hayat ile. Allah bizi Hayy ismi şerifinde yandıracak. O yüzden bu dünyaya sürekli ondan üflüyor. Ölenler, dirilenler, yananlar, sönenler. Sanki büyük bir yangının eşiğinde gibiyiz. Bir kısmımız ateş olup nurlanacak. Şu anda da iman iman nurlanıyorlar işte. Bir kısmımız kül olup öyle değersiz kalacak. Onlar da küfür küfür topluyorlar işte.

Cennetlikler ve cehennemlikler. Herkes orada karşılaşacağı muameleyi burada yetiştiriyor. Ahiretin tarlası olan dünyayı yalnız insanın hasenatı-seyyiatı olarak düşünme. Yalnız iyilik ve kötülük toplamıyorsun bu âlemde. Aynı zamanda orada karşılaşacağın zerreleri de dönüştürüyorsun. Dönüştüreceğini götüreceksin yanında. Büründürdüğün manayı orada bulacaksın. İncitmediklerin seni gözetmeye gelecek. Duhan sûresi neden "Gök ve yer onlara ağlamadı" buyuruyor kafirler için. Neden? Güzel birşeye dönüştürmüyorlar ki onu. Neden üzülsün onlar yer ve gök için? Aksine nurlanmalarını engelliyorlar onlar.

"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin Elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizâsıyla sabittir."

Gördün mü şahitliğin ne kadar kıymetli. O zaman şahitliğine dikkat et. An'ını yaşama. An'ına şahit ol. Tefekkürle incel. An'ını yaşayacaksan böyle yaşa. Bu hayatta gördüklerini iyi anlamlarla sar ve üzerine ismini yaz ki ahirette onları gördüğünde paketinden tanıyasın. Üzerine Ahmed'in 'bismillah' dediği elmalar bulsun seni. İnsan kendi cümlelerini başkalarından iyi tanır. Belki Bakara sûresinde nicedir aklını kurcalayan sır da budur: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: 'Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu!' derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."

Şu, benzetip hayret edişin, sakın dünyada dönüştürdüğünü orada bulmaktan olmasın? Üzerine Allah'ı anmak, rızasını aramak, tefekkürünü yapmak nesneleri işaretlemek olmasın? Ve arkadaşım, buradan bakmakla belki, Bediüzzaman'ın kırık bir çay kaşığına neden onu çöpten çıkarttıracak kadar düşkün olduğunu veyahut Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ağlayan hurma kütüğünü nasıl cennete diktiğini de anlayabilirsin. Demek ki giderler. Şahit olanlar şahit olduklarıyla birlikte giderler...

Günahtan sakınmakta da bu sır olabilir. Şahitlik bir nevi aitlik. Güzel şeylere şahit olalım. Yoksa bizi şahidi olduğumuz kötülüklerin yanına çağıracaklar. Allah korusun.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Zerre Risalesi'ni neden okumalıyız?

"Modern felsefe, termodinamiğin ikinci kanunu altında enkaza dönmüştür." (William Inge)

Matrix (1999) filmini anımsarsınız. Eğilenin kaşık mı, insan mı olduğu üzerine; daha doğrusu ‘eşyayı/varlığı idrakin’ insanın düşünce yapısını ne denli etkileyebileceği üzerine örnek bir filmdi. Sanıyorum ben gibi çokları ilk izleyişlerinde anlamadıkları üzerine yakınmışlardır. Bu yüzden, genelde Matrix izleyicisi, filmi en aşağı iki kez izlemiştir. Ben—abartısız—yedi kez izledim. Her izleyişimde de yeni şeyler çıkardım kendimce.

Bu filmin, bendeki tesirinden öte, çevremde de enteresan etkilerini gördüm. Mesela; filmin konusundan çok etkilenip yakınındaki hocaefendilere; “Hocam, algıladığımız herşey, Matrix filmindeki gibi hayal olabilir mi?” diye soranları duydum. Bundan başka; “O film insanın itikadını kötü etkileyebiliyormuş!” diye filme gidilmemesini tavsiye edenleri gördüm. Abartmıyorum inanın, filmdeki ‘eşya/varlık algısından’ böylesine endişe duyanlar vardı. Bir de eline kaşık alıp nazar ederek bükmeye çalışanlar oldu ayrıca. Tabii onlar görece masum çabalardı.

Matrix bizi öylece beklesin biraz. Daha başka birşey anlatayım: Birkaç yıl önce, Cern deneylerinin netameli zamanlarında, İlim ve Kültür Vakfının bir seminerine gitmiştim. (2011'di sanırım.) Seminerin konusu, Cern’dü. Bir saate yakın Cern’de yapılmak istenen ve bunun ‘eşya algımıza’ katacakları anlatıldı. Kendi adıma, çok istifade ettiğimi belirtmeliyim.

Ama soru/cevap faslı başladığında semineri dinleyenlerden büyük bir kısmının bu büyük deneyi küçümsediklerini gördüm. Hatta içlerinden “Tanrı parçacığı bulacaklarmış. Peh! Bulacaklar da ne olacak sanki?” diyenler oldu. (Hatta söz alanlardan birisi tarafından enfüsî tefekkür övülerek, bu tarz afakî tefekkürler neredeyse aşağılandı.) Soru işaretleriyle bitirdiğim o geceyi, daha sonra Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndaki bir ifadesiyle anladım. Diyordu ki orada Üstad:

“(...) Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok ali ve kıymetli olan İman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler...”

Buranın devamında Bediüzzaman her iki mesleğin de tarifini yapıyor ve o mesleğe yönelik telif ettiği eserleri söylüyordu. Mesela; afakî tefekkürün ifadesi Ayetü’l-Kübra iken; enfüsî tefekkürün bir ürünü, Ene Risalesi’ydi. Ancak Bediüzzaman da enfüsî olan tefekkürün sırr-ı akrebiyete baktığını ifade ile daha üst bir tefekkür şekli olduğunun altını çiziyordu. Fakat dikkat: Afakîyi ötelemeden, ona dair şeyler de telif etmeyi ihmal etmeden...

Sanıyorum, Bediüzzaman’ın bu iki tefekkür şeklini (birden) neden önemsediğini, yalnız birisinden neden gitmediğini sonunda anladım. İki şey vesile oldu bunu anlamama. Bir kitap ve bir seminer. Kitapla başlayalım: Geçtiğimiz hafta Caner Taslaman’ın Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli kitabını okudum. O kitapta Taslaman Hoca, tekrar be tekrar birşeye dikkat çekiyordu aslında:

Fiziğin (afakî tefekkürün) atladığı her eşik, çıkardığı her yeni teori; bir diğer ucuyla felsefeye ve teolojiye (enfüsî olana) de dokunuyor; birşeylerin anlaşılmasında veya inkârında bir dayanak haline geliyordu. Hatta—mesela 138. sayfada—Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini inşa ederken Newton fiziğinden ne denli etkilendikleri aktarılıyordu okurlara. Başka bir yerde "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basılıyordu. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığı, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatılıyordu.

Tam da bu kitabı okuduğum hafta, Metin Karabaşoğlu abinin Ekim ayı Karakalem seminerine katıldım. O seminerin konusu da Bediüzzaman’ın güzel bakmak mesleği ile ilintiliydi. Bu kavramdan hareketle bütün külliyatı tarayan Metin abi, bize güzel bakmanın farklı yöntemlerini ve şekillerini gösterdi. Hatta en nihayet vardığımız sonuç (bencileyin) şu oldu:

“Bir insan varlıkla ilişkisinde sorunlar/kavgalar varsa, onun mutlaka Allah’la ilişkisinde de sorunlar vardır. Allah’la imanî düzlemde kurulmuş tam ve sorunsuz bir ilişki, varlığa da/kadere de güzel bakmayı ve onunla da kavgasız yaşamayı beraberinde getirir. Nitekim İslam büyüklerinin hayatları da bu ‘zaten güzel olanı, güzel görme’ mesleğinin delillerini oluşturur.”

Bu sonuçla birlikte benim afakî tefekküre bakışım da değişti. Ona daha fazla saygı ve ihtiyaç duymaya başladım. Hatta bu noktadan hareketle Bediüzzaman’ın Zerre Risalesi, Ayetü’l-Kübra ve Münacaat Risalesi gibi eşyadan marifet çıkarma üzerine yazılmış eserlerinin önemini kavradım. Eğer eşya algısı/afakî tefekkür bu denli insanın enfüsünü etkiliyorsa; Caner Taslaman'ın dikkat çektiği şekilde teolojik karşılıkları varsa; elbette yalnızca enfüsî tefekkürde kalmamak; afakî tefekkürü de yapmak gerekirdi. Ve belki Metin abinin sık sık naklettiği şu hadis-i şerifin sırrı da buydu: "Allahım, bana eşyanın hakikatini göster."

Fakat Mesnevi’deki bir nüas dikkatimiz çekiyordu burada da: “Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, afakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır...” Yani afakta icmalî/bütüncül bakmalı; enfüste ise derinlere dalınmalıydı. Ancak yine de ikisi birden lazımdı bize. Birisini küçük görmek, diğerindeki marifeti övmek, eksik algıyı doğuruyordu. O zaman da izlediği bir filmin ardından şüphelere düşenler oluyordu elbette. Çünkü kevn ve kalp, birbirinin aynasıydı.

31 Ekim 2013 Perşembe

Belki de bütün varlığım bir titreyişten ibaret

Fringe, özellikle ilk sezonlarıyla ilginç bir diziydi. Çok havai şeyler söyledikleri gibi; bazen bilmediğimiz bilimsel detayları da anlatıyorlardı. Hatta bir bölümünde de yaydığı titreşimden hareketle kayıp birisini bulmuşlardı. Meğer her varlık etrafına bir titreşim yayarmış. Hiçbirimizin yaydığı titreşim de diğerine benzemezmiş. Bir nevi parmak izi, ses izi veya retina kalınlığı gibi birşeymiş o da. Tabii günümüz teknolojisinde bu kadar hassas bir titreşim algılayıcı yok. Ama dizide vardı. Ve ilk kez o bölüm vesilesiyle duymuştum Sicim Teorisini.

Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.

Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.

Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...

Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."

Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.

Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”

Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?

Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.

Sinek, Sinema ve Zaman...

“Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. (...) Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir.” Bediüzzaman Said Nursî, 3. Lem’a’dan...

Sinek gözü, insan gözüne göre çok daha hassastır. İnsan gözünün saniyede çektiği resim sayısı, sinek gözüne kıyasla çok daha düşüktür. Bizim gözümüz, saniyede ancak 45-53 arası titreşimi hissedebilirken, sinek gözü 265 titreşimi hissedebilir. Bu nedenle onları yakalama çabalarımız çoğunlukla boşa çıkar. (İnsan, daha hamlesini yapmadan, sinek kaçar.)

Bu durum, sırf daha hızlı hareket etmelerinden kaynaklanmaz. Gözleri, bizim gözlerimizin yakaladığı an’lardan daha küçük an’ları, fiileri, değişimleri yakalayabildiği için çabuk farkında olurlar. Yani ‘farkındalıkları’ bizden çok daha açıktır.

Veya şöyle tarif edelim: Dünya, sinek gözüne göre, insan gözüne kıyasla, çok daha yavaş hareket eder. Eğer kendimizi bir sineğin gözünden seyredebilseydik, yavaş çekimde hareket eden bir filmi izlediğimiz izlenimine kapılabilirdik.

Ki, bir 2013 yapımı olan (Epic) Doğal Kahramanlar’da da esprili bir şekilde bu noktaya dikkat çekilmiş, insan hareketlerinin onların gözlerinden nasıl göründüğü şu cümleyle tarif edilmişti: “O kadar yavaş hareket ediyorlar ki, bizi yakalamaları imkansız.” Fakat o filmde—benim asıl önemsediğim— bu durum daha enteresan bir cümleyle de anlatılıyordu profesör karakteri üzerinden: “Onlar bizimkinden çok daha hızlı bir zaman diliminde yaşıyorlar.”

Zamanın izafiliği modern fizikte ilk kez Einstein tarafından ortaya atılan bir teori. Buna göre Einstein, aynı mekanda yaşayan insanların zamanı farklı şekillerde idrak edebileceğini söylüyor. Annalen der Physik dergisindeki makalesinde şöyle izah ediyor bunu: “Cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi, üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.”

Hareket, cisim ve zaman arasındaki bu bağlılık sanıyorum Zerre Risalesi’nin de en temel örgülerinden birisi. Özellikle ilk karşılaştığınız haşiye—biraz daha üst boyutta—hareket, yaratılış ve zaman arasındaki örgüyü ifade ediyor. Bediüzzaman’ın orada en çok hoşuma giden cümlelerinden birisi şu: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Ve bir diğeri de şu: “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”

Yani madde dediğimiz şeyin özünü; âlem-i gaybdan âlem-i şahadete, ilimden kudrete geçmekteki bir yaratılışın ihtizazatı/harekatı sağlarken; zaman dediğimiz şeyin özünü de bu ihtizazatın/harekatın toplamının oluşturduğu büyük nehir meydana getiriyor. Yani aslında hareket, mekan ve zaman diye üç ayrı şey yok.

Biz, mekan mekan algıladığımız dünyanın, bütününü kuşatamadığımız için, o mekanlar arasına bir öncelik ve sonralık koyuyor ve buna zaman adını veriyoruz. Zamanın en küçük parçası adını verdiğimiz an’lar bile aslında bizim şahit olduğumuz mekanlardan, mekanların da özünde hareketlerden ibaret. “Unutamadığım bir an...” diye tarif ettiğimiz herşey, aslında “Unutamadığım bir mekan/hareket algılaması...” cümlesinin farklı şekilde ifadesi. Varlığımız, mekanların bir sinema filmi kareleri gibi akıp gitmesinden oluşuyor. Ama biz bu sinema şeridine ‘zaman’ demeyi tercih ediyoruz.

Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Zerre Risalesi okumaları sırasında en çok altını çizdiğimiz örneklemelerden birisi bu; sinema şeridi/zaman; film kareleri/mekan veya an. Yalnız sanmayın bu örnekleme öylesine. Hayır, aslında Bediüzzaman’ın sinema, varlık ve zaman arasında kurduğu bağıntı, külliyatın her yerine sinmiş bir örgü gibi. Sırf ‘sinema’ kelimesiyle külliyat içinde bir arama yaptığınızda o kadar çok yerle karşılaşıyorsunuz ki! Şaşırmamak elde değil. Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde gittiği sinemanın (talebelerinin hatıralarından öğreniyoruz bunu) onun varlık ve zaman tefekküründe ne denli önemli bir yer tuttuğunu buradan da kavrayabiliyorsunuz.

Yine külliyat içinde Einstein’ın izafiyet teorisine en yakın (değil aynı, sadece yakın) beyanların bulunduğunu düşündüğüm 3. Lem’a’daki ‘bast-ı zaman’ meselesi bile, aslında ‘farkındalığın’ zamanı ne denli etkileyebilir/yavaşlatabilir olduğunun bir göstergesi. Eğer nazarınız, kâinatın ince sanatını ve tesbihatını görür; kulağınız işitir bir kıvama gelirse, elbette bu ‘daha üst farkındalık’ çevrenizdeki eşyadan daha hızlı bir başka zaman dilimine geçmenize neden olabilir. (Gaflet, yine zıttı şekilde etkileyebilir. Hatta ayetteki ifadesiyle: “Aralarında birbirlerine ‘(Dünya’da) sadece on (gün) kaldınız’ diye gizli gizli konuşacaklar. Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz. O vakit içlerinden en aklı başında olanları, ‘Siz sadece bir gün kaldınız’ diyecektir.”)

Farkındalık, hareket, madde, varlık, zaman arasındaki bu ilişki; üzerinde çok şeyler yazmaya ve konuşmaya değer. Bediüzzaman’ın fiziğe bakışının en zengin ifadelerine rastladığımız Zerre Risalesi de bu gözle incelenmeyi bekliyor hâlâ. Fakat biz bu şerh ihtiyacının neresindeyiz?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...