21 Ekim 2024 Pazartesi
Ateistler, Einstein'la Bediüzzaman'ın nasıl anlaşabildiğini de açıklasın!
İşte bu durum, zikredildiği türden, 'sonralığının bilgisinin öncesinde bulunmaması' halidir. Tesadüfen olmuş şeylerde sonralığın bilgisi öncesinde bulunmaz. Zira eylem bir bilgiye yaslanarak oluşmaz. Fakat failli işlerde bunun aksine bir düzen vardır. Failin 'ilim-irade-kudret üçlüsüyle' belirlediği kalıp, fiilin sonuçlarının da kestirilebilir olmasını sağlar. Hanenizdeki herhangi bir makineyi, örneğin çamaşır makinesini, çalıştırdığınızda sonuçta ortaya neyin çıkacağını kestirebilirsiniz. Zira makine faillidir. Sistem üzere çalışacak şekilde ayarlanmıştır. Üstelik onu çalıştıran siz de bir amaca, bir öncelik bilgisine, bir programa sahipsiniz. Böylece makinenizi açtığınızda içinde beklediğiniz sonucu bulursunuz. Evet. Çamaşır makinesinden dumanı üstünde börek çıkmaz. Tost makinesinden ütü yapması beklenmez. Fırınınızda gıdalarınızı soğutamazsınız.
İşte burada 'tesadüf' bize temel tutumlarından birisini fısıldamış oluyor. Diyor ki: "Eğer oluşların fail-i muhtarı ben olsaydım hiçbir eylem sonrasını haber veremezdi. Hiçbirşeyin yasası olmazdı. Çünkü ben, huyum kurusun, sonrasında ne olacağını söylemem. Söylemem, yani söyleyemem, zira kendim de bilmem. O yüzden adım 'tesadüf'tür. Onları bir 'biliş-irade' ile inşa etmediğim için ne olacağı meçhul kalır. Malum, aşktan önce kuvvetin gözü kördür, salt güç gelecek garantisi vermez."
Bediüzzaman Hazretleri de mevzuun bu yönüne dikkat çekmez mi sık sık. Nümune bırakalım: "Serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat'î kanaat getirdim."
Buradan elbette müslümanların kadere iman etmesinin bir delili/gerekliliği de kendisini gösteriyor. Evet. Müslümanlar kadere iman ettiklerinde varoluşun da öncesinde (esasında öncesinde değil ezelinde, yani zamandan aşkın olarak, zamanın da ötesinde) bir bilginin varlığına iman etmiş oluyorlar. Varlığın bu bilginin zemini, kalıpları, takdirleri üzerine inşa edildiğini ifade ediyorlar. Tıpkı ayette kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Hakikaten de bilmeden yaratış nasıl mümkün olabilir? Sonrasında ne olacağını bilinmeyen bir öncelikte kaostan başka ne vardır? Fakat bizi burada şöyle birşey yanıltıyor. Nedir? Kendi 'dikkatsizlik' alanımızla 'mutlak tesadüfü' birbiriyle karıştırıyoruz. Bunu da biraz açmam gerekecek:
İnternetten alışveriş yaptığımızı hayallenelim. Bilgisayarınızın başına oturuyorsunuz. Google'dan bir aratma yaparak istediğiniz ürünü uygun fiyata buluyorsunuz. Hemen bir tıkta alışveriş sitesi önünüzde açılıyor. Tam bu esnada, farz-ı muhal, dikkatsiz bir 'tık'lama yaparak, yanlış bir ürünü sipariş ediyorsunuz. Şimdi diyebilirsiniz ki: "İşte benim eylemim de bir tesadüf sonucu oluştu. Fakat sonuç yine de düzenliydi. Yanlış da olsa evime kadar bir ürün gelmiş oldu. Yaratılış da böyle olamaz mı?"
Fakat burada ıskalanan birşey var. Sizin 'dikkatsizliğiniz' (veya 'lokal tesadüf alanınız' diyelim buna) kurulmuş bir düzen içinde gerçekleşti. Bilgisayarın sisteminden tutun ta internet ağına, ta alışveriş sitesine, ta kredi kartıyla alışveriş usûlüne kadar herşey zaten belirlenmişti. Ve bu süreçlerin hiçbir yerine tesadüfünüzün eli uzanmıyordu. Yani kısa boylu bir tesadüfünüz vardı. Ve sizin yaptığınız hata, yanlış, dikkatsizlik, lokal tesadüf dahi yine sistemin içinde kaldı. Yine düzenlilikten birisi seçildi.
Bu yönüyle tesadüfünüzün(!) kendisine yaratılış atfedilen 'mutlak tesadüf' gibi olmadığını bilmelisiniz. Ve, evet, bu açıdan bakınca kainat da tastamam bir düzenlilik içinde işliyor. Varlığın irademize bırakılan küçük alanının dışında bir 'inayet okyanusu' sürekli akıyor. Biz, ne kadar dikkatsizlik etsek de, çok küçük bir alanı etkileyebiliyoruz ve nihayetinde o eylem 'bizim için' yanlış sonuçlar ortaya çıkarıyor. Her şekilde varlıktaki nizamın içinde kalıyor. İşte bu nedenle halk-ı şer şer olmuyor, ancak kesb-i şer şer oluyor. Çünkü senin kesbin ancak o seçeneği 'sana' şer yapabilir. Halbuki halkedilmesi sistemin bir gereğidir. Fonksiyoneldir. Sen yanlışlıkla kazağı seçip hatalı bir alışveriş yaptın diye internette kazak satılmasına suç diyemezsin. Sen, ihtiyacın olmadığı halde yanlış bir ürün aldığın için boşuna para harcamış oldun, onu kendine şer yaptın. Mevzu bu kadardır.
O yüzden mürşidim İşaratü'l-İ'caz'ında der: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır..." Aynen öyle. Biz her ne yapsak bu nizamın içinde kalarak yapıyoruz. Bu nizamın dışına asla çıkamıyoruz. O yüzden elimizden çıkan 'tesadüfler' yalnız bize bakan yönleriyle 'tesadüf'ler. 'Göre'mizin dışında herşey muhteşem düzenin içinde akıp gidiyor. Allah'ın inayeti bir sürekli tercihlerimizin altında işliyor. Veba salgını başlayan Filistin'e gitmeme kararı üzerine, Ebu Ubeyde bin Cerrah radyallahu anhın, Hz. Ömer radyallahu anha sorduğu "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" sualine onun verdiği cevapta olduğu gibi: "Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum." Bin maşaalllah ona. Çünkü dışarısı yoktur.
Mutlak tesadüfse dışarısını imâ ediyor. Halbuki böyle bir dışarılıkta hiçbir fiil sonrasını garanti etmez. Başta denildiği gibi: Tesadüfün işlerinde sonralığın bilgisi öncelikte bulunmaz. Bilimde 'yasa' diye tabir ettiğimiz herşey aslında bir tür 'öncelik-sonralık bilgisi'dir. Bir yasayı keşfettiğimiz zaman, Allah'ın yaratışının, öncede sonralığın bilgisini nasıl yerleştirdiğini farketmiş oluruz. Ve şartları tekrarladığımızda aynı sonuçları alırız. Buna 'tesadüf' diyemeyiz, hâşâ, çünkü tesadüf olsaydı bu tür bir biliş mümkün olmazdı. Tıpkı zarları atmak kabilinden olurdu ki, belki biraz da bu yüzden Einstein, "Tanrı zar atmaz!" diyebilmiştir.
Yine aynı sebepten Bediüzzaman'ın 'Hafîziyet' tefekkürleri bana ayrıca manidar gelmiştir. Mesela Haşir Risalesi'ndeki şu kısım: "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. Zira, görüyoruz ki, vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden herşeyin, Hafîz-i Zülcelâl, birçok suretlerini, elvâh-ı mahfuza hükmünde olan hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibkà ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor."
Acayip birşey değil mi? Nasıl heyecanlandırıcı! Herşeyin bilgisi hem evvelinde hem ahirinde. Bu 'hafıza' bir failin tasarrufunun 'parmak izi.' İlim izi. İrade izi. Hem öncesinde hem sonrasında. Kainatta hep göregeldiğimiz şey. Ama hiç bu gözle bakmamıştık doğrusu. Yaratıcı 'tesadüf' olsaydı bu bilgi hem öncede hem sonrada nasıl bulunacaktı? Halbuki tesadüfün işini hiçbir sonralığın garantisinin öncelikte bulunmamasıdır. Sonranın da öncesini asla garanti etmemesidir. Eğer arabamın direksiyonunu; değil şuursuz tabiatın, serseri tesadüfün, kör kuvvetin vs. ellerine; bir yaşındaki bebeğin iradesine bıraksam nereye gideceğimizi kestiremem. Hatta bir yere gidebileceğimiz de meçhuldür. Allah korusun, sonumuz herhalde ölümdür, yıkımdır, yokluktur. Fakat kainat hiç böyle işlemiyor. O yüzden işte iktibas yaptığım 10. Söz'ün 7. Hakikat'i şu cümleyle başlıyor: "Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet olup ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir." Ben onu zaman boyutunda bir 'hıfz' olarak algılıyorum ama belki de o zaten er-Rakîbin her an yaratışta olduğunun delilidir. Bilgi her yerde var. Çünkü herşeyi bilen her zaman her işin içinde...
İşte bu yazılık da tefekkürümün bu kadar arkadaşım. Allah'tan hem senin hem kendim için 'inşirah' dilerim. Evet. Onu bilmek de yine Onun lütf u bağışıdır. Lütfetsin. Kerem etsin. Rahmet etsin. Kendisini bildirsin. Çünkü Onun bilgisi tüm hayırların başıdır. Zaten "Bismillah her hayrın başıdır." Herşeyin varoluşu ilmiyledir. Hakikatleri de yine ancak Esmaü'l-Hüsnasına bakar.
23 Ağustos 2024 Cuma
Molozların mimarlığına kim inanır?
Bir mimar yapacağı binayı hergün başka bir 'şey'e dönüşerek
inşa edemez. Bir inşa faaliyeti yürütmek özünde intizamlı bir faaliyet
yürütmektir. Bu da fiilerin tamamının bir bütünün amacına hizmet etmesi
anlamına gelir. Aynı amaca hizmet etmek insan bedenine kıyasla ruh sahibi olmak
gibidir. Bütün zerrelerin birbirinin amacında olması lazımdır. Bütünün amacına
hizmet etmesi lazımdır. O sayede bütünlük devam edebilir olur. Eğer bir mimar,
inşa faaliyeti sırasında, sabitesi kalmayacak şekilde değişken olursa, elinden
çıkan fiiler de düzenliliğini yitirir. Kendisi olmayı hatırlamayanlar vâdeli
eylemlerde bulunamaz. Hafızası olmayanın düzenliliği yoktur. Ruhu olmayanın bir
amacı takip etmesi mümkün değildir. Hafıza yokluğunda irade de yokolur.
Değişkenlik, sahibiyle birlikte, fiilerin arasındaki bağları da yokeder.
Fiilerin bağı kalmadığında, yani bir amacı takip ediyor olmadıklarında, vücud
sahası terkedilir. Denilebilir ki hatta arkadaşım: Her türden bomba en özünde
mezkûr sulhü bozmaya dayanır.
Bu pencereden baktığımızda 'kanun' kabilinden kainatta
gördüğümüz her tekrarın aslında 'büyük bir hafızanın izleri' olduğunu
söyleyebiliriz. Fizik eşyanın 'nasıl eyleyeceğini hatırlaması' gibidir. Kimya
yine öyledir. Biyoloji yine öyledir. Aslında bütün bilimdalları varlığın 'sanki
ruh sahibiymiş gibi' kendiliğini tekrar etmesi sırrına bağlanır. Ahmed'i bugün
yaralayan yarın da yaralar. Bu Ahmed'i bir karakter sahibi yapar. Ona Ahmed
denmesini sağlayacak sabiteler sahibi yapar. Prensip sahibi olmak kendiyle
çelişkiye düşmemektir. Ruh bu türden kendiliklerimizin yekününe benziyor. Allah
her an değişen bedensel varlığımız içinde kendimizi tanımamızı sağlayan bir
'sabiteler âlemi' bulunduruyor. O sabite âlemi sayesinde ne bedenimizdeki ne de
çevremizdeki değişimler bütünlüğümüzü dağıtamıyor. Evet. Hiç değişmiyor
değiliz. Kabul. Ama yine de kim olduğumuzu hatırlamayacak kadar değişmeyiz.
Kütle çekim yasası bir hafıza tezahürüdür. Nasıl? Şöyle:
Yani kütle ne yapacağını 'hiç unutmamacasına' hatırlamaktadır. Hatta insandan
da iyi hatırlamaktadır. Unutkanlığı sıfırdır. Yoktur. Varolduğu her yerde
fiziğiyle, kimyasıyla, biyolojisiyle vs. birlikte vardır. Evet. Ne muhteşem
birşey! Varlık, o varlığın 'ne'liğini taşıyan ilmiyle beraber varolmaktadır.
Bir demir atomu görevlendirdiğiniz her yerde o "Ben hâlâ o tanıdığınız
demirim arkadaşlar!" demeyi unutmaz. Hem de hiçbir detayıyla unutmaz.
Bilimin bile kuşatamadığı kadar unutmaz. Bilim ancak bu hafızayı çözdüğü kadar
bilimdir.
İşte ben bu 'hafıza delili'ni yaratılışın delili
saymaktayım. Zira hafıza arkasında ilmi görmekteyim. Hafıza da bilmenin bir
tezahüründen başka şey değildir nihayetinde. Hatırlayan ancak bildiğini
hatırlar. Daha büyük bir hakikate doğru başımızı kaldırırsak hatta: Unutmayanın
hatırlamaya da ihtiyacı olmaz.
Dikkat kesilelim: Canlılarda, hatta canlıların en üstünü
insanda bile, dörtbaşı mâmur şekilde bulamadığımız şu hafızayı cansızlarda en
muhteşem şekliyle bulmaktayız. Ben âdemiyetimi unuttuğum işler yapabiliyorum.
Ne bileyim, yalan söyleyebiliyorum mesela. Yahut çeşitli zulümler işleyebiliyorum.
Pişman olabiliyorum. Bedeli sayılacak vicdan azapları çekiyorum. Vicdan
hafızayla beraber çalışıyor. 'Olması gereken' diye hafızamda tuttuğum şeyin
izini kaybettiğimi farkediyorum. Cansızlar bunu asla yapmıyorlar. Cansızlar
asla pişman olmuyorlar. Zaten pişman olacakları bir hafızasızlık da
işlemiyorlar.
Çok dolaştırdım sizi. Epey de yordum. Tohuma geri döneyim.
Tohum yapacağı şeyi kendisini yıkarak inşa ediyor. Tohumun ağaçlığı esasında
tohumluğundan vazgeçişi. Tohumluğunu yıktığında ağaca dönüşüyor. Fakat bir
Ustanın kendisini öldürerek eserini inşa etmesi mümkün değil. Hem yıkılan hem
yapan olması mümkün değil. Yıkılan yapma yeteneğini kaybeder. O yüzden,
mürşidim başka bir yerde, "Maahaza, icadın
esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin
teşkil ediyor..." dedikten sonra şunun imkansızlığını anıyor: "Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm
olması lâzım gelir: Kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan
taşlar gibi..."
Hem hâkim hem mahkûm olmak, işte, yukarıda benim de işaret
etmeye çalıştığım şey. Şeylerin varoluşundaki acayip şey. Birşey varolurken
sebepler dairesinde kendisini varedeni yıkıyor. Sebep, hâşâ, artık nasıl bir
yaratıcıysa, kendisi yokolurken varoluyor yarattığı. Tohum kurban olurken ağacın
sırrı ortaya çıkıyor. Halbuki altını çizmiştik: Yaratış süreci yaratan için bir
'kendi olarak kalma'yı zaruri kılar. Gezegenler etrafında düzenle dönüyorsa bu
güneşin sabiteliğindendir. Allah Kadîm'dir. Hep vardır. Öncesi yoktur.
Ezelî'dir. Değişmez. Bâkî'dir. Sonrasından bahsedilemez. Evet. Sabiteliği böyle
Subhan bir sabiteliktir. Kainattaki muhteşem değişim de ancak böyle bir
sabiteliğe dayanırsa varolabilir. Anların bile yeni âlemler vücuda getirdiği bu
düzen kendisini yıkarak doğuran bir anneliği kaldıramaz.
Belki biraz da bu hikmetle İhlas sûresinde buyrulur:
"O ne doğurmuştur
ne de doğurulmuştur."
En büyük resme baktığınızda, hâdis olan, sonradan olan,
değişen, dönüşen herşey bir tohuma benzer. Herşey başka birşey olurken
kendiliğini yıkar. Ödün verir. Dağılır. Kainat, parçalarının tamamı başka
tohumlar yaratılırken yıkılan tohumlardan oluşan 'bir büyük tohum'dur. Yüzü
ahiret ağacına bakan bir tohumdur. Yıkılmaktadır. Bir bina yerine yapılacak
binanın nasıl mimarı olabilir? Halbuki kendisi yıkılmıştır. Kendisi kendisi
kalamamıştır. Malzemesi diğer oluşun hammaddesi kılınmıştır. Diğer oluşun
hammadesi olacak derecede parçalanmışken, ademe yaklaşmışken, nasıl olup da
yeni bir inşaatı yaratacak kadar muhteşem bir sabiteliği saklayabilmiştir?
Subhanallah. Bediüzzaman Hazretlerinin "Sâni,
masnû içinde olamaz..." derken vurguladığının biraz da bu olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Allahu
a'lem. Evet. Altını çizelim: En doğrusunu elbette Allah bilir. Ben de affımı o
Rahman'dan dilerim.
26 Ağustos 2020 Çarşamba
Ateistler nasıl dua ediyor?
Efendim, öncelikle ifade edeyim, elhamdülillah, müslüman bir ailede dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli de dinimin şuurundayım. Fikrindeyim. Zikrindeyim. Hatta şükründeyim. Ancak, şunca yıllık müslümanlığım içinde, yaşamanın bizzat bir dua olduğunu, hatta her varoluşun da bir tarz duaya hizmet ettiğini Risale-i Nur'u okuyunca anladım. Zaten bilenler lütfen cehaletimi bağışlasınlar. Ben hakikaten âlemi hiç böyle düşlemiyordum. Benim için bir olagelen-olagiden akış vardı dünyada bir de dua ettiklerim. Bir sebepler dairesi vardı bir de dileklerim. Çalışmanın da bir çeşit dilemek olduğunu Risale-i Nur'la farkettim. Yoksa, eski zannımca, hâşâ, sanki Allah süregiden akışa sadece kabul ettiği dualarımla arasıra dahil oluyordu. Onları kabul ettikçe karışıyordu. Değiştiriyordu. Yoksa kainatı akışına bırakıyordu.
İtikadımda işleyişin böyle olmadığını biliyordum. Ama sahada sanki başka bir eyleyişe imanım vardı. Mürşidim "Dua üç nevidir..." deyip "Esbabın içtimaı müsebbebin icadına bir duadır..." arşına kadar mevzuyu ballandırınca, Allah Allah, göğsümde bir ağaç canlandı. Dallandı. Uzamaya başladı. Neden-sonuç ilişkisinin varlığını anlamlandırmada yeni bir boyuta varıldı. Hem de ne boyut! Bu boyutun açılmasıyla kainatın tevhidle çelişik hiçbir yanı kalmadı. Çünkü kendime sorardım: "Herşeyi Allah yaratıyorsa bu sebep-netice ilişkileri neden var? Neden Allah mahlukatı arasına böyle bir işleyiş serpiştirmiş? Neden yağmuru buluta, tohumu toprağa, ışığı güneşe bağlamış?" Tamam. Sırr-ı imtihanın da bir cevabı vardı. Bu âlemde sınanıyorduk. Ve her sınanma bir 'örtme'yi bağrında saklardı. Örtüyü aşanlar ancak kazanırdı. 'Küfür' lafzının köken olarak 'örtme'yle bağlantısı da durumu açıklıyordu.
Ancak sınanmanın da üstünde birşeyler sezinliyordum. Dua bahsi bu açıdan kurtuluşum oldu. Biz, tohumu toprağa atarken, ışık için güneşe yönelirken veya her sabah işe giderken yine bir duanın parçası oluyorduk. Şuurumuz olsun-olmasın. Sebepler içindeki her hareketimiz kulu ile ilahı arasındaki isteme-verme ilişkisinin bir parçasıydı. Burada bir de şu vardı: Esbabın işleyişi Vahidiyetle tayin edilmiş kanunlar içerisinde uygun adım ilerleyişlerden oluşuyordu. Dil ile yapılan dualarsa Ehadiyet gölgesindeki özel kurtarışlara dönük çağrılardı. Bu nedenle birincisinin karşılığı daha somut görülüyordu. İkincisinin karşılığı ise usûlüyle verilirdi. Birincisi genel-geçerdi. İkincisi kendi şartlarına mahsustu.
Şu noktaya da dikkat et arkadaşım: Bize "Bak, sen dua ediyorsun gelmiyor, ben yapıyorum oluyor!" diyen cerbezeciler aslında şöyle demiş oluyorlar: "Bak, sen dille dua ediyorsun hemen gelmiyor, ben fiilen dua ediyorum oluyor!" Bizim de buna bir itirazımız yok zaten. Cidden de öyledir. Cenab-ı Hakk, tabir-i caizse, kanunları gölgesinde edilen duaları özel muamele isteyenlerden daha zâhir kabul eder. İstediklerini verir. Ötekilerin duası kabul edilmez sanma. Onlarınki de kabul edilir. Ya bu dünya ya ahiret için kaydedilir. Ancak 'özel muamele'nin usûlü 'kanunların gölgesi'yle bir değildir. Şartları daha ağırdır. Nitekim: Peygamberlerin dille ettikleri dualar da kabule karîn olur. Geriye kalan salihlerin durumu da derece derecedir. Ancak iş fiilî duaya gelince avam bazen âlimin de önüne geçer.
Tarlasını düzenli eken güçlü-kuvvetli bir reçber bahçesine bakmakta zorlanan ihtiyar âriften daha çok karşılık alabilir. Devletin şartlarına riayet ederek başvuran bir sıradan vatandaş istediğini kolaylıkla alırken kendisine özel bir muamele yapılmasını dileyen mebus buna zorlukla ulaşabilir. Bu Cenab-ı Hakkın kullarına bir merhametidir. Eğer her yaratışını kavlî duadaki usûlün hassaslığına bağlasaydı bugün kolaylıkla yediğimiz bir nar meyvesini hakettirecek duayı milyonda birimiz edebilirdik. Öyle ihlası pek azımızda bulabilirdik.
Gelgelelim, beşere merhamet ile kurulmuş bu düzen, pekçoğunun inkârını da beraberinde getiriyor. Nefes almaları bir tür "Beni hayatta tut Allahım!" duası olan ateistler onu aştıklarını sanıyor. Materyalizm dediğimiz illet buradan yeşeriyor. Kanunlar gölgesinde edilen duaların sıkça kabulü, kulun kendisini veya neden-sonuç ilişkilerini ilah olarak görmesine evriliyor. Hatta, öyle tuhaf ki, kendi duasını mü'minlerin duasının karşısına rakip çıkarmaya da cür'et ediyor. Eh, bu minvalde söylenecek çok şey var, fakat yazının ömrü bu kadarına yetti. Fiilî duanın kavlî duaya göre daha başka ne kemali var, onu da başka bir yazıda düşünelim beraberce, Allah'a emanet ol. Dualarında da bu kardeşini unutma sakın.
5 Ocak 2017 Perşembe
Dinle satranç oynanır mı?
Siz, bu meselenin Cübbeli Ahmed Hoca'ya bakan yönüyle oyalanadurun, ben size Mustafa Akyol Hoca'ya bakan yönüne dair birşeyler söyleyeceğim. Malum, Akyol Hoca, geçtiğimiz günlerde twitter'da şöyle yazdı: "Satranç günahtır gibi absürt hükümler İslam fıkhındaki tecdid (yenilenme) ihtiyacını bağırarak önümüze koyan örneklerdir." Bu 'süper ilmî' tesbiti gördükten sonra aklıma gelen şeylerden birisi de, yine geçtiğimiz günlerde dinlediğim, Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersiydi. Mişkatü'l-Mesabih isimli eserin Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadis-i şerifle başlayan ders; aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne insan psikolojisinin çok da değişmediğini gösteriyordu.
Özetle ve bilmana nakledeceğim: Hadisin başında bir müşrik Selman-ı Farisî'ye (r.a.) alaycı bir üslûpla soruyordu ki; "Arkadaşınız (Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı kastediyor) size tuvalette ne yapacağınızı bile öğretiyormuş?" Ve hadisin devamında da Hz. Selman ona cevap veriyordu. Burada Ebubekir Hoca'nın hikmetli bir şekilde dikkatimizi çektiği şey şu idi: Hz. Selman, bu alaycı sual karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan, büyük bir özgüven ve rahatlıkla diyordu ki: "Evet, o bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten mezkûr hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması içerdiği 'temizlik adabı'na dair bilgilerden ötürüydü.
Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün misaller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sadece bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Hadis kitaplarında yeralan ve hayatın her alanıyla ilgili ümmete rehberlik sunabilecek olan nakiller, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hiçbir davranışının sahabe tarafından 'absürt' bulunmadığını; bilakis, dikkatle takip ve zaptedilerek/nakledilerek muhafaza edilmesi gereken birşey olarak görüldüğünü ortaya koyuyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet adabı da vardı, eşler arasındaki ilişkiler de, hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de... Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise mezkûr hadis-i şeriften anlıyoruz.
Ben, bu sorunun, sadece 'peygamber' kavramına bakıştaki bir arızadan kaynaklanmadığını düşünüyorum. Çünkü mürşidim "Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz?" sualine verdiği cevapla bana öğretiyor ki: İmanın esaslarından birisinde arıza yaşayan insanın bu arızası aslında esasat-ı imaniyenin tamamıyla ilgilidir. Başta Allah'a iman olmak üzere, iman esaslarının tamamı, birbirine yaslanarak ayakta duran taşlar gibidir. Birisinde devrildiğiniz (veya birisi devrildiği) zaman bu gösterir ki: Diğerlerinde de arızalarınız var.
"Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."
İşte, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamana da 'öğretisiyle hayatın her detayına nüfuz eden bir muallim' olarak değil de 'mesajı iletmekle işi bitmiş bir postacı' gözüyle bakmak; aslında Allah'a da 'ilmi, iradesi, kudretiyle hayatın her anında müdahale eden, her yerde isimleriyle hazır, nazır ve mahlukatına ilgili olan bir ilah' olarak değil de 'kainatı başta kurmuş/yaratmış sonra kendi haline bırakmış bir saatçi' gözüyle bakmanın neticesidir. Biri diğerinin anasıdır. Bu arıza doğduktan sonra da Allah (hâşâ) ufaktan ufaktan (önce) müdahale ve (sonra) varlık sahasından iteklenmeye başlar.
Önce fıkıhtan rahatsız olmaya başlarsınız. (Çünkü Allah fıkıh sayesinde hayatınızın her anına karışabilmektedir.) Sonra sünnet-i seniyye canınızı sıkmaya başlar. (Çünkü sünnet, size dair, ama sizden üst bir otoritenin belirlediği yoldur.) Sonra sahabe rahatsız eder. (Çünkü dinin hayata yansımasında rehberliği kaçınılmaz bir otoritedir.) Sonra da... Neden uzatıyorum? Sonra da önce deist olur vahyi itelersiniz. (Çünkü dışarıdan insanlığa bir müdahaledir.) Sonra da determinist olur Allah'ı kainatta hiçbirşeye karışmaz hale getirirsiniz. (Çünkü dışarıdan kainata bir müdahaledir.) Yani hevanız hatrına 'azıcık da kendinize yer açmaya çalışmakla' başlayan yolculuğunuz, Allah muhafaza, en nihayet Allah'a yer bırakmamakla biter.
Şimdi ben de, buraya kadar yazdıklarımdan hareketle, Mustafa Akyol Hoca'nın gösterdiği yere değil, parmağına bakmayı teklif ediyorum sizlere. Evet, yanlış okumadınız, parmağına! Bu parmak, satranç haram olsun veya olmasın, dinde verilecek bir hükmü neye bağlıyor? Onun 'absürt' olup olmamasına değil mi? Peki, birşeyin absürt olup olmaması hangi kaideyle bağlıdır? Hangi ilmî usûl çerçevesinde birşey absürt olur veya olmaz? Ben cevap vereyim: Hevadan başka birşeye bağlı değildir. Çünkü absürtlük tayini bir usûlle yapılmaz.
Daha açıklayıcı olmak adına twitter'da verdiğim örneği tekrarlayayayım: Biz normalde selamı ne zaman veririz? Bir yere yeni geldiğimizde değil mi? Peki namazdan çıkarken neden sağımıza ve solumuza selam veririz? Bir yere yeni gelmekle ne ilgisi vardır bunun? Mescide neden sağ ayakla gireriz? Bir işe sağ ile başlamanın sol ile başlamaktan, biyolojik olarak, ne farkı vardır? Daha hızlı ilerleyelim: Eğer siz, fıkhî bir meselede 'absürtlüğü' bir usûl olarak işletmeye başlarsanız, dinin özellikle 'taabbüdî' diye tarif edilen kısmına ne olur?
Mugalata ile kıvırmaya gerek yok: Duman olur. İşte, Akyol Hoca'nın, işaret ettiği yere değil de, parmağına bakınca görülen facia budur. Cübbeli Ahmed Hoca'ya bir cevap verilecekse bu 'heva' ile değil ehl-i sünnet kıstaslarının kabul edeceği 'bir usûlle' verilmelidir. Ben de, meseleyi satranç üzerinden değil, Akyol Hoca'nın ve benzerlerinin kem niyetli parmağı üzerinden konuşalım istiyorum. Zira bu usûlsüz parmak çok göz çıkaracak gibi duruyor. Nitekim, Kur'an da, o parmaklardan birisinin "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" sorusunu, yani 'tekrar dirilişi absürt bulan tavrını' haşmetle cevaplamıyor mu: "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir."
18 Mayıs 2016 Çarşamba
Özlemek de sonsuzluğun delilidir
Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.
Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.
O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.
Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."
9 Kasım 2014 Pazar
İçimdeki ateiste mektuplar 3: Deprem ayeti
Sadece bir deprem. Bir depremde insanoğlunun bütün tedbirleri berhava oldu! Hâlbuki bundan bin kez şiddetlisi her bahar olmakta. Her bahar, birden uyanışa geçen canlılar rızık diye varlık sahnesine koşmakta. Kıyafet diye bağırmakta. Barınak diye ağlamakta. Bir baharda, bir uyanışta, bütün canlılar kıştan kalkmakta ve kendi lisanlarıyla hayatlarını aramaya başlamakta.
Fakat ne gariptir, şu görünüşte kurumsuz, devletsiz, organizatörsüz(!) dünya şehrinde hiçbirisi aç veya açıkta kalmıyor. Her canlı kendine ait olan rızkı buluyor, buluşturuyor. Kendisi rızka koşamayanların gıdası köklerinden, yani bir nevi ayaklarından kendisine sunuluyor. Her ağacın bir zamanı var, o zamanda çiçek açıyor. Bir denge var, her bahar korunuyor. Bir sistem var, her bahar tıkır tıkır işliyor. Sahi, dünya şuursuz kafasıyla bunu nasıl başarıyor? Sözde bu âlemin en akıllısı sensin. Sen söyle arkadaşım. Sen bir depremde insan türünü hizaya getiremedin. Dünya bunu her bahar milyonlarca türde nasıl başarıyor?
8 Kasım 2014 Cumartesi
İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?
Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?
Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?
Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”
Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"
Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor.
29 Temmuz 2014 Salı
Hani tanrı ölmüştü?
Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: 'Galaksiler arası uzaklıkları' veya 'evrenin genişleme hızını' bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: "Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum." Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça: "Onlar ki gayba iman ederler." Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü...
Lee Strobel'ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı "Hani Tanrı Ölmüştü?" kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.
Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: "Ona göre bilim, bizi 'İlk Olay'a götürdü, fakat daha da ötesine gidip 'İlk Sebep'e ulaştıramadı." Çünkü 'İlk Sebep' tefekkürü yukarıda Sandage'ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce: "Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor." Yahut Galileo'nin de dediği gibi: "Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini."
Bu iki (gayb'lı ve gayb'sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology'de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:
"Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: 'Çaydanlık neden kaynıyor?' Karınız şöyle cevap verirse: 'Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.' Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; 'Çay yapmak için onu ben koydum.' İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır."
"Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır."
Söz 'fail'e gelince İkram Arslan abiyle 2014'te TV111'de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz'ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A'râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: "Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı?” Sanki içerisinde "Baksalar göreceklerdi" veya "Bakanlar görecekler" manalarını da barındıran bu ifade, 'içyüzü' diye karşılık verdiğimiz şeye 'melekut' diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: "Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?"
Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere'de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman'ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale'den o kısmı da alıntılayayım:
"İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir."
Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig'in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin 'melekut'tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb'tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage'ın dediği gibi: 'Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor'du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman'ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:
"Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."
Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür 'melekuta dair tefekkür' olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig'in 'bilimsel açıklama' dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman; "İçine dalma, boğulursun" derken, Sandage; "(...) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor" diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...