Risale-i Nur'da öyle metinler vardır ki, hayatınızı 'Çaaat!' diye değil ama, bir incecik 'çıt' diye ikiye böler. Yani, onları okumadan önce başka birisinizdir, okuduktan sonra başka. Bunu söylerken 'hidayet romanları'ndaki gibi şiddetli bir dönüşümden bahsetmiyorum arkadaşım. Hayır. Daha sessiz oluyor herşey. Kafanızda/kalbinizde bir daha kapatamadığınız bir kapı aralanıyor. Bir yeni görüş gözünüze katılıyor. Bütün aynılıklarınız içinde başka bir tefekkür tırtılı yolunu yontmaya başlıyor. Siz sonra sonra bunun meyvelerini devşiriyorsunuz. Belki 'sırran tenevveret'in bir nüktesini kendiliğiniz üzerinden de böyle temaşa ediyorsunuz. Evet. İşte öyle metinlerden birisi de, benim açımdan, 24. Mektub'un 1. Zeyli'dir. Yani dua bahsidir.
Efendim, öncelikle ifade edeyim, elhamdülillah, müslüman bir ailede dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli de dinimin şuurundayım. Fikrindeyim. Zikrindeyim. Hatta şükründeyim. Ancak, şunca yıllık müslümanlığım içinde, yaşamanın bizzat bir dua olduğunu, hatta her varoluşun da bir tarz duaya hizmet ettiğini Risale-i Nur'u okuyunca anladım. Zaten bilenler lütfen cehaletimi bağışlasınlar. Ben hakikaten âlemi hiç böyle düşlemiyordum. Benim için bir olagelen-olagiden akış vardı dünyada bir de dua ettiklerim. Bir sebepler dairesi vardı bir de dileklerim. Çalışmanın da bir çeşit dilemek olduğunu Risale-i Nur'la farkettim. Yoksa, eski zannımca, hâşâ, sanki Allah süregiden akışa sadece kabul ettiği dualarımla arasıra dahil oluyordu. Onları kabul ettikçe karışıyordu. Değiştiriyordu. Yoksa kainatı akışına bırakıyordu.
İtikadımda işleyişin böyle olmadığını biliyordum. Ama sahada sanki başka bir eyleyişe imanım vardı. Mürşidim "Dua üç nevidir..." deyip "Esbabın içtimaı müsebbebin icadına bir duadır..." arşına kadar mevzuyu ballandırınca, Allah Allah, göğsümde bir ağaç canlandı. Dallandı. Uzamaya başladı. Neden-sonuç ilişkisinin varlığını anlamlandırmada yeni bir boyuta varıldı. Hem de ne boyut! Bu boyutun açılmasıyla kainatın tevhidle çelişik hiçbir yanı kalmadı. Çünkü kendime sorardım: "Herşeyi Allah yaratıyorsa bu sebep-netice ilişkileri neden var? Neden Allah mahlukatı arasına böyle bir işleyiş serpiştirmiş? Neden yağmuru buluta, tohumu toprağa, ışığı güneşe bağlamış?" Tamam. Sırr-ı imtihanın da bir cevabı vardı. Bu âlemde sınanıyorduk. Ve her sınanma bir 'örtme'yi bağrında saklardı. Örtüyü aşanlar ancak kazanırdı. 'Küfür' lafzının köken olarak 'örtme'yle bağlantısı da durumu açıklıyordu.
Ancak sınanmanın da üstünde birşeyler sezinliyordum. Dua bahsi bu açıdan kurtuluşum oldu. Biz, tohumu toprağa atarken, ışık için güneşe yönelirken veya her sabah işe giderken yine bir duanın parçası oluyorduk. Şuurumuz olsun-olmasın. Sebepler içindeki her hareketimiz kulu ile ilahı arasındaki isteme-verme ilişkisinin bir parçasıydı. Burada bir de şu vardı: Esbabın işleyişi Vahidiyetle tayin edilmiş kanunlar içerisinde uygun adım ilerleyişlerden oluşuyordu. Dil ile yapılan dualarsa Ehadiyet gölgesindeki özel kurtarışlara dönük çağrılardı. Bu nedenle birincisinin karşılığı daha somut görülüyordu. İkincisinin karşılığı ise usûlüyle verilirdi. Birincisi genel-geçerdi. İkincisi kendi şartlarına mahsustu.
Şu noktaya da dikkat et arkadaşım: Bize "Bak, sen dua ediyorsun gelmiyor, ben yapıyorum oluyor!" diyen cerbezeciler aslında şöyle demiş oluyorlar: "Bak, sen dille dua ediyorsun hemen gelmiyor, ben fiilen dua ediyorum oluyor!" Bizim de buna bir itirazımız yok zaten. Cidden de öyledir. Cenab-ı Hakk, tabir-i caizse, kanunları gölgesinde edilen duaları özel muamele isteyenlerden daha zâhir kabul eder. İstediklerini verir. Ötekilerin duası kabul edilmez sanma. Onlarınki de kabul edilir. Ya bu dünya ya ahiret için kaydedilir. Ancak 'özel muamele'nin usûlü 'kanunların gölgesi'yle bir değildir. Şartları daha ağırdır. Nitekim: Peygamberlerin dille ettikleri dualar da kabule karîn olur. Geriye kalan salihlerin durumu da derece derecedir. Ancak iş fiilî duaya gelince avam bazen âlimin de önüne geçer.
Tarlasını düzenli eken güçlü-kuvvetli bir reçber bahçesine bakmakta zorlanan ihtiyar âriften daha çok karşılık alabilir. Devletin şartlarına riayet ederek başvuran bir sıradan vatandaş istediğini kolaylıkla alırken kendisine özel bir muamele yapılmasını dileyen mebus buna zorlukla ulaşabilir. Bu Cenab-ı Hakkın kullarına bir merhametidir. Eğer her yaratışını kavlî duadaki usûlün hassaslığına bağlasaydı bugün kolaylıkla yediğimiz bir nar meyvesini hakettirecek duayı milyonda birimiz edebilirdik. Öyle ihlası pek azımızda bulabilirdik.
Gelgelelim, beşere merhamet ile kurulmuş bu düzen, pekçoğunun inkârını da beraberinde getiriyor. Nefes almaları bir tür "Beni hayatta tut Allahım!" duası olan ateistler onu aştıklarını sanıyor. Materyalizm dediğimiz illet buradan yeşeriyor. Kanunlar gölgesinde edilen duaların sıkça kabulü, kulun kendisini veya neden-sonuç ilişkilerini ilah olarak görmesine evriliyor. Hatta, öyle tuhaf ki, kendi duasını mü'minlerin duasının karşısına rakip çıkarmaya da cür'et ediyor. Eh, bu minvalde söylenecek çok şey var, fakat yazının ömrü bu kadarına yetti. Fiilî duanın kavlî duaya göre daha başka ne kemali var, onu da başka bir yazıda düşünelim beraberce, Allah'a emanet ol. Dualarında da bu kardeşini unutma sakın.
Duanın Önemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Duanın Önemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
26 Ağustos 2020 Çarşamba
21 Eylül 2018 Cuma
Neden dualarımız hamd ile biter?
Yunus sûresinin 10. ayetinde geçen bir ifade var ki, Risale-i Nur'da da sıklıkla kendisine yer bulur, kısa bir meali şöyledir: "Onların dualarının sonu da şudur: Hamd âlemler Rabbi Allah’a mahsustur." Bu ayet, esasında, mü'minlerde 'bir şeaire dönüşmüş olarak' yaşamaktadır. Hatırlarsınız, gerek bireysel, gerek cemaatle edilen dualarda dilek kuşumuzun kanatları şu ifadelerle bağlanır: "Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-alemîn. el-Fatiha." Evet. Zaten bildiğiniz üzre 'Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-alemîn' de "Hamd âlemler Rabbi Allah'a mahsustur!" demektir.
Peki onların/mü'minlerin duaları neden böyle bir 'hamd' ile sona erer? Kur'an'da bunun bize hatırlatılmasının (veya tembih edilmesinin) hikmeti nedir? Bir dua neden hamd ile bağlanır? Dua, tam da bir yoksunluk durumunda edilmesine rağmen, neden şükürle, mutlulukla, neşeyle kardeş bir kelime anılır? Bu yazımda epeydir zihmini kurcalayan şu meseleye dair kalbime gelenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Elbette, fikrimi paylaşırken, mürşidimin ifadelerine atıflar da yapacağım. Becerebilirsem. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tandır.
Öncelikle şunu hemen ifade edelim: Bediüzzaman'ın çeşitli metinlerde tekrar be tekrar hatırlattığı üzere, dua birşeyin aracı değil, hayatın bizzat amacıdır. Veya daha toparlayıcı bir ifadeyle şöyle diyebiliriz: Dua, kendisiyle nefsî neticelere ulaşmak için değil, nefsi ruhla alakadar etmek üzere emredilmiştir. Yahut da şöyle söyleyebiliriz: 'birincil ihtiyaçlarla tetiklenen ikincil bir ihtiyaç' olarak fıtratımıza asılmıştır. Öyle ya. Derde düşen ateist bile olsa dua eder. Bir şekilde yardım diler. Hani şu söz pek meşhurdur: "Düşmekte olan bir uçakta ateist bulamazsınız."
Mürşidim "Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz!" derken de, "Hastalık duanın vaktidir; şifa duanın neticesi değil. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir!" söylerken de, ve hatta "Dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil!" diye hatırlatırken de aynı hakikate dikkatimizi çeker. Yani, zahirde biz duayla bir neticeye ulaşmaya çalışırız, nefsimiz bazı ihtiyaçları için duaya sevkolunur. Fakat hakikatte ihtiyaçlar duaya sevkediliş vesilemizdir. Murad olunan 'istenilen' değil 'edilen'dir. Yahut da azıcık kelime oyunuyla şöyle söylemeli: Hastalıkla veya yağmursuzlukla veya herhangi bir musibetle sevkedilişimiz 'istenirken edilene'dir, 'edilirken istenene' değildir.
Bu düzlem duayı bizzat bir amaç haline getiriyor. O halde, bir mü'min, dua ettiğinde zaten kendisinden asıl istenilene ulaşmış oluyor. Yani sevkedildiği asıl maksada kavuşmuş oluyor. Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde bu durum şu cümlelerle ifade ediliyor: "Evet, hamdin sırrı, nimet meyvesinde in'am ağacını görmektir. Böylece, tasavvur-u zeval elemi gider, hamdin kendisi bizzat bir lezzet olur."
Kul, Allah'a dua ettiğinde, velev ki dua ettiği şeyler kendisine nasip edilmesin, aslında 'potansiyelin bilgisine/farkındalığına' ulaşmış olur. Ona dilediklerini verebilecek 'kudreti herşeye yeter' bir Allah vardır. (Bunu 'içinden' öğrenmiş olur.) Hem o Allah merhametlidir. Mahlukatının kapsamı içerisinde zerre kadar yer tutan insanın sesine dahi kıymet verir. İnsan dua ettiği anda ruhuna/kalbine bu manaları hatırlatmış olmakla şifasını almış olur zaten. Ve şu 'şifayı zaten almış olmak' da hamdedilmeye layıktır.
Tam da bu makamda mürşidim der: "Bunun (duanın) en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Yani, evet, biz dualarımızın sonunda hamdediyoruz. Çünkü dua etmenin bizzat bir 'nimet' olduğunu, hatta nimet içinde 'nimet vereni' göstermekle 'nimetten öte nimet' olduğunu hissediyoruz.
Hem yalnız bu kadar da değil. Bu ayette hamdın Allah'a değil de 'âlemler Rabbi Allah'a tevcih edilmesinin de bir hikmeti var. Onu da yine Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde şöyle bir yerde ışıldarken buldum:
"Dua, tevhidin ve ibadetin esrarına nümunedir. Zira içinden gizlice dua eden kimse, bu hareketiyle, dua edilen Zatın, onun içinden geçen şeyleri işittiğine ve istediğini vermeye kadir olduğuna itikad etmiş olur. Bu da, dua edilen Zatın herşeyi bildiğine ve herşeye kadir olduğuna inanmayı gerektirir."
Yani, dua etmiş olan insan, bir açıdan, tevhide imanını da ortaya koymuş oluyor. Hatta bu yönüyle duaya 'içimizdeki fıtrî tevhid şahidi' de diyebiliriz. Çünkü dua eden kişi, ettiği Zatın, 'herşeye gücü yeter' olduğunu da kabul etmiş oluyor.
Hem zaten duaları da yalnız birşeyle, bir alanla, bir dalla, bir sınıfla, bir zeminle ilgili değil. İnsan öyle bir kainat meyvesi ki dualarının içinde evrenin her rengi var. Hayallerinde bütün âlemlerin resmi bulunur. İşte, biraz da bu nedenle, dualarımızın sonu 'âlemler Rabbi Allah'a hamd ile bitiyor. (Duamız için bütün âlemler gerekiyor.) Hamdediyoruz. Çünkü dua etmekle ona yaklaşıyoruz. Veya onun yakınlığının farkındalığına ulaşıyoruz.
Bu yakınlık bahsini açtım, sanmayın ki, öylesine açtım. Aynı eserde 'hamd' ile 'yakınlık' arasında kurulan şöyle bir ilgi de var:
"Subhanallah, kulun ve imkan dairesindeki varlıkların, Vacibü'l-Vücud ve Aliyyü'l-Azîm olan Allah'tan uzaklığına bakar. Elhamdülillah ise, Allah'ın lütuf ve rahmetle kula ve mahlukatına yakınlığına bakar. (...) Allah bize yakındır, onun için biz Ona hamdederiz; biz ise Ondan uzağız, onun için Onu tesbih ederiz. Sen rahmetiyle Onun yakınlığına bakarak Ona hamdet ve mümkinattan oluşun cihetiyle uzaklığına bakarak onu tesbih et. Bu iki makamı sakın karıştırma!"
Belki duada bu 'yakınlık hissinin inkişafı' olduğu için de arkasında hamdin mührünü görüyoruz. Yani, Allah'a hamdediyoruz, dua gibi bir vesileyle bize yakınlığını gösterdiği için. Fakat bir saniye. Şimdi bunları yazarken dikkatimi çekti. Yunus sûresinin 10. ayeti aslında yukarıda alıntıladığım kısımdan ibaret değil. Ayetin tamamını kısa bir mealle meallendirecek olursak şöyle söyleniyor: "Onların oradaki duası: Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise 'selâm' dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur."
Ayet-i kerimeyi böylece tastamam karşımıza alınca Bediüzzaman'ın 'yakınlık' ve 'uzaklık' üzerinden anlattığı 'iki makam'ın bu ayetin bir gizli tefsiri olduğunu söyleyebilir miyiz? 'Gizli' diyorum. Çünkü o bahiste bu ayet hiç anılmıyor. Fakat başlarken şöyle söyleniyor: "Subhanallah ve Elhamdülillah, Allah'ın önce celal, sonra da cemal sıfatlarıyla tavsifini tazammun eder." Belki şöyle birşey zannetsek hata olmaz: Bu iki makamın dengesini yakalayanlar ancak 'selamet' bulur. Birbirleriyle karşılaştıkça 'selam' derler. İnsanın 'ubudiyetteki dengenin' cennetini bulmasının yolu budur: 'Subhanallah'ı anmak ama 'Elhamdülillah'ı da unutmamak.
Peki onların/mü'minlerin duaları neden böyle bir 'hamd' ile sona erer? Kur'an'da bunun bize hatırlatılmasının (veya tembih edilmesinin) hikmeti nedir? Bir dua neden hamd ile bağlanır? Dua, tam da bir yoksunluk durumunda edilmesine rağmen, neden şükürle, mutlulukla, neşeyle kardeş bir kelime anılır? Bu yazımda epeydir zihmini kurcalayan şu meseleye dair kalbime gelenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Elbette, fikrimi paylaşırken, mürşidimin ifadelerine atıflar da yapacağım. Becerebilirsem. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tandır.
Öncelikle şunu hemen ifade edelim: Bediüzzaman'ın çeşitli metinlerde tekrar be tekrar hatırlattığı üzere, dua birşeyin aracı değil, hayatın bizzat amacıdır. Veya daha toparlayıcı bir ifadeyle şöyle diyebiliriz: Dua, kendisiyle nefsî neticelere ulaşmak için değil, nefsi ruhla alakadar etmek üzere emredilmiştir. Yahut da şöyle söyleyebiliriz: 'birincil ihtiyaçlarla tetiklenen ikincil bir ihtiyaç' olarak fıtratımıza asılmıştır. Öyle ya. Derde düşen ateist bile olsa dua eder. Bir şekilde yardım diler. Hani şu söz pek meşhurdur: "Düşmekte olan bir uçakta ateist bulamazsınız."
Mürşidim "Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz!" derken de, "Hastalık duanın vaktidir; şifa duanın neticesi değil. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir!" söylerken de, ve hatta "Dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil!" diye hatırlatırken de aynı hakikate dikkatimizi çeker. Yani, zahirde biz duayla bir neticeye ulaşmaya çalışırız, nefsimiz bazı ihtiyaçları için duaya sevkolunur. Fakat hakikatte ihtiyaçlar duaya sevkediliş vesilemizdir. Murad olunan 'istenilen' değil 'edilen'dir. Yahut da azıcık kelime oyunuyla şöyle söylemeli: Hastalıkla veya yağmursuzlukla veya herhangi bir musibetle sevkedilişimiz 'istenirken edilene'dir, 'edilirken istenene' değildir.
Bu düzlem duayı bizzat bir amaç haline getiriyor. O halde, bir mü'min, dua ettiğinde zaten kendisinden asıl istenilene ulaşmış oluyor. Yani sevkedildiği asıl maksada kavuşmuş oluyor. Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde bu durum şu cümlelerle ifade ediliyor: "Evet, hamdin sırrı, nimet meyvesinde in'am ağacını görmektir. Böylece, tasavvur-u zeval elemi gider, hamdin kendisi bizzat bir lezzet olur."
Kul, Allah'a dua ettiğinde, velev ki dua ettiği şeyler kendisine nasip edilmesin, aslında 'potansiyelin bilgisine/farkındalığına' ulaşmış olur. Ona dilediklerini verebilecek 'kudreti herşeye yeter' bir Allah vardır. (Bunu 'içinden' öğrenmiş olur.) Hem o Allah merhametlidir. Mahlukatının kapsamı içerisinde zerre kadar yer tutan insanın sesine dahi kıymet verir. İnsan dua ettiği anda ruhuna/kalbine bu manaları hatırlatmış olmakla şifasını almış olur zaten. Ve şu 'şifayı zaten almış olmak' da hamdedilmeye layıktır.
Tam da bu makamda mürşidim der: "Bunun (duanın) en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Yani, evet, biz dualarımızın sonunda hamdediyoruz. Çünkü dua etmenin bizzat bir 'nimet' olduğunu, hatta nimet içinde 'nimet vereni' göstermekle 'nimetten öte nimet' olduğunu hissediyoruz.
Hem yalnız bu kadar da değil. Bu ayette hamdın Allah'a değil de 'âlemler Rabbi Allah'a tevcih edilmesinin de bir hikmeti var. Onu da yine Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde şöyle bir yerde ışıldarken buldum:
"Dua, tevhidin ve ibadetin esrarına nümunedir. Zira içinden gizlice dua eden kimse, bu hareketiyle, dua edilen Zatın, onun içinden geçen şeyleri işittiğine ve istediğini vermeye kadir olduğuna itikad etmiş olur. Bu da, dua edilen Zatın herşeyi bildiğine ve herşeye kadir olduğuna inanmayı gerektirir."
Yani, dua etmiş olan insan, bir açıdan, tevhide imanını da ortaya koymuş oluyor. Hatta bu yönüyle duaya 'içimizdeki fıtrî tevhid şahidi' de diyebiliriz. Çünkü dua eden kişi, ettiği Zatın, 'herşeye gücü yeter' olduğunu da kabul etmiş oluyor.
Hem zaten duaları da yalnız birşeyle, bir alanla, bir dalla, bir sınıfla, bir zeminle ilgili değil. İnsan öyle bir kainat meyvesi ki dualarının içinde evrenin her rengi var. Hayallerinde bütün âlemlerin resmi bulunur. İşte, biraz da bu nedenle, dualarımızın sonu 'âlemler Rabbi Allah'a hamd ile bitiyor. (Duamız için bütün âlemler gerekiyor.) Hamdediyoruz. Çünkü dua etmekle ona yaklaşıyoruz. Veya onun yakınlığının farkındalığına ulaşıyoruz.
Bu yakınlık bahsini açtım, sanmayın ki, öylesine açtım. Aynı eserde 'hamd' ile 'yakınlık' arasında kurulan şöyle bir ilgi de var:
"Subhanallah, kulun ve imkan dairesindeki varlıkların, Vacibü'l-Vücud ve Aliyyü'l-Azîm olan Allah'tan uzaklığına bakar. Elhamdülillah ise, Allah'ın lütuf ve rahmetle kula ve mahlukatına yakınlığına bakar. (...) Allah bize yakındır, onun için biz Ona hamdederiz; biz ise Ondan uzağız, onun için Onu tesbih ederiz. Sen rahmetiyle Onun yakınlığına bakarak Ona hamdet ve mümkinattan oluşun cihetiyle uzaklığına bakarak onu tesbih et. Bu iki makamı sakın karıştırma!"
Belki duada bu 'yakınlık hissinin inkişafı' olduğu için de arkasında hamdin mührünü görüyoruz. Yani, Allah'a hamdediyoruz, dua gibi bir vesileyle bize yakınlığını gösterdiği için. Fakat bir saniye. Şimdi bunları yazarken dikkatimi çekti. Yunus sûresinin 10. ayeti aslında yukarıda alıntıladığım kısımdan ibaret değil. Ayetin tamamını kısa bir mealle meallendirecek olursak şöyle söyleniyor: "Onların oradaki duası: Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise 'selâm' dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur."
Ayet-i kerimeyi böylece tastamam karşımıza alınca Bediüzzaman'ın 'yakınlık' ve 'uzaklık' üzerinden anlattığı 'iki makam'ın bu ayetin bir gizli tefsiri olduğunu söyleyebilir miyiz? 'Gizli' diyorum. Çünkü o bahiste bu ayet hiç anılmıyor. Fakat başlarken şöyle söyleniyor: "Subhanallah ve Elhamdülillah, Allah'ın önce celal, sonra da cemal sıfatlarıyla tavsifini tazammun eder." Belki şöyle birşey zannetsek hata olmaz: Bu iki makamın dengesini yakalayanlar ancak 'selamet' bulur. Birbirleriyle karşılaştıkça 'selam' derler. İnsanın 'ubudiyetteki dengenin' cennetini bulmasının yolu budur: 'Subhanallah'ı anmak ama 'Elhamdülillah'ı da unutmamak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...