Elhamdülillah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Elhamdülillah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2021 Çarşamba

Hamların şifası sorumluluktur

Bunu bana ilk düşündüren İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh idi arkadaşım. Mektubat'ını okurken 'Allahu Ekber'e verdiği manayı görünce derkettim: Yalnız 'Subhanallah'ta değil 'Elhamdülillah'ta ve 'Allahu Ekber'de de birer tenzih manası var. Yahut da şöyle söylemeli: Şu türden elfaz-ı mübarekenin herbirinde 'tenzihe bakar bir yüz' bulunuyor. Yani nasıl ki 'Subhanallah' Hakkı cümle kusurlardan beri gördüğümüzün ilanı oluyor; aynen öyle de; 'Elhamdülillah' da Onu bir şekilde takdis ediyor; 'Allahu Ekber' de birçok açıyla münezzehiyetine vurgu içeriyor. Peki bu nasıl oluyor? İşte onu söylemezden evvel Mektubat-ı Rabbanî'nin mübarek sayfalarına bir dokunalım. 303. Mektup'ta müezzin Hâce Yusuf'a yazılmış satırları okuyalım. Orada, ezandaki kelimelerin manalarını anlatırken, diyor ki Hazret-i İmam: "Allahu Ekber: Ona layık bir ibadeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibadetinin Ona layık/yakışır olmasından çok büyüktür O." 

Fakat, arkadaşım, bunu ezanın ahirindeki 'Allahu Ekber'i izah sadedinde söyledi. Başındaki 'Allahu Ekber'i açıklarkense şöyle diyor: "Allah kullarının ibadetlerine muhtaç olmaktan da büyüktür. Bu mühim manayı zihinlerde yerleştirmek için şu kelime dört kere söylenir." İşte ben de, bu ikili anlamlandırmanın balı damağıma değince, namazlarımıza kadar uzandım. Rükünleri eda ederken de, biri başta diğeri sonda, iki kez 'Allahu Ekber' dediğimizi hatırladım. "Acaba şunların da bu hikmetten bir hissesi var mıdır?" diye tefekküre başladım. Kalbimde bir itminan hasıl oldu. "Olabilir!" gördüm. Gördüğümün özetiyse şudur:

Giderken söylediğimiz tekbirler ezanın ilk tekbirlerine kardeş olabilir. Ayrılırken zikrettiğimiz 'Allahu Ekber'lerse ahirdekilerin sırrına erebilir. Yani biz de secdeye/rükuya giderken tekbirimiz içinde 'Hakkın şu ibadetimize muhtaçlıktan yüce oluşunu' ilan ediyor olabiliriz. (Maşaallah.) Ayrılırken zikrimizle de 'Ona layıkınca ibadet etmekten uzak olduğumuzu' beyanlandırabiliriz. (İnşaallah.) Tevfik ise hep Allah'tandır.

Bu beyanda iki mertebeli bir tenzih vardır. Birincisi: Kul, ibadete muvaffakiyetinde de bir bahşa uğradığını, bahşetmediğini, bahşedenin yalnız Allah olduğunu hatırda tutar. Onu böylesi bir muhtaçlıktan tenzih eder. Bediüzzaman Hazretlerinin "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbirşeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın..." demekle ifade ettiği sırrı kavrar. (Kavramasa bile 'vakti ölçtüğünü bilmeyen saat gibi' hikmetini eda eder.) İkincisi: Nasib edilen taatın Cenab-ı Hakkın mahlukatı üzerindeki hakkını ödemekten, yani Onu hakkıyla övmekten, zikretmekten, senadan uzak olduğunu kabul ederek Rabb-i Rahîm'ini ikinci kez tenzih eder. Bu ikinci tenzih de aynen birincisi gibi cana şifa olur. Çünkü Cenab-ı Hak tenzih eden kul aynı ameli içinde kibrine-ucbuna karşı da şifa bulur. Ne alan el olduğunu unutur ne de aldığının kıymetini bildiği sanrısına/sıtmasına tutulur. İlk tenzih 'muvaffak olunacak'a dairdir. İkinci tenzih 'muvaffak olunmuşa' dairdir. Allah hem 'e-bilecek' olduğumuza muhtaç olmaktan hem de 'e-bildiğimiz' ibadete layık olmaktan münezzehtir. İki türlü de seviyemiz kemalinin nice nice aşağısındadır.

Mevzuun 'Elhamdülillah' kısmına gelirsem de derim ki arkadaşım: Yine mürşidimin ifadesiyle: "Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur, Ona aittir..." tefsiri saklıdır 'Elhamdülillah'ta. Bunda da Cenab-ı Hakkı 'başkasına medar-ı hamd yaratıcılıklar bırakmaktan' takdis etme vardır. Yani bizim Rabbimiz öyle bir Allah'tır ki: Başkasına hakiki bir övgü bırakmaktan da mukaddestir. Çünkü kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. Başkası birşey yaratamaz ki övgüsü ona gitsin. Bu zımmen de olsa tevhidin ilanıdır. Tevhidin ilanında "Allah'tan başka ilah yoktur!" manası saklı olduğundan elbette bu da birtür tenzihtir. "Uluhiyetinde olduğu gibi Rububiyetinde de şeriki yoktur!" demektir.

Arkadaşım, belki döke-saça anlattım, kafanı da karıştırdım. Kusura bakma. Lakin bu yazıya da muhtaç değilsin ki. Evet. Hem namaz içinde hem namaz tesbihatında şu üç mübareğin kardeşliğini düşünsen nice nimetlere erişebilirsin. Ve diyebilirsin: Cenab-ı Hak hakkında ne öğretse aslında bize şifa oluyor. Marifetinden ne bahşetse gönlümüzü düzeltiyor. Yaralarımızı iyileştiriyor. Çünkü kul kısmı Rabbisini kusurlardan teberri ettiği her yerde kendi kusurlarını derkediyor. Onu suçlamayı bıraktığı her demde kendi sorumluluğunu üstleniyor. Bu sorumluluğu kazanmak insanın hidayetidir. Olgunluğudur. Dua edelim: Sânî-i Hakîm'imiz bizdeki sırrını tamamlasın. Kusursuzluğunu unutturmamakla kusurlarımızı anımsatsın. Âmin. 

21 Eylül 2018 Cuma

Neden dualarımız hamd ile biter?

Yunus sûresinin 10. ayetinde geçen bir ifade var ki, Risale-i Nur'da da sıklıkla kendisine yer bulur, kısa bir meali şöyledir: "Onların dualarının sonu da şudur: Hamd âlemler Rabbi Allah’a mahsustur." Bu ayet, esasında, mü'minlerde 'bir şeaire dönüşmüş olarak' yaşamaktadır. Hatırlarsınız, gerek bireysel, gerek cemaatle edilen dualarda dilek kuşumuzun kanatları şu ifadelerle bağlanır: "Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-alemîn. el-Fatiha." Evet. Zaten bildiğiniz üzre 'Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-alemîn' de "Hamd âlemler Rabbi Allah'a mahsustur!" demektir.

Peki onların/mü'minlerin duaları neden böyle bir 'hamd' ile sona erer? Kur'an'da bunun bize hatırlatılmasının (veya tembih edilmesinin) hikmeti nedir? Bir dua neden hamd ile bağlanır? Dua, tam da bir yoksunluk durumunda edilmesine rağmen, neden şükürle, mutlulukla, neşeyle kardeş bir kelime anılır? Bu yazımda epeydir zihmini kurcalayan şu meseleye dair kalbime gelenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Elbette, fikrimi paylaşırken, mürşidimin ifadelerine atıflar da yapacağım. Becerebilirsem. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tandır.

Öncelikle şunu hemen ifade edelim: Bediüzzaman'ın çeşitli metinlerde tekrar be tekrar hatırlattığı üzere, dua birşeyin aracı değil, hayatın bizzat amacıdır. Veya daha toparlayıcı bir ifadeyle şöyle diyebiliriz: Dua, kendisiyle nefsî neticelere ulaşmak için değil, nefsi ruhla alakadar etmek üzere emredilmiştir. Yahut da şöyle söyleyebiliriz: 'birincil ihtiyaçlarla tetiklenen ikincil bir ihtiyaç' olarak fıtratımıza asılmıştır. Öyle ya. Derde düşen ateist bile olsa dua eder. Bir şekilde yardım diler. Hani şu söz pek meşhurdur: "Düşmekte olan bir uçakta ateist bulamazsınız."

Mürşidim "Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz!" derken de, "Hastalık duanın vaktidir; şifa duanın neticesi değil. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir!" söylerken de, ve hatta "Dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil!" diye hatırlatırken de aynı hakikate dikkatimizi çeker. Yani, zahirde biz duayla bir neticeye ulaşmaya çalışırız, nefsimiz bazı ihtiyaçları için duaya sevkolunur. Fakat hakikatte ihtiyaçlar duaya sevkediliş vesilemizdir. Murad olunan 'istenilen' değil 'edilen'dir. Yahut da azıcık kelime oyunuyla şöyle söylemeli: Hastalıkla veya yağmursuzlukla veya herhangi bir musibetle sevkedilişimiz 'istenirken edilene'dir, 'edilirken istenene' değildir.

Bu düzlem duayı bizzat bir amaç haline getiriyor. O halde, bir mü'min, dua ettiğinde zaten kendisinden asıl istenilene ulaşmış oluyor. Yani sevkedildiği asıl maksada kavuşmuş oluyor. Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde bu durum şu cümlelerle ifade ediliyor: "Evet, hamdin sırrı, nimet meyvesinde in'am ağacını görmektir. Böylece, tasavvur-u zeval elemi gider, hamdin kendisi bizzat bir lezzet olur."

Kul, Allah'a dua ettiğinde, velev ki dua ettiği şeyler kendisine nasip edilmesin, aslında 'potansiyelin bilgisine/farkındalığına' ulaşmış olur. Ona dilediklerini verebilecek 'kudreti herşeye yeter' bir Allah vardır. (Bunu 'içinden' öğrenmiş olur.) Hem o Allah merhametlidir. Mahlukatının kapsamı içerisinde zerre kadar yer tutan insanın sesine dahi kıymet verir. İnsan dua ettiği anda ruhuna/kalbine bu manaları hatırlatmış olmakla şifasını almış olur zaten. Ve şu 'şifayı zaten almış olmak' da hamdedilmeye layıktır.

Tam da bu makamda mürşidim der: "Bunun (duanın) en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Yani, evet, biz dualarımızın sonunda hamdediyoruz. Çünkü dua etmenin bizzat bir 'nimet' olduğunu, hatta nimet içinde 'nimet vereni' göstermekle 'nimetten öte nimet' olduğunu hissediyoruz.

Hem yalnız bu kadar da değil. Bu ayette hamdın Allah'a değil de 'âlemler Rabbi Allah'a tevcih edilmesinin de bir hikmeti var. Onu da yine Ümit Şimşek ağabeyin Mesnevî-i Nuriye tercümesinde şöyle bir yerde ışıldarken buldum:

"Dua, tevhidin ve ibadetin esrarına nümunedir. Zira içinden gizlice dua eden kimse, bu hareketiyle, dua edilen Zatın, onun içinden geçen şeyleri işittiğine ve istediğini vermeye kadir olduğuna itikad etmiş olur. Bu da, dua edilen Zatın herşeyi bildiğine ve herşeye kadir olduğuna inanmayı gerektirir."

Yani, dua etmiş olan insan, bir açıdan, tevhide imanını da ortaya koymuş oluyor. Hatta bu yönüyle duaya 'içimizdeki fıtrî tevhid şahidi' de diyebiliriz. Çünkü dua eden kişi, ettiği Zatın, 'herşeye gücü yeter' olduğunu da kabul etmiş oluyor.

Hem zaten duaları da yalnız birşeyle, bir alanla, bir dalla, bir sınıfla, bir zeminle ilgili değil. İnsan öyle bir kainat meyvesi ki dualarının içinde evrenin her rengi var. Hayallerinde bütün âlemlerin resmi bulunur. İşte, biraz da bu nedenle, dualarımızın sonu 'âlemler Rabbi Allah'a hamd ile bitiyor. (Duamız için bütün âlemler gerekiyor.) Hamdediyoruz. Çünkü dua etmekle ona yaklaşıyoruz. Veya onun yakınlığının farkındalığına ulaşıyoruz.

Bu yakınlık bahsini açtım, sanmayın ki, öylesine açtım. Aynı eserde 'hamd' ile 'yakınlık' arasında kurulan şöyle bir ilgi de var:

"Subhanallah, kulun ve imkan dairesindeki varlıkların, Vacibü'l-Vücud ve Aliyyü'l-Azîm olan Allah'tan uzaklığına bakar. Elhamdülillah ise, Allah'ın lütuf ve rahmetle kula ve mahlukatına yakınlığına bakar. (...) Allah bize yakındır, onun için biz Ona hamdederiz; biz ise Ondan uzağız, onun için Onu tesbih ederiz. Sen rahmetiyle Onun yakınlığına bakarak Ona hamdet ve mümkinattan oluşun cihetiyle uzaklığına bakarak onu tesbih et. Bu iki makamı sakın karıştırma!"

Belki duada bu 'yakınlık hissinin inkişafı' olduğu için de arkasında hamdin mührünü görüyoruz. Yani, Allah'a hamdediyoruz, dua gibi bir vesileyle bize yakınlığını gösterdiği için. Fakat bir saniye. Şimdi bunları yazarken dikkatimi çekti. Yunus sûresinin 10. ayeti aslında yukarıda alıntıladığım kısımdan ibaret değil. Ayetin tamamını kısa bir mealle meallendirecek olursak şöyle söyleniyor: "Onların oradaki duası: Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise 'selâm' dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur."

Ayet-i kerimeyi böylece tastamam karşımıza alınca Bediüzzaman'ın 'yakınlık' ve 'uzaklık' üzerinden anlattığı 'iki makam'ın bu ayetin bir gizli tefsiri olduğunu söyleyebilir miyiz? 'Gizli' diyorum. Çünkü o bahiste bu ayet hiç anılmıyor. Fakat başlarken şöyle söyleniyor: "Subhanallah ve Elhamdülillah, Allah'ın önce celal, sonra da cemal sıfatlarıyla tavsifini tazammun eder." Belki şöyle birşey zannetsek hata olmaz: Bu iki makamın dengesini yakalayanlar ancak 'selamet' bulur. Birbirleriyle karşılaştıkça 'selam' derler. İnsanın 'ubudiyetteki dengenin' cennetini bulmasının yolu budur: 'Subhanallah'ı anmak ama 'Elhamdülillah'ı da unutmamak.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...