Bir mimar yapacağı binayı hergün başka bir 'şey'e dönüşerek
inşa edemez. Bir inşa faaliyeti yürütmek özünde intizamlı bir faaliyet
yürütmektir. Bu da fiilerin tamamının bir bütünün amacına hizmet etmesi
anlamına gelir. Aynı amaca hizmet etmek insan bedenine kıyasla ruh sahibi olmak
gibidir. Bütün zerrelerin birbirinin amacında olması lazımdır. Bütünün amacına
hizmet etmesi lazımdır. O sayede bütünlük devam edebilir olur. Eğer bir mimar,
inşa faaliyeti sırasında, sabitesi kalmayacak şekilde değişken olursa, elinden
çıkan fiiler de düzenliliğini yitirir. Kendisi olmayı hatırlamayanlar vâdeli
eylemlerde bulunamaz. Hafızası olmayanın düzenliliği yoktur. Ruhu olmayanın bir
amacı takip etmesi mümkün değildir. Hafıza yokluğunda irade de yokolur.
Değişkenlik, sahibiyle birlikte, fiilerin arasındaki bağları da yokeder.
Fiilerin bağı kalmadığında, yani bir amacı takip ediyor olmadıklarında, vücud
sahası terkedilir. Denilebilir ki hatta arkadaşım: Her türden bomba en özünde
mezkûr sulhü bozmaya dayanır.
Bu pencereden baktığımızda 'kanun' kabilinden kainatta
gördüğümüz her tekrarın aslında 'büyük bir hafızanın izleri' olduğunu
söyleyebiliriz. Fizik eşyanın 'nasıl eyleyeceğini hatırlaması' gibidir. Kimya
yine öyledir. Biyoloji yine öyledir. Aslında bütün bilimdalları varlığın 'sanki
ruh sahibiymiş gibi' kendiliğini tekrar etmesi sırrına bağlanır. Ahmed'i bugün
yaralayan yarın da yaralar. Bu Ahmed'i bir karakter sahibi yapar. Ona Ahmed
denmesini sağlayacak sabiteler sahibi yapar. Prensip sahibi olmak kendiyle
çelişkiye düşmemektir. Ruh bu türden kendiliklerimizin yekününe benziyor. Allah
her an değişen bedensel varlığımız içinde kendimizi tanımamızı sağlayan bir
'sabiteler âlemi' bulunduruyor. O sabite âlemi sayesinde ne bedenimizdeki ne de
çevremizdeki değişimler bütünlüğümüzü dağıtamıyor. Evet. Hiç değişmiyor
değiliz. Kabul. Ama yine de kim olduğumuzu hatırlamayacak kadar değişmeyiz.
Kütle çekim yasası bir hafıza tezahürüdür. Nasıl? Şöyle:
Yani kütle ne yapacağını 'hiç unutmamacasına' hatırlamaktadır. Hatta insandan
da iyi hatırlamaktadır. Unutkanlığı sıfırdır. Yoktur. Varolduğu her yerde
fiziğiyle, kimyasıyla, biyolojisiyle vs. birlikte vardır. Evet. Ne muhteşem
birşey! Varlık, o varlığın 'ne'liğini taşıyan ilmiyle beraber varolmaktadır.
Bir demir atomu görevlendirdiğiniz her yerde o "Ben hâlâ o tanıdığınız
demirim arkadaşlar!" demeyi unutmaz. Hem de hiçbir detayıyla unutmaz.
Bilimin bile kuşatamadığı kadar unutmaz. Bilim ancak bu hafızayı çözdüğü kadar
bilimdir.
İşte ben bu 'hafıza delili'ni yaratılışın delili
saymaktayım. Zira hafıza arkasında ilmi görmekteyim. Hafıza da bilmenin bir
tezahüründen başka şey değildir nihayetinde. Hatırlayan ancak bildiğini
hatırlar. Daha büyük bir hakikate doğru başımızı kaldırırsak hatta: Unutmayanın
hatırlamaya da ihtiyacı olmaz.
Dikkat kesilelim: Canlılarda, hatta canlıların en üstünü
insanda bile, dörtbaşı mâmur şekilde bulamadığımız şu hafızayı cansızlarda en
muhteşem şekliyle bulmaktayız. Ben âdemiyetimi unuttuğum işler yapabiliyorum.
Ne bileyim, yalan söyleyebiliyorum mesela. Yahut çeşitli zulümler işleyebiliyorum.
Pişman olabiliyorum. Bedeli sayılacak vicdan azapları çekiyorum. Vicdan
hafızayla beraber çalışıyor. 'Olması gereken' diye hafızamda tuttuğum şeyin
izini kaybettiğimi farkediyorum. Cansızlar bunu asla yapmıyorlar. Cansızlar
asla pişman olmuyorlar. Zaten pişman olacakları bir hafızasızlık da
işlemiyorlar.
Çok dolaştırdım sizi. Epey de yordum. Tohuma geri döneyim.
Tohum yapacağı şeyi kendisini yıkarak inşa ediyor. Tohumun ağaçlığı esasında
tohumluğundan vazgeçişi. Tohumluğunu yıktığında ağaca dönüşüyor. Fakat bir
Ustanın kendisini öldürerek eserini inşa etmesi mümkün değil. Hem yıkılan hem
yapan olması mümkün değil. Yıkılan yapma yeteneğini kaybeder. O yüzden,
mürşidim başka bir yerde, "Maahaza, icadın
esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin
teşkil ediyor..." dedikten sonra şunun imkansızlığını anıyor: "Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm
olması lâzım gelir: Kubbeli binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan
taşlar gibi..."
Hem hâkim hem mahkûm olmak, işte, yukarıda benim de işaret
etmeye çalıştığım şey. Şeylerin varoluşundaki acayip şey. Birşey varolurken
sebepler dairesinde kendisini varedeni yıkıyor. Sebep, hâşâ, artık nasıl bir
yaratıcıysa, kendisi yokolurken varoluyor yarattığı. Tohum kurban olurken ağacın
sırrı ortaya çıkıyor. Halbuki altını çizmiştik: Yaratış süreci yaratan için bir
'kendi olarak kalma'yı zaruri kılar. Gezegenler etrafında düzenle dönüyorsa bu
güneşin sabiteliğindendir. Allah Kadîm'dir. Hep vardır. Öncesi yoktur.
Ezelî'dir. Değişmez. Bâkî'dir. Sonrasından bahsedilemez. Evet. Sabiteliği böyle
Subhan bir sabiteliktir. Kainattaki muhteşem değişim de ancak böyle bir
sabiteliğe dayanırsa varolabilir. Anların bile yeni âlemler vücuda getirdiği bu
düzen kendisini yıkarak doğuran bir anneliği kaldıramaz.
Belki biraz da bu hikmetle İhlas sûresinde buyrulur:
"O ne doğurmuştur
ne de doğurulmuştur."
En büyük resme baktığınızda, hâdis olan, sonradan olan,
değişen, dönüşen herşey bir tohuma benzer. Herşey başka birşey olurken
kendiliğini yıkar. Ödün verir. Dağılır. Kainat, parçalarının tamamı başka
tohumlar yaratılırken yıkılan tohumlardan oluşan 'bir büyük tohum'dur. Yüzü
ahiret ağacına bakan bir tohumdur. Yıkılmaktadır. Bir bina yerine yapılacak
binanın nasıl mimarı olabilir? Halbuki kendisi yıkılmıştır. Kendisi kendisi
kalamamıştır. Malzemesi diğer oluşun hammaddesi kılınmıştır. Diğer oluşun
hammadesi olacak derecede parçalanmışken, ademe yaklaşmışken, nasıl olup da
yeni bir inşaatı yaratacak kadar muhteşem bir sabiteliği saklayabilmiştir?
Subhanallah. Bediüzzaman Hazretlerinin "Sâni,
masnû içinde olamaz..." derken vurguladığının biraz da bu olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Allahu
a'lem. Evet. Altını çizelim: En doğrusunu elbette Allah bilir. Ben de affımı o
Rahman'dan dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder